Meal Seç / Sure Seç

Kehf Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

18 - Kehf
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Nahl ("Arı") suresinden hemen önce, yani Mekke döneminin son yılı içinde vahyedilen bu sure, hemen hemen bütünüyle, dünya hayatına ölçüsüz-uyarsız bağlanma tavrıyla tam bir karşıtlık içinde Allah'a inanma, Allah'a bağlanma teması çerçevesinde örülen bir meseller ve temsîller serisine ayrılmıştır. Surenin anahtar cümlesi 7. ayetteki "Biz yeryüzünde güzel olan ne varsa hepsini... insanları sınamak için bir araç kıldık" ifadesidir ki bununla anlatılmak istenen husus en açık bir biçimde 32-44. ayetlerde geçen zengin adam - yoksul adam meselinde ortaya konmuştur. Sureye ismini veren Ashâb-ı Kehf (Mağara İnsanları/Mağara Arkadaşları) kıssası (13-20. ayetler) inanç uğruna dünyevî olandan feragat etme tavrını yansıtmakta ve bir ölüm, ölümden sonra kalkış ve manevî/ruhanî uyanma temsîli içinde derinleşmektedir. Hz. Musa ile isimsiz bilgenin öyküsünde (60-82. ayetler) manevî-ruhanî uyanış teması anlamlı bir değişime uğrayarak insanın zihnî sorunlar dünyasına ve nihaî gerçekler peşindeki arayışına dönüşür. Görüntü ve gerçeklik, öykünün ortaya koyduğu kadarıyla, temelden farklı şeylerdir -öylesine farklı ki, neyin görüntü, neyin gerçek olduğu konusunda bize ancak sezgisel kavrayış bir fikir verebilir. Ve nihayet, Zulkarneyn ("Çift Boynuzlu" yahut "Çift Borazanlı Adam") meseli bize, tek başına dünyadan feragatın insanın Allah'a inanma ve bağlanma tavrının vazgeçilmez bir parçası olmadığını, bir başka deyişle, insanın bu dünyaya yönelik tüm uğraş ve didinmelerinin geçici olduğunu unutmadığımız ve zamana ve zevahire ilişkin tüm sınırların ötesinde olan Allah'a karşı nihaî sorumluluğumuzun bilincinde olduğumuz sürece dünyevî hayat ve iktidarın manevî-ruhanî selametle çatışmak zorunda olmadığını anlatmaktadır. Ve bu çizgide devam eden sure şu sözlerle sona ermektedir: "Öyleyse artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü olan kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi O'na ortak koşmasın."
1. BÜTÜN ÖVGÜLER Allah'a yakışır; O [Allah] ki, kuluna bu ilahî kelâmı indirmiş ve onun anlaşılmasını güçleştirecek hiçbir çapraşıklığa yer vermemiştir: (1)

1 - Lafzen, "ve ona herhangi bir çapraşıklık vermemiştir." ‘İvec terimi, sözcüklerin soyut anlamlarıyla, "çarpıklık", "zorluk/karışıklık" yahut "yoldan çıkma/yolu karıştırma" anlamlarına geldiği gibi, "tahrif" ya da "saptırma" anlamına da gelmektedir. Yukarıdaki cümle, Kur'an'ın açık ve dolaysız ifade tarzına işaret edip onun her türlü bulanıklıktan, tutarsızlıktan uzak olduğuna dikkat çekmektedir; karş. 4:82 -"O eğer Allah'tan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık ve) çelişki bulurlardı!"

2. [Bu] tutarlı ve dosdoğru [kitap, inkarcıları] O'nun katından zorlu bir cezayla uyarmak ve dürüst, erdemli davranışlarda bulunan müminlere hak ettikleri güzel karşılığı müjdelemek içindir,
3. içinde sonsuza kadar kalacakları [bir mutluluk esenlik halini müjdelemek için].
4. Ayrıca, [bu ilahî kelâm,] "Allah kendine bir oğul edindi" iddiasında bulunanları uyarmak için[dir].
5. (Oysa,) O'nun (2) hakkında ne kendilerinin, ne de atalarının doğru bir bilgisi var: Ne ağır bir söz, bu ağızlarından çıkan! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar!

2 - Klasik müfessirlerin çoğu (ve bildiğim kadarıyla, Kur'an'ın bütün ilk mütercimleri) burada bihî kelimesindeki zamiri "Allah kendine bir oğul edindi" iddiasına izafe etmişler ve dolayısıyla cümleyi "bunun hakkında onların herhangi bir bilgileri yok"; yani "ellerinde, böyle bir olaya ya da olguya delalet edebilecek hiçbir delil yok" ifadesiyle aktarmışlardır. Mamafih bu yorum zayıftır, çünkü bilginin bulunmayışı, ilgili gerçek hakkında objektif bir değillemeyi zorunlu kılmaz. Bunun için bihî kelimesinin "onun" anlamına gelemeyeceği: "O'nun" anlamına geleceği ve Allah'a râci olacağı açıktır. Dolayısıyla ibarenin yukarıdaki gibi -onlar, böyle gayritabii ve aykırı bir iddiada bulunanlar, Yüce Varlık'a sadece mükemmel olmayan varlıklar olan yaratılmış varlıklara yüklenebilecek nitelikler yükledikleri için, O'nun hakkında gerçek bir bilgiye sahip değildirler anlamına gelecek şekilde- çevrilmesi gerekir. Bu yorum Taberî tarafından açıkça, Beydâvî tarafından da alternatif yorum olarak benimsenmiştir.

6. Peki ama, onlar bu mesaja inanmak istemiyorlarsa, (inansınlar diye) (3) kendini mi paralayacaksın? (4)

3 - Lafzen, "neredeyse ..." le‘alle takısı bu anlam akışı içinde bir olasılık değil, fakat daha çok, Hz. Peygamber'in tutumu hakkında kınama/yargı bildiren retorik (belâgatli) bir soru ortaya koymaktadır (Merâğî XIII, 116).

4 - Bu belâgat sorusu, en başta, getirdiği mesajın müşrik/putperest Mekke'liler arasında uyandırdığı düşmanlığa derinden üzülen, onların manevî/ruhanî akibetleri hakkında duyduğu kaygı yüzünden ızdırap çeken Hz. Peygamber'e hitab etmektedir. Ama Hz. Peygamber'e münhasır kalmayıp, aynı zamanda, herhangi bir ahlakî ülkünün ya da önermenin doğruluğuna inanıp da toplumsal çevrenin buna karşı ilgisiz kalmasından cesareti kırılan herkese uzanmaktadır.

7. Gerçek şu ki, yeryüzünde güzel olan ne varsa Biz hepsini, hangisinin daha iyi davrandığını ortaya koymak üzere, insanları sınamak için bir araç kıldık; (5)

5 - Lafzen, "Yeryüzünde bulunan her şeyi ona bezek/süs kıldık ki onları [yani, bütün insanları] sınavdan geçirelim". Bunun anlamı şudur: Allah insanlara, dünyanın kendilerine sunduğu maddî yarar ve zenginliklere karşı benimsedikleri -güzel ya da çirkin- kişiden kişiye değişen tutumları içinde her birinin kendi seciyesini ortaya koyması için fırsat tanımıştır. Son tahlilde bu pasaj, insanların Allah'ın manevî/ruhanî mesajını kabule yanaşmamalarının altında yatan gerçek saikin (bkz. önceki ayet), hemen hemen her zaman, onların dünya metaına aşırı ve körcesine bağlılık duymaları ve bunun yanında bir de onlara kendi başarıları olarak görünen şeylerde kendilerini boş ve anlamsız bir gurura kaptırmaları olageldiğini işaret etmektedir (karş. 16:22 ve ilgili 15. not).

8. ve hiç şüphe yok ki [zamanı gelince] yeryüzündeki her şeyi kupkuru toprak haline getireceğiz.
9. [BU DÜNYA hayatı bir sınamadan ibaret olduğuna göre, imdi] (6) sen Mağara İnsanlarını[n] ve [onların kendilerini] yazıtlara/kitabelere [adamalarının kıssasını]n, gerçekten, Bizim [öteki] mesajlarımızdan daha meraka değer bulunacağını mı düşünüyorsun? (7)

6 - Bu ilave, sonraki uzun pasajla önceki iki ayet arasında dolaylı olarak îma edilmiş olan bağlantıya açıklık getirmek içindir.

7 - Lafzen, "Yoksa sen, Mağara İnsanları'nı ... daha şaşırtıcı mı buluyorsun?" -Bu ifadeyle, kıssanın ortaya koyduğu temsîlin ya da meselin bir bütün olarak Kur'an'ın önerdiği ahlakî öğretiyle tam bir bağdaşım içinde olduğu îma ediliyor. Ayette sözü geçen Mağara İnsanları'nın kıssasına gelince, müfessirlerin çoğu bunun ilk dönem Hristiyan tarihiyle, yani Roma imparatoru Desius'un zulmüne uğrayan Hristiyanlarla ilgili olduğu görüşüne meyletmektedirler. Menkıbeye göre, Efesli bir grup genç Hristiyan, inançlarıyla bağdaşır bir hayat sürdürmek için köpekleriyle beraber insan gözünden ırak bir mağaraya sığınır ve orada yıllarca süren (bu surenin 25. ayetine dayanarak yapılan bazı hesaplara göre üçyüz yıl dolayında) mucizevî bir uykuya yatarlar. Ne kadar sürdüğünün farkında olmadıkları bu uykudan günün birinde uyanır ve içlerinden birini yiyecek bir şeyler satın alması için şehre gönderirler. Tabii, bu arada durum bütünüyle değişmiş, Hristiyanlık artık kovuşturulan, baskı ve zor altındaki bir din olmaktan çıkmış, hatta Roma İmparatorluğu'nun resmî dini olmuştur. Genç adamın alış veriş için kullanmak istediği -Desius zamanından kalma- eski para şehirde ister istemez merak ve şaşkınlık uyandırır ve şehir halkı genç adama sorular sormaya başlar ve böylece Mağara İnsanları'nın ve onların mucizevî uykularının kıssası aydınlığa kavuşur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, klasik müfessirlerin ekseriyeti, Kur'an'ın bu Mağara İnsanları'yla ilgili atfını (9-26. ayetler) açıklamaya çalışırken hep bu Hristiyan menkıbesine dayanmışlardır. Ama, öyle görünüyor ki, kıssanın bu Hristiyan versiyonu, Hristiyanlık öncesi döneme, Yahudi kaynaklara kadar giden çok eski ve sözlü bir geleneğin son uzantısından başka bir şey değil. Klasik müfessirlerin hemen hepsinin naklettiği muhtelif güvenilir hadisler de bunun böyle olduğunu göstermektedir. Bu Hadislere göre, Muhammed (s)'in sahiden peygamber olup olmadığını sınamak için onun Mekkeli muhaliflerini, öteki meseller yanında, ona Mağara İnsanları'nın kıssası konusunda da soru sormaları için kışkırtanlar Medineli Yahudi din adamlarıydı (rabbis/ahbâr). Surenin 13. ayetiyle ilgili yorumunda İbni Kesîr bu Hadislere atıfta bulunarak şöyle demektedir: "Mağara İnsanları'nın Meryem oğlu İsa'nın izleyicileri olduğu söylenmiştir, ama işin aslını Allah bilir: Çünkü, bunların Hristiyanlık çağından çok önce yaşamış oldukları şu bakımdan açıktır ki, eğer Hristiyan olmuş olsalardı, kendilerini din ve kültür olarak Hristiyanlardan bütünüyle uzak tutan Yahudi din adamları böyle bir kıssaya kendi geleneksel söylenceleri arasında ne diye yer versinler?" Dolayısıyla, giydirilen Hristiyan kisvesi çıkarılıp hristiyanî renklerden arındıktan sonra rahatlıkla söyleyebiliriz ki Mağara İnsanları kıssası özü itibariyle Yahudi menşelidir. Sonradan eklenen unsurlardan arındırıp kendi aslî muhtevasına ulaştırdığımız zaman, kendi ihtiyarıyla dünyadan el etek çekip insan gözünden ırak bir mağarada ömür boyu "uykuya" çekilen ve mucizevî bir "uyanışla hayata dönen" bu insanların kıssasında, Hz. İsa'nın zuhurundan hemen önceki ve hemen sonraki yüzyıllarda Yahudi dininin tarihinde önemli bir rol oynayan dinî bir harekete, (3:52 üzerine 42. notumuzda da belirttiğimiz gibi, Hz. İsa'nın kendisinin de mensup olmuş olabileceği) çileci Essene Kardeşliği hareketine ve özellikle, onun kollarından birine, yani Ölü Deniz yakınlarında bir yerde uzlet içinde yaşamayı seçen ve modern zamanlarda Ölü Deniz Yazmaları/Kitabeleri keşfedildikten bu yana "Kumran cemaati" olarak bilinegelen bir topluluğun hayatına ilişkin çarpıcı bir temsîl buluruz. Yukarıdaki ayette geçen (bizim "yazmalar" ifadesiyle aktardığımız) rakîm ifadesi bu görüşe güçlü bir destek sağlamaktadır. Taberî'nin kaydettiği gibi, ilk otoritelerden bazıları -özellikle İbni ‘Abbâs- bu terimi merkûm ("yazılı şey") terimiyle ve dolayısıyla "kitap" ya da "kitabe/yazıt" terimiyle eş anlamlı görmüşlerdir. Keza Râzî: "Bütün belâgatçiler ve Arapça uzmanları er-rakîm'in el-kitâb'la aynı anlama geldiği görüşündedirler" demektedir. Kumran cemaati mensuplarının -ki bu Essene tarikatinin ilkelere en bağlı grubuydu- kendilerini bütünüyle bazı kutsal metinlerin ya da yazmaların tedris, istinsah ve muhafazasına adamış oldukları, dünyadan tam bir el etek çekme ve tecrit durumu içinde yaşadıkları ve manevî değerlere bağlılıklarıyla ileri derecede saygı uyandırdıkları tarihî olarak ortaya konmuş bulunduğuna göre, bu kişilerin dindaşlarının muhayyilesinde, zaman içinde, dünyayla irtibatını keserek yüzyıllarca "uyuyan" ve manevî/ruhanî görevleri bitince "uyanan" Mağara İnsanları'nın menkıbesiyle temsîlî bir anlatıma dönüşecek kadar derin bir iz bıraktıkları rahatlıkla söylenebilir. Kaynağı ne olursa olsun, yani ister Yahudi kaynaklı olsun, ister Hristiyan kaynaklı, Kur'an'ın bu menkıbeyi bütünüyle temsîlî bir anlamda: yani, Allah'ın insanda ölümü (yahut "uyku"yu), ölümden sonra kalkışı (yahut "uyanış"ı) gerçekleştirmesini ve bu arada insanları dinlerinin safiyetini korumak için günah ve kötülükle dolu bir dünyayı terk etmeye sevk eden dinî hassasiyeti yansıtan ve nihayet Allah'ın böyle bir imanı, zamanı ve ölüm olgusunu aşan manevî/ruhanî bir uyanma bahşederek nasıl ödüllendirdiğini dile getiren bir temsîl olarak zikrettiği bir gerçektir.

10. Hani, o gençler mağaraya sığındıkları zaman, "Ey Rabbimiz!" demişlerdi, "Bize katından bir rahmet bahşet; ve içinde bulunduğumuz [haricî] şartlar ne olursa olsun bizi doğruluk bilinciyle donat!" (8)

8 - Lafzen, "Bizi (bu) durumumuzdan (min emrinâ) doğru olana çıkaracak bilgiyi/bilinci bize bahşet!" -Cümlenin sonu rüşd teriminin anlamıyla ilgilidir. Bu pasaj, 13. ayete vd.'da daha geniş bir biçimde ortaya konan mesajın ana hatlarına işaret ederken, Mağara İnsanları'nın kıssasına bir tür giriş teşkil etmektedir.

11. Biz de bunun üzerine mağarada onların kulaklarını yıllarca [dış dünyaya] kapalı tuttuk, (9)

9 - Yani, Allah onların -hem gerçek, hem de mecazî anlamda dış dünyanın telaş ve kaygılarından uzak kalmalarını sağladı. Klasik müfessirler yukarıdaki pasajı "Allah onların kulaklarını uykuyla tıkadı" anlamına yormuşlardır.

12. sonra onları uyandırdık, (10) ki (mağarada) geçen sürenin iki bakış açısından (11) hangisiyle daha iyi değerlendirildiğini [insanlara] gösterelim. (12)

10 - Yahut: "onları gönderdik" -Bu anlamıyla ibare, aktif dünya hayatına yeniden dönmeyi ifade ediyor olabilir.

11 - Lafzen, "iki hizipten" -"Aradan geçen sürenin kestirilmesi ..." konusunda aşağıda 19. ayette sözü geçen iki bakış açısını, iki görüşü telmîhen işaret eden bir ifade: Bununla birlikte, akılda tutulmalıdır ki, ehsâ fiili sadece "hesab etti" ya da "saydı" anlamını değil, aynı zamanda "anladı", yahut "kavradı" anlamını da taşımaktadır (Tâcu'l-‘Arûs). Hakikat peşinde olan bu insanların mağarada geçirdikleri zamanın hesaplanmasının bu kıssanın ahlakî mesajını tamamlayan herhangi özel bir anlamı olamayacağına göre, ehsâ fiili burada açıktır ki, Mağara İnsanları'nın "uykuya" geçmeleriyle "uyanmaları" arasında geçen zamanın manevî/ruhanî anlamını "daha iyi kavramak" yahut bu konuda "daha iyi bir kavrayış göstermek" anlamını taşımaktadır (bkz. aşağıda 25. not).

12 - Lafzen, "ki ... bilelim": fakat Allah, geçmiş, hal ve gelecek, bütün zorlukları kapsayan kuşatıcı ve sınırsız bir bilgi sahibi olduğuna göre, O'nun bir olayı "bilmesi" o olayı edip-eylemesi, oldurması ve böylece kullarını da bu olaydan haberdar kılması anlamınadır: Bunun içindir ki, sözkonusu fiilin "ki, ... [insanlara] gösterelim" ifadesiyle aktarılması daha yerinde olacaktır.

13. [Şimdi] onların kıssasını bütün gerçeğiyle (13) sana anlatacağız.Onlar gerçekten de Rablerine yürekten inanan gençlerdi; ve biz de kendilerini doğru yolda derin bir bilinç ve duyarlıkla güçlendirmiş, (14)

13 - Yani, zaman içinde insanlar tarafından ilave edilen ve kıssanın amacını bulandıran her türlü masalsı süsten arınmış olarak.

14 - Lafzen, "Doğru yolda onlar(ın seviyesin)i yükselttik [yahut "artırdık"].

14. kalplerini pekiştirmiştik; öyle ki, doğrulup [birbirlerine]: (15) "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir", demişlerdi "Biz asla O'ndan başkasına yalvarıp yakarmayacağız, [çünkü böyle bir şey yaparsak] çok çirkin bir şey dile getirmiş oluruz!

15 - Lafzen, "kalktıkları/ayaklandıkları zaman" -yani, yanlış yoldaki soydaşlarının yahut müminlere zulmeden yöneticilerin karşısına dikildikleri zaman (bkz. 7. not).

15. Oysa, bu bizim soydaşlarımız, inançlarını destekleyen açık ve akla uygun bir delil (16) getiremedikleri halde (17) O'ndan başka varlıkları tanrı ediniyorlar: Allah hakkında yalan uyduran kimseden (18) daha zalim kim olabilir?

16 - Lafzen, "kendilerini destekleyen açık bir delil" [yahut "yetki"]. Beyyin ("açık", "aşikar", "belli") sıfatı akıl ve sağduyuya hitab eden bir delil anlamınadır.

17 - Lafzen, "Niçin getirmiyorlar" [yahut "getirmeleri gerekmez miydi?"]. Yeni bir cümleye başlarken daha çok üslup/belâgat gereği (rhetorical) bir soru.

18 - Yani, asılsız tanrılar uyduran ve dolayısıyla Allah'ın birliği, eşsiz ve ortaksız olduğu gerçeğini yalanlamış, hatta O'nun varlığını büsbütün inkar etmiş olan kimseden.

16. Bunun içindir ki, şimdi siz onlardan da, onların Allah'tan başka tapındıkları bütün o asılsız şeylerden de uzaklaşıp şu mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetini size ulaştırsın ve sizi durumunuza göre ruhlarınızın ihtiyaç duyabileceği şeylerle (19) donatsın!"

19 - Mirfak terimi "kişinin yararlandığı şey" anlamını taşımaktadır. Yararlanılan şey somut ya da soyut olabilir; yukarıdaki anlam örgüsü içinde, genç adamların dünyevî olanı terk edip bütünüyle inzivaya çekilmelerini işaret etmek üzere, sözcüğün manevî bir çağrışımla yüklü olduğu aşikardır.

17. Ve [yıllarca] güneşin, doğarken onların mağarasını sağ yandan yalayıp geçtiğini, batarken de onlara dokunmadan sol yandan geçip gittiğini ve onların, mağaranın genişçe bir odasında (20) bulunduğunu görürdün: Rabbinin alametlerinden biriydi bu; Allah kime yol gösterirse doğru yolu bulan odur ve kimi de sapıklık içinde bıraksa, artık onun için doğru yolu gösteren bir dost, bir koruyucu bulamazsın.

20 - Lafzen, "onlar mağaranın genişçe bir hücresinde iken". Anlaşıldığı kadarıyla mağara kuzeye bakıyordu, öyle ki, güneşin sıcaklığı onları hiç rahatsız etmiyordu. Bu husus, kanaatimizce, "ebedî gölge" imajıyla simgelenen, dürüst ve erdemli olanların cennette ulaşacakları mutluluk-esenlik halini belirtmek için Kur'an'da sıkça yapılan bir atıfın uzantısı durumundadır (bkz. özellikle, zill teriminin "mutluluk/esenlik" anlamına mecaz olarak kullanılması hk. 4. sure, 74. not).

18. Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Öyle ki, Biz onları bir sağa çeviriyorduk, bir sola; ve köpekleri de eşikte ön ayaklarını uzatıp (uyuyakalmıştı). Onlara (bu halleriyle) rastlamış olsaydın arkanı dönüp kaçardın; onlardan yana için korkuyla dolardı. (21)

21 - Yani, hazırlıksız bir seyirci, bu Mağara İnsanları'nı kuşatan atmosferde ilk bakışta derinlikli, sarsıcı, belki uhrevî bir şeyler hisseder ve Allah tarafından seçilmiş kimselerin karşısında olduğunu hemen fark ederdi (Taberî, Râzî, İbni Kesîr, Beydâvî).

19. Derken [günü gelince] onları uykudan kaldırdık; (22) ve [olup biteni] birbirlerine sormaya başladılar.(23) İçlerinden biri: "(Burada) bu şekilde ne kadar kaldınız?" diye sordu. Ötekiler: "Ya bir gün ya da günün bir kısmı kadar" (24) dediler. [İçlerinden daha derin bir sezgiyle donanmış olanlar:] "Ne kadar kaldığımızı en iyi Rabbimiz bilir" dediler(25) ve (şöyle eklediler:) "Şimdi içinizden birini şu gümüş paralarla şehre gönderin de, baksın yiyeceklerden en temizi hangisi ise size ondan azık olarak alıp getirsin. Ama çok dikkatli davransın, sakın kimseye sizden bahsetmesin:

22 - Bkz. yukarıda 10. not.

23 - Bize öyle geliyor ki, li-yetesâelû (ki çoğu müfessir buna "birbirlerine sorsunlar diye" anlamını vermiştir) teriminin başındaki li eki amaç bildiren bir ek değil, fakat daha çok lâmu'l-‘âkibe denen ve sonuç bildiren bir ek durumundadır. Buna bağlı olarak yukarıdaki anlam akışı içinde sözkonusu ifadenin "ve ... sormaya başladılar" şeklinde anlaşılması daha doğru olur.

24 - Karş. 2:259; orada da aynı soru sorulmakta ve Allah tarafından yüzyıl için öldürülen sonra yeniden diriltilen adam meselinde aynı düşündürücü cevap verilmektedir. Her iki parçada da soru ve cevabın ifade tarzındaki bu çarpıcı benzerlik, hiç kuşkusuz, bir rastlantı değildir: Her iki meselde dile getirilmek istenen fikirler arasındaki özdeşliği, yani Allah'ın ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarmaya (3:27, 6:95, 10:31, 30:19), hayatı yaratmaya, onu ortadan kaldırmaya ve sonra yeniden var etmeye kâdir olduğunu işaret etmektedir bu. Yukarıdaki ayet, ayrıca, bütünüyle dünyevî algılara bağlı beşerî "zaman" kavramının yanıltıcı, aldatıcı olduğunu îma etmektedir.

25 - Yani, başlarından geçen olayın sadece pratik ve zahirî yanıyla ilgilenen arkadaşlarının tersine, bunlar "uykuya dalma"yla "uyanma" arasında geçen zamanın, ölüm ve ölümden sonra kalkış olgusuna kıyasla tek başına hiçbir anlam ve gerçekliği olmadığını anladılar (karş. 17:52 ve ilgili 59. not). Bu husus, 12. ayetteki "iki bakış açısı" (lafzen, "iki hizip") ifadesine de açıklık getirmektedir.

20. çünkü, bakın, sizin varlığınızı öğrenirlerse ya sizi taşlayarak öldürürler ya da zor altında sizi kendi dinlerine döndürürler ki, bu durumda, bir daha asla kurtulamazsınız!" (26)

26 - "Uyku" sırasında Mağara İnsanları için zaman duygusu adeta yerinde saydığı için, dış dünyanın değişmediğini, yine kendileri için tehdit edici olduğunu sanıyorlar. Kıssa bu noktada âniden kesiliyor (çünkü, bilindiği gibi, Kur'an hiçbir zaman anlatımın özellikle olay akışıyla ilgilenmemektedir) ve sonraki ayetlerde bunun, ölümü, ölümden sonra kalkışı ve zamanın beşerî algılama tarzı içindeki izafîliğini dile getiren bir temsîl olduğu ortaya konuluyor.

21. İŞTE BU YOLLA (27) [insanların] dikkatini onların kıssası üzerine çektik, (28) ki onların başına gelenler konusunda aralarında tartıştıkları (29) zaman bilsinler ki, Allah'ın [ölümden sonraki kalkış konusundaki] vaadi bütünüyle gerçektir ve Son Saat'in gelip çatacağına hiç şüphe yoktur.Ve böylece [o şehrin ahalisinden] bazıları: "Onların anısına (30) bir anıt dikin; onların başına gelen her neyse, bunu en iyi Allah bilir" dediler. Görüşleri genel kabul gören başkaları ise: "Doğrusu, onların anısına mutlaka bir mescid yükseltmeliyiz!" dediler.

27 - Yani, Mağara İnsanları hakkındaki bu kıssayı anlatmak ve özellikle Kur'an'ın kendine has üslubu içinde kıssayı temsîlîleştirmek suretiyle.

28 - Lafzen, "onlar hakkında [başkalarına] bilgi verdik".

29 - Lafzen, "onların durumunu (emruhum) aralarında tartıştıkları zaman;" Mağara İnsanları kıssasının, tartışmalara ve birbiriyle çatışan yorumlara yol açarak insanların zihnini uzun zaman meşgul ettiğini îma eden bir ifade. Sonraki cümle Allah'ın insanların dikkatini Kur'an'ın muhtevası içinde niçin bu kıssaya çektiğini açıklamaktadır.

30 - Bizce, hem burada, hem de sonraki cümlede "görüşleri genel kabul gören kimselerin (ellezîne ğalebû ‘alâ emrihîm)" mescid yapılması yolundaki önerilerine ilişkin atıfta geçen, ‘aleyhim (lafzen, "onların üzerine") tabirinin anlamı budur.

22. [Ve çağlar sonra], bilemeyecekleri bir konuda gereksiz tahminlerde bulunarak, "onlar üç kişiydiler; dördüncüleri köpekleriydi", yahut "beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi", hatta "yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi" diyen kimseler çıkacak. (31) De ki: "Onların sayısını en iyi Rabbim bilir! Zaten ancak çok az kimse onlar hakkında kayda değer bir şeyler bilmektedir. Bunun içindir ki, onlar hakkında, (kıssalarından çıkan) görünür dersin dışında, kimseyle tartışma(yın), (32) ve onlar hakkında daha fazla bilgi almak için o [rivayetçilerden] hiçbir şey sorma(yın)".

31 - Seyekûlûn ifadesindeki gelecek zaman kipiyle, bir kere daha, sözkonusu kıssanın menkıbevî karakterine işaret edilmekte ve bu konuda ayrıntılara inen bütün spekülasyonların kıssanın temsîl edici, ahlakî mesajıyla bağdaşmadığı îma edilmektedir.

32 - Yani, Mağara İnsanları hakkında ancak, onların kıssalarından çıkarılacak aşikar dersi insanlara ulaştırmak üzere konuşun: yukarıda 21. ayetin ilk paragrafına ilişkin bir atıftır bu.

23. VE HİÇBİR ŞEY hakkında, "Ben bu işi yarın mutlaka yapacağım" deme;
24. (bunu) ancak "Eğer Allah dilerse" [sözcüğüyle birlikte söyle]. (33) Ve bunu unutursan [hatırladığın zaman] Rabbini anarak de ki: "Umarım ki Rabbim beni doğru olana bundan daha yakın olan bir bilgi ve duyarlık düzeyine eriştirir!"

33 - Hemen hemen bütün müfessirlere göre, bu ara pasaj (23-24. ayetler) öncelikle, bazı müşrik Kureyşliler tarafından kendisine Mağara İnsanları'nın akibeti konusunda soru yöneltilen Hz. Peygamber'e hitab etmektedir. Rivayete göre, Hz. Peygamber bu sorulara karşı "Cevabını size yarın vereceğim" demiş; bunun üzerine vahiy, Allah'ın, Hz. Peygamber'in bu tavrını tasvib etmediğinin bir işareti olmak üzere geçici olarak durdurulmuştur. Bu öğüt, Hz. Peygamber'le birlikte bütün müminlere hitab eden genel bir ilkeyi ifade etmektedir.

25. VE [BAZILARI,] onlar[ın] mağaralarında üçyüz yıl kaldı[ğını ileri sürüyor] ve kimileri de [bu sayıya] dokuz yıl daha ekliyorlar. (34)

34 - Bu ifade, açıktır ki, 22. ayetin ilk paragrafında bahsedilen "gereksiz tahminler"le, yani 22. ayette geçen "onların sayısını en iyi Rabbim bilir" ve 26. ayetteki "Onların [orada] ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir" ifadeleriyle reddedilen tahminlerle bağlantılıdır. Bu görüş özellikle Abdullah İbni Mes‘ûd'un görüşüdür ki, bizim yukarıda parantez içinde açıklayıcı ilaveler olarak verdiğimiz ifadelerin ("[bazıları] ... kaldı[ğını ileri sürüyor] ve kimileri de [bu sayıya]"), ismi geçen zatın kendi Kur'an nüshasında Kur'an'ın orijinal ifadeleri olarak yer aldığı rivayet edilmektedir (ama, bizce, bunlar muhtemelen İbni Mes‘ûd'un ilave ettiği açıklayıcı kenar notlarıydı). İbni Mes‘ûd'a izafe edilen görüş Katâde ve Matar el-Verrâk tarafından da paylaşılmaktadır (Taberî, Zemahşerî ve İbni Kesîr). Bizim çevirideki açıklayıcı ilavelerimiz de ("bazıları ... ileri sürüyor") İbni Mes‘ûd'un bu açıklayıcı kenar notlarında geçen kâlû ("dediler") ifadesine dayanmaktadır.

26. De ki: "Onların [orada] ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gizli gerçekleri [yalnızca] O'nun elindedir; O ne eşsiz bir görücü, ne eşsiz bir işiticidir! Onların O'ndan başka koruyucusu-kayırıcısı yoktur; çünkü O hükmünde kimseyi kendine ortak tutmaz!"
27. ÖYLEYSE, Rabbinin kitabından sana vahyedileni [insanlara] duyur. O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur; (35) Ve sen de O'ndan başka sığınacak kimse bulamazsın.

35 - Râzî'ye göre, büyük Kur'an müfessiri Ebû Müslim el-İsfehânî'nin bizim 2:106 üzerine 87. notumuzda tartıştığımız "nesih (yürürlükten kaldırma) öğretisi"ni reddederken dayandığı ayetlerden biri de buydu.

28. Ve Rablerinin hoşnutluğunu umarak sabah akşam O'na yalvarıp yakaranlarla birlikte sen de sabret; ve dünya hayatının cazibesine kapılıp da sakın gözlerini onların üzerinden ayırma; (36) Ve iyi ve güzel olan ne varsa hepsini terk edip (37) [yalnızca] bencil arzularının peşine düştüğü için kalbini zikrimize karşı duyarsız kıldığımız (38) kimseye aldırma.

36 - Bu ayet hk. bir açıklama için bkz. 6:52 ve ilgili 41. not.

37 - Lafzen, "İşi (emr) [iyi ve doğru olanı]n sınırlarını aşmak [ya da "tecavüz etmek"] olan ..."

38 - Bkz. 2. sure, 7. not. Zemahşerî ve Râzî, eğfelnâ fiilini, Kur'ânî öğretiyle uyum içinde, "duyarsız ya da ilgisiz bulduğumuz kimse" olarak tefsir etmişlerdir. (Ayrıca bkz. 14:4 hk. not 4.)

29. Ve de ki: "(Bu) hak, Rabbinizden [gelmiş]tir: Artık ona dileyen inansın, dileyen reddetsin". Gerçek şu ki, Biz, [sunduğumuz hakikati teperek kendi kendilerine] yazık edenler (39) için dalga dalga yükselen alev katmanlarıyla (40) onları çepeçevre kuşatacak bir ateş hazırladık; öyle ki, onlar su istediklerinde ergimiş kurşunu andıran ve yüzlerini kavuran bir su verilecek onlara: ne korkunç bir sudur o ve ne kötü bir duraktır orası!

39 - Râzî, ez-zâlimûn (lafzen, "zalimler") ifadesini böyle tefsir etmektedir.

40 - Bizim, çeviride "dalga dalga yükselen alev katmanları" ifadesiyle aktardığımız sürâdik tabiri sözcük anlamıyla çadırın tentesi ya da dış örtüsü demektir; burada ise günahkarları çepeçevre kuşatacak olan "alev/duman katmanları" anlamındadır (Zemahşerî): onların cehennem azabından kurtulmayacağını dile getiren sembolik bir ifade tarzı (Râzî).

30. [Ama] imana erip de dürüst ve erdemli davrananlara gelince: iyi ve güzel olanı yapmakta sebat gösterenlerin emeğini elbette zayi etmeyiz:
31. İçlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı ebedî mutluluk-esenlik bahçeleri işte böylelerinin olacaktır; orada onlara altın bilezikler takılacak; yeşil ipekli ve işlemeli giysiler giyinecekler ve orada (yumuşak) divanlarda yaslanıp oturacaklar: (41) Bu ne güzel bir karşılık, bu ne güzel bir dinlenme yeri!

41 - Ahiretteki mutluluk-esenlik durumuna ilişkin diğer bütün Kur'ânî betimlemeler (tasvirler) gibi, inananların altın bilezik takıp ipekli giysiler giyeceklerini (karş. 22:23, 35:33 ve 76:21'deki benzer pasajlar), yumuşak divanlarda (erâik) oturacaklarını ifade eden yukarıdaki atıf da inananların dünya hayatında inançlarının gereği olarak ortaya koydukları fedakarca davranışların bir sonucu olarak kendilerine bahşedilecek olan ebedî hayatın görkemini, canlılığını ve rahatlığını (sırayla "altın takılar, yeşil ipekli işlemeli giysiler ve yumuşak divanlar" gibi sembollerle) betimleyen bir temsîl olduğu aşikardır. Râzî, cennete ilişkin anlatımdaki bu simgeselliğe işaret ederken, yukarıdaki cümlenin iki bölümü arasındaki kuruluş farkına dikkat çekmektedir; şöyle ki: cümlenin ilk kısmı edilgen yapıda ("orada onlara altın bilezikler takılacak"), ikinci kısmı ise etken yapıdadır ("... giysiler giyecekler, oturacaklar"). Râzî'ye göre etken fiille ifade edilen bölüm iyilerin kendi dürüst ve erdemli yapıp-etmeleriyle hak ettikleri karşılığı; edilgen fiille ifade edilen bölümün ise, onların kendi emeklerinin üstünde ve ötesinde, Allah tarafından kendilerine bir lütuf ve armağan olarak bahşedilecek olan şeyleri îma etmektedir.

32. ONLARA şu iki adam örneğini ver, ki onlardan birine iki üzüm bağı bahşetmiş, onların çevresini hurmalıklarla çevirmiş ve aralarına da ekili bir alan yerleştirmiştik. (42)

42 - Surenin 7-8. ayetleriyle bağlantılı olan bu mesel "yeryüzündeki bütün güzelliklerin Allah'ın insanları sınaması için bir araç" olduğu yolundaki ifadenin bir yankısı durumundadır.

33. Bu her iki bahçe de beklenen ürünü veriyor, verimlerinde herhangi bir eksilme göstermiyorlardı; çünkü Biz her birinin içinden bir dere akıtmıştık.
34. Böylece [bu bahçenin sahibi] bolluk içinde ürün kaldırıyordu. Ama [bir gün] bu adam komşusuyla tartışırken söz arasında ona: "Benim malım mülküm senden çok; nüfusça da senden daha güçlü, daha ilerdeyim!" dedi.
35. [İşte] kendi kendine [böylece] yazık eden bu adam: "Bu bahçenin bir gün yok olacağını asla düşünemiyorum!" diyerek bahçesine girdi;
36. ve "Son Saat'in (bir gün) gelip çatacağını da düşünemiyorum" (diye ekledi,) "hem, [o saat gelse ve] ben Rabbimin huzuruna çıkarılacak olsam bile, (43) sonuç olarak, her halde bundan daha iyisini karşımda bulacağım!"

43 - Lafzen, "Rabbime geri götürülecek [ya da "arzedilecek"] olsam bile" -yani, hesaba çekilecek olsam bile.

37. Kendisiyle tartışmaya girdiği komşusu ona: "Seni tozdan topraktan, (44) sonra bir damla döl suyundan yaratıp da [eksiksiz] bir insan şekline sokan Allah'a karşı nankörlük mü yapıyorsun?"

44 - Bkz. 3:59 ile ilgili 47. notun ikinci yarısı; ayrıca 23:12 ile ilgili 4. not.

dedi.
38. "Bana gelince, [biliyorum ki] benim Rabbim Allah'tır ve ben tanrısal nitelikleri O'ndan başka kimseye yakıştıramam". (45)

45 - Lafzen, "Rabbime kimseyi ortak koşmam [ya da "koşmayacağım"]". Yani, "Zenginliği ya da yoksulluğu asla Allah'tan başka bir güce yahut yaratıcı bir âmile izafe etmem/edemem" (Râzî'nin kaydettiğine göre, Kiffâl).

39. Ve [devamla,] "Yazık, (46) keşke bahçene girerken ‘Allah'ın dilediği [olur, çünkü] yaratıcı güç ancak Allah'ın elindedir' deseydin! Mal ve evlatça, gördüğün gibi, senden daha güçsüz isem de

46 - Lev-lâ takısına verdiğimiz "yazık!" yahut "ne yazık!" anlamı hk. bir açıklama için bkz. 10:98 üzerine 119. not.

40. Rabbim bana senin bağından bahçenden pekala daha hayırlısını verebileceği gibi, [senin] bu [bahçe]ne gökten bir afet gönderir de [bahçen o zaman] yerle bir olabilir;
41. yahut bir daha asla bulup çıkaramayacağın biçimde onun suyu çekilebilir!"
42. Ve [gerçekten de böyle oldu:] ürünlerle dolup taşan bahçeleri çepeçevre târümâr edildi; ve o [bahçenin] târümâr olmuş çitleri, çardakları karşısında, boşa giden emeğine yanarak ellerini oğuştura oğuştura: "Ah, n'olurdu, Rabbimden başkasına tanrısal nitelikler yakıştırmamış olsaydım!" demekten başka söyleyecek bir şey bulamadı.
43. Çünkü şimdi artık onun ne Allah yerine kendisine yardım ulaştıracak kimsesi vardı, (47) ne de kendi başının çaresine bakabilecek durumdaydı.

47 - Lafzen, "hiçbir koruyucusu/hâmîsi yoktu".

44. İşte bunun içindir ki, koruyucu-kayırıcı güç bütünüyle, Tek ve Gerçek Tanrı olan Allah'a aittir. Hak edilen karşılığı vermekte de, sonucun ne olacağını belirlemekte de en iyi olan (48) O'dur.

48 - Lafzen, "sonuç olarak en iyi".

45. DÜNYA hayatının gökten indirdiğimiz suya benzediğini onlara anlat: Öyle ki, yerin bitkileri onu emerek zengin bir çeşitlilik içinde boy verip birbirine karışırlar; ama bütün bu canlılık, çeşitlilik sonunda rüzgarın savurup götürdüğü çer çöpe döner. İşte (bunun gibi,) her şeye karar veren [yalnız] Allah'tır.
46. Mal mülk ve çocuklar dünya hayatının süsleridir; ama ürünü kalıcı olan dürüst ve erdemli davranışlar ise, karşılığı bakımından, Rabbinin katında daha değerli ve bir ümit kaynağı olarak daha verimlidir. (49)

49 - Lafzen, "değeri bakımından Rabbinin nezdinde daha hayırlı ve ümit olarak da yine daha hayırlıdır". El-bâkiyâtu's-sâlihât ("ürünü kalıcı olan dürüst ve erdemli davranışlar") ifadesi, bir burada, bir de 19:76'da olmak üzere bütün Kur'an'da iki kere geçmektedir.

47. Çünkü, dağları ortadan kaldıracağımız o Gün yeryüzünü boş ve çıplak görürsün; [o Gün] kimseyi bırakmaksızın herkesi [diriltip] bir araya toplayacağız.
48. Ve dizi dizi Rablerinin huzuruna çıkarıldıklarında [Rableri onlara şöyle diyecek: (50) ] "İşte, sizi ilk kez yarattığımız günkü gibi [bütünüyle yapayalnız ve boyun eğmiş olarak] huzurumuza geldiniz; (51) oysa, sizin için böyle bir buluşmayı gerçekleştirmeyeceğimizi sanıyordunuz hep!"

50 - Yani, hayattayken, ölümden sonra dirilme gerçeğini inkara kalkışanlara.

51 - Karş. 6:94.

49. Ve [o Gün, herkesin dünyada yapıp-ettiklerine dair] sicil(ler) önlerine konduğunda, suçluların orada (yazılı) olanlardan irkildiklerini görürsün; "Vah bize! Nasıl bir sicilmiş bu! Küçük, büyük hiçbir şey bırakmamış, her şeyi hesaba geçirmiş!" derler.Ve yapıp-ettikleri her şeyi (kaydedilmiş olarak) önlerinde bulurlar; ve Rabbinin kimseye haksızlık yapmadığını [anlarlar].
50. VE [HATIRLA Kİ] Biz meleklere "Âdem'in önünde yere kapanın!" (52) dediğimiz zaman, İblis dışında, onların hepsi yere kapanmıştı. [İblis] görünmeyen varlıklardan (53) biriydi; ve böylece Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Peki, yine de onu ve avanesini (54) kendinize dostlar/sırdaşlar edinecek misiniz, hem de onlar sizin düşmanlarınız olduğu halde? Zalimler adına (55) bu ne kötü bir mübadeledir!

52 - Allah'ın meleklere "Âdem'e secde edin!" buyruğuyla hitab ettiği bu çok tekrarlanan temsîle ilişkin kısa atıf, yukarıdaki anlam örgüsü içinde, insanın fıtrî kavramsal düşünme yeteneğine (bkz. 2:31-34 ve ilgili notlar) ve buna bağlı olarak doğruyla eğri arasında seçim yapma gücüne ve yükümlülüğüne dikkat çekmek içindir. İnsanın ahlakî planda bilerek yanlış bir yol tutması -ki önceki pasajlar bundan söz etmektedir- hemen her zaman onun dünya hayatının cazibesine kendini fazla kaptırmasından ileri geldiğine göre, burada Şeytan'ın (yahut İblis'in), insanı ahlakî endişelerden koparmak ve böylece onun manevî/ruhanî yıkımını hazırlamak için insanda kötüye kullandığı tarafın işte bu kendini kaptırma zaafı olduğuna dikkat çekilmektedir

53 - Burada melekler kasdediliyor (bkz. Ek III).

54 - Lafzen, "onun soyundan gelenleri" -onun peşinden gidenler, ona uyanlar anlamında kullanılan mecazî bir ifade.

55 - Lafzen, "zalimler için". Şeytan'ın Allah'a karşı sembolik "başkaldırısı" hk. bkz. 2:34, 26. not ve 15:41, 31. not.

51. Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına tanık kıldım; ne de kendilerinin yaratılışına; (56) ayrıca, [insanları] yoldan çıkaran bu [varlıkları] kendime hiçbir şekilde yardımcı edinmiş de değilim. (57)

56 - Yani, "bunlar yaratılmış varlıklar olduğuna ve benimle bir ortaklıkları olmadığına göre, onları nasıl olur da kendinize efendi, velî olarak seçersiniz?" -İnsanların bilinçli olarak ya da (Şeytan'ın ayartılarına kapılmak suretiyle) bilinçaltı dürtülerin tutsağı olarak tanrısal nitelikler yakıştırdığı gerçek ya da muhayyel varlıklara ilişkin bir atıf.

57 - Allah sınırsız kudret sahibi, her şeyin künhünü bilen ve mutlak manada kendine yeterli biricik ilah olduğuna göre, başka herhangi bir varlığın ya da gücün O'na tanrılığında "yardımcı" anlamında ortak olduğuna yahut O'nunla insan arasında "aracı" rolü oynayabileceğine inanmanın, insanı bütünüyle sapıklığa sürükleyeceği muhakkaktır.

52. Nitekim, o Gün [Allah]: "[Şimdi] çağırın bakalım, benim ortaklarım olduğunu sandığınız varlıkları!" (58) diyecek. Bunun üzerine onları çağıracaklar, ama berikiler onlara bir karşılık vermeyecek: çünkü onlarla ötekiler arasına aşılmaz bir uçurum (59) koyacağız.

58 - Lafzen, "[var olduğunu] sandığınız ortaklarımı": bkz. 6:22 üzerine 15. not.

59 - Yahut: "bir azap uçurumu [ya da "engeli"]": günahkarları, muhayyile ürünü düzmece varlıklardan ayıran yalan uçurumunu ya da, daha büyük bir ihtimalle, günahkarları, kendileri böyle bir iddiada bulunmadıkları halde tapınırcasına yücelttikleri, tanrılaştırdıkları birtakım ruhanî şahsiyetlerden (Zemahşerî ve Râzî'nin alternatif yorumlarına göre, Hz. İsa ve Meryem'den) ayıran şirk uçurumunu îma eden bir ifade.

53. Ve günaha gömülüp gitmiş olanlar o zaman ateşi görecek ve oraya girmek zorunda olduklarını anlayacaklar ama ondan kaçmak kurtulmak için bir yol bulamayacaklar.
54. İŞTE BUNUN GİBİ, Biz bu Kur'an'da insanlar[ın yararlanması] için çeşitli açılardan türlü türlü dersler (60) ortaya koyduk. Bununla birlikte, insan her şeyden çok tartışmaya düşkündür:

60 - Karş. bu anlam örgüsü içinde "ders" olarak çevirdiğimiz mesel terimine ilişkin bir açıklamanın yer aldığı 17:89 hk. 104. not.

55. Nitekim, kendilerine doğru yol rehberi gelmişken insanları imana erişmekten ve Rablerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan yegane tutum, [onların] önceki [günahkar] toplumlara uygulanan sürecin kendilerine de uygulanmasını ya da [nihaî] azabın öte dünyada başlarına gelmesini (61) beklemeleri değil de, nedir?

61 - Lafzen, "yüzyüze/karşı karşıya gelmelerini" yahut "gelecekte..." (Zemahşerî) -Çevirideki "nihaî azabın başlarına gelmesi" ifadesi kubulen sözcüğüne verilen bu her iki anlamı da kapsamaktadır.

56. Fakat Biz, mesaj-taşıyıcılarını yalnızca müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz; hakkı inkara şartlanmış olanlarsa [onlara karşı] asılsız iddialarla, güya hakkı çürütmek, hükümsüz kılmak için tartışır, mesajlarımızı ve uyarılarımızı alay konusu yaparlar.
57. Rabbinin mesajları kendisine ulaştırıldığı halde, kendi eliyle işlediği bütün [kötü] işleri de unutup, (62) onlara yüz çeviren kimseden daha zalim kim olabilir? Bakın, Biz böylelerinin kalplerine, hakkı kavramalarına engel olan bir örtü ve kulaklarına da bir ağırlık yerleştirmişizdir; dolayısıyla, onları doğru yola (63) çağırsan da asla doğru yola girecek değillerdir.

62 - Yani, kötü ve haksız davranışlarına devam ederek (Râzî).

63 - Lafzen, "doğru yol rehberine".

58. [Bununla birlikte,] yine de senin Rabbin sınırsız rahmet sahibi, gerçek bağışlayıcıdır. Yoksa, işledikleri [kötülükler] için onları hemen paylayacak olsaydı, kuşkusuz, hak ettikleri azabı çarçabuk başlarına salardı. (64) Ama işte, onlar için, aşıp ötesine geçemeyecekleri bir süre belirlenmiştir; (65)

64 - Lafzen, "muhakkak, onlar için azabı çabuklaştırırdı". Allah'ın günahkarlara, tevbe edip yollarını doğrultmaları için zaman verdiğini belirten bir ifade.

65 - Karş. 16:61 ve 35:45'deki şu ya da bu bakımdan benzer ifadeler. "Belirlenmiş süre" (mev‘id) bu anlam örgüsü içinde, günahkarların ömürlerinin sonunu yahut -sonraki ayette işaret edildiği üzere- (sünnetullaha göre) cezasız bırakılmayacak kadar günahta, zulümde ileri gidildiği "dönüşü olmayan nokta"yı gösterir.

59. tıpkı, zulüm üstüne zulüm işlediklerinde (66) yok ettiğimiz önceki toplumlar gibi: ki Biz onların ortadan kaldırılması için de bir süre belirlemiştik.

66 - Lafzen, "Zulmettikleri zaman" [yahut "zulmettikten sonra"] -yani, zulümde ileri gittiklerinde; zulümde ısrarlı ve devamlı oldukları için.

60. HANİ, (67) [gezginlik günlerinde] Mu-sa yardımcısına: (68) "İki denizin birleştiği yere kadar yoluma devam edeceğim" demişti, "[bu yolda] yıllar harcamam gerekse bile!"

67 - Çok defa "...diği zaman" anlamına gelen ama bizim burada "hani" sözcüğüyle aktarmayı daha uygun bulduğumuz iz takısı, Kur'an'da çoğu zaman, anlatımın ve düşüncenin akışını bozmadan dikkatleri yeni bir söyleme ya da temaya çekmek için kullanılmaktadır. Buradaki örnekte de bu sözcük, gerilerde 54. ayetle belirgin bir bağlantı kurarak ("... Biz bu Kur'an'da insanlar[ın yararlanması] için çeşitli açılardan türlü türlü dersler ortaya koyduk") bilginin, özellikle manevî/ruhanî bilginin, hiçbir ölümlünün -bu ölümlü peygamber bile olsa, insan zihnini hayat boyunca meşgul eden soruların hepsine cevap bulabildiğini iddia etmesine imkan vermeyecek kadar tükenmez, sonu gelmez olduğunu yansıtan bir temsîle dikkat uyandırıcı bir giriş sağlamak üzere kullanılmıştır. (Sözkonusu temsîlin dile getirdiği gerçek, bu surenin son iki ayetinde sarahaten ortaya konulmaktadır.) Sonraki ayetlerde (60-82. ayetler) anlatılan Hz. Musa'nın bilgi peşinde yaşadığı serüven, zaman içinde, bizim burada yer veremeyeceğimiz sayısız menkıbenin kaynağı olmuştur. Yine de, değişik rivayetleriyle Buhârî, Müslim ve Tirmizî tarafından kaydedilmiş olup Ubeyy b. Ka‘b'dan nakledilen bir rivayeti zikretmeden geçemeyeceğiz. Bu rivayete göre Hz. Musa, bir keresinde, insanların en bilgesi olduğunu iddia ettiği için Allah tarafından azarlanmış ve kendine vahiy yoluyla, "iki denizin birleştiği yerde" yaşayan bir "Allah kulu"nun kendisinden daha bilge olduğu bildirilmişti. Hz. Musa bu adamı bulmak yönünde ısrarlı bir istek gösterince, Allah da o'na "bir sepete balık" koymasını ve balık kayboluncaya kadar yoluna devam etmesini emretti; balığın kaybolması amaca erişildiğinin işareti olacaktı. Şüphe yok ki bu rivayet, bizim Kur'ânî meselimize temsîlî bir giriş niteliğindedir. Hem Kur'an'da, hem de sözkonusu Hadis'te geçen bu "balık" imajı, mümkündür ki, mutlak bilgiyi yahut ebedî hayatı simgeleyen eski dinî bir sembol olsa gerektir. İlk müfessirlerden pek çoğunun, Bâbülmendeb mevkiinde Kızıl Deniz ile Hint Okyanusu'nun ya da Cebel-i Târık'da Akdeniz ile Atlas Okyanusu'nun birleştiği yeri göstererek, coğrafî bir anlam yükleme eğiliminde oldukları "iki denizin birleştiği yer" ifadesine gelince, Beydâvî, 60. ayetin tefsirinde buna bütünüyle temsîlî bir açıklama getirerek, "iki deniz"in iki tür bilgi kaynağını ya da bilgi akışını -yani, haricî olay ve olgulara ilişkin gözlem ve muhakemeler yoluyla elde edilen zahirî bilgi (‘ilmu'z-zâhir) ile mistik sezgi ve müşahedeler yoluyla elde edilen batınî bilgiyi (‘ilmu'l-bâtın)- simgelediğini söylemektedir. Bu görüşe göre, Hz. Musa'nın arayışının gerçek amacı bu iki tür bilginin buluştuğu sınıra varmaktan ibarettir.

68 - Lafzen, "genç adam" (fetâ) -Klasik Arapça'da, genç ya da yaşlı (yani, yaşına işaret etmeksizin) "hizmetçi/yardımcı" anlamına gelen bir sözcük. Rivayete göre, ayette geçen bu "hizmetçi" ya da "yardımcı", Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrailoğulları'nın başına geçen Yeşu idi.

61. Fakat iki [denizin] birleştiği yere vardıklarında balıkları bütünüyle akıllarından çıktı ve denize dalıp gözden kayboldu. (69)

69 - Lafzen, "[denizde] kendisine bir yol buldu." Onların bu sembolik "balığı" (bkz. not 67'nin son üçte biri) unutmaları, muhtemelen, insanın sık sık bilgi ve hayatın nihaî kaynağının Allah olduğu gerçeğini unutmasını ifade eden bir îma olsa gerek.

62. Ve biraz uzaklaştıktan sonra [Musa] yardımcısına: "Öğlen azığımızı çıkar" dedi, "doğrusu, bu yolculuk bizi bir hayli yordu!"
63. [Yardımcısı]: "Olacak şey mi, bu" (70) dedi, "O kayanın yanında dinlenmek için durduğumuzda, nasıl olduysa, balığı unutmuşum. Bunu olsa olsa bana Şeytan unutturmuş olacak! (71) Tuhaf şey, nasıl da yol bulup suya ulaştı!"

70 - Lafzen, "Gördün mü?" Bir soru olarak kurulmuş olmasına rağmen, bu deyimsel ifade çoğu zaman "olacak şey mi?" sözüyle aynı anlama gelmek üzere, beklenmedik ya da olmayacak bir olay karşısında duyulan şaşkınlığı yahut anî bir hatırlamayı ifade etmektedir.

71 - Lafzen, "hatırlamayayım diye onu bana unutturdu".

64. [Musa heyecanla]: "Demek, aradığımız yer orası[ydı]!" diye bağırdı. (72) Ve izleri üzerine hemen geri döndüler.

72 - Yani, balığın kaybolması, varmak istedikleri yere yahut aradıkları yere vardıklarını göstermiştir (bkz. 67. not).

65. Ve orada kendisine katımızdan üstün bir bağışta bulunarak (özel) bir bilgiyle donattığımız kullarımızdan birine rastladılar. (73)

73 - Ubeyy b. Ka‘b'dan rivayet edilen (67. notta sözü geçen) Hadis'te bu esrarlı bilge kişiden "Yeşil Adam" anlamında "el-Hazir" ya da "el-Hizr" olarak bahsedilmektedir. Bu, öyle görünüyor ki bir isimden çok bir sıfat, bir lakabdır ve (halk arasındaki söylenceye göre) bu kişiye izafe edilen bilgi ve hikmetin her zaman yeni, her zaman geçerli olduğunu ifade etmektedir: Bu husus, bizim, bu kişinin şahsında, insan için varılması mümkün derinliğine kavrayış ve tecrübenin son derece derin olduğunu simgeleyen temsîlî bir kişilik ile karşı karşıya olduğumuzu teyid etmektedir.

66. Musa ona: "Neyin doğru olduğu konusunda sana verilen bilgiden bana da öğretmen için senin peşinden gelebilir miyim?" dedi.
67. [Öteki;] "Sen benimle birlikte(yken olacak olanlara) katlanamazsın" dedi,
68. "çünkü tecrübe alanı içinde kavrayamayacağın şeye nasıl katlanabilirsin ki?" (74)

74 - Lafzen, "tecrübe olarak kuşatamayacağın şeye (hubran). Râzî'ye göre, Hz. Musa gibi bir peygamberin bile eşyanın nihaî gerçeğini (hakâiku'l-eşyâ' kemâ hiye) bütünüyle kavramadığına ve daha genel bir ifadeyle, insanın olağan koşullarda daha önce tecrübe ve müşahede etmediği türden bir olguyla karşılaştığında içine düştüğü itidal ve kavrayış eksikliğine işaret eden bir ifade. Yukarıdaki ayet, son tahlilde -Hz. Musa'nın sonraki tecrübelerinden de anlaşılacağı gibi- görünüşle gerçekliğin her zaman çakışmadığını îma etmekte ve bunun da ötesinde, ince bir üslupla, insanın kendi entellektüel/zihnî tecrübelerinde, en azından öğeleri, unsurları itibariyle, bir eşdeğeri, bir karşılığı olmayan şeyleri bütün gerçeğiyle hiçbir zaman kavrayamayacağı, gözünde canlandıramayacağı yolundaki derin gerçeği dile getirmektedir; Kur'an'ın insanın algı ve tasavvur alanının ötesinde kalan hususlarda (ğayb) mesajını mecaz ve temsîllerle ifade etmesi de bu yüzdendir.

69. [Musa:] "Allah dilerse, beni sabırlı biri olarak bulacaksın" dedi, "ve ben hiçbir konuda sana uyumsuzluk göstermeyeceğim!"
70. [Bilge kişi:] "Pekala" dedi, "O halde, eğer benim peşimden geleceksen, [yapacağım] şeyler hakkında, bu hususta ben sana bir açıklamada bulununcaya kadar bana hiçbir şey sormayacaksın."
71. Bu ikisi böylece yola koyuldular; sonunda [bir kıyıya vardılar; ve onları karşı kıyıya taşıyan] tekneden inecekleri zaman, bilge kişi (75) teknede bir delik açtı, [Musa bunu görünce:] "İçindekileri boğmak için mi onu deldin? Doğrusu, çok vahim bir şey yaptın!" diye çıkıştı.

75 - Lafzen, "o".

72. Beriki: "Ben sana, bana asla katlanamayacağını söylememiş miydim?" dedi.
73. [Musa:] "[Kendimi] kaybettim diye beni paylama ve beni yaptığım işten dolayı zora koşma!" dedi.
74. Böylece yeniden yola koyuldular; sonunda genç bir adama rastladılar: [bilge kişi] onu öldürdü, [Musa bunu görünce:] "Bir başka cana karşılık olmaksızın masum bir cana kıydın, öyle mi?" diye çıkıştı, "Gerçekten, çok korkunç bir iş yaptın sen!"
75. Beriki: "Ben sana, bana asla katlanamayacağını söylememiş miydim?" dedi.
76. [Musa:] "Bundan böyle sana soru soracak olursam benimle artık yoldaşlık yapmazsın: [çünkü artık] benden yana yeterince özür işittin" dedi.
77. Ve bunun üzerine yeniden yola koyuldular; derken, bir kasaba halkıyla karşılaştılar; onlardan (76) yiyecek bir şeyler istediler; ama bu ahali onlara konukseverce davranmaya hiç yanaşmadı. Ve bu [kasabada] yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler; [bilge kişi] onu hemen onarıverdi; [Musa bunu görünce:] "Eğer dileseydin, [hiç değilse, yaptığın] bu iş için bir ücret alabilirdin" dedi.

76 - Lafzen, "[o (kasaba)nın] sakinlerinden".

78. [Bilge:] "İşte böylece seninle yol ayrımına gelmiş olduk." dedi, "Şimdi sana, sabır göstermediğin [bütün o olayların] iç yüzünü açıklayacağım:
79. O tekne, geçimini denizden sağlayan yoksul insanlara aitti; ona hasar vermek istedim, (77) çünkü peşlerinde her (sağlam) tekneye zorla el koyan bir hükümdar oldu[ğunu biliyordum].

77 - Lafzen, "onu sakatlamak/kusurlu kılmak istedim" -yani, geçici olarak kullanılmaz bir hale getirmek istedim.

80. O genç adamda, ki anası-babası mümin kimselerdi, taşkınlıkları ve inkarcı eğilimleriyle onlara çok derin acılar vereceği yolunda kaygı verici belirtiler görmüştük; (78)

78 - Lafzen, "korktuk" -Fakat akılda tutulmalıdır ki, haşiye fiili, bu birincil anlamının dışında, bazan "korku yahut kaygı verici buldu", yani, sonuç olarak, "kötü bir şeyin olacağını kestirdi, yahut bildi" anlamını da ifade eder (Tâcu'l-‘Arûs, yukarıdaki ayete ilişkin özel bir atıfla). Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, bilge kişinin ifade ettiği "korku" ya da "kaygı", haricî belirtiler yoluyla yahut iç sezgi yoluyla (ki, sonraki ayetin ikinci paragrafında geçen "[bütün] bunları ben kendiliğimden yapmadım" sözünün de gösterdiği gibi, bu sonraki yolla olması daha mümkündür) varılmış pozitif "bilgi"yle eş anlamlıdır.

81. [onu öldürürken] Rablerinin o ana-babaya onun yerine ondan daha temiz seciyeli ve merhamette ondan daha ileri [başka bir çocuk] vermesini istedik."
82. Ve duvara gelince; duvar o kasabada yaşayan iki yetim oğlan çocuğuna aitti ve altında [hukuken] onların olan (79) bir hazine [gömülüydü]. Onların babası dürüst ve erdemli biriydi; bunun içindir ki, Rabbin onların erginlik çağına eriştiklerinde o hazineyi Rabbinden bir bağış olarak kazıp çıkarmalarını irade etti. (Dolayısıyla,) ben [bütün] bunları kendiliğimden yapmadım: (80) Senin sabır göstermediğin [olayların] iç yüzünün gerçek anlamı işte budur.

79 - Yani, onlara miras olarak kalan. Eğer duvarın yıkılmasına izin verilseydi, muhtemelen, hazine başkalarının da haberi olacak tarzda ortaya çıkacak ve aç ve yorgun yolculara yardımdan kaçınarak gerçek seciyelerini ortaya koyan hasis kasaba halkı tarafından yağmalanacaktı.

80 - Yaptığı her şeyi yüksek bir gerçeklik bilincinin, yani onun eşyanın dış görünüşünün ötesindeki gerçeklikle temasını sağlayan ve onu Allah'ın akıl erdirilmez planının bilinçli bir parçası haline sokan derinliğine kavrayış ve sezginin sevkiyle yapmış olduğunu îma ediyor. Bu husus, hem 80-81. ayetlerde "biz" ifadesiyle kullanılan çoğul ifade tarzının, hem de 82. ayetin ilk paragrafında, somut beşerî bir eylemin Allah'ın istek ve iradesine izafe edilmesinin bir açıklaması durumundadır (Râzî).

83. VE SANA Zulkarneyn hakkında soru soruyorlar; de ki: "onu hatırlatacak bir şey anlatayım".(81)

81 - Lafzen, "ondan bir hatıra [ya da bir "bahis"] nakledeceğim size" -yani hatırlanmaya, bahsedilmeye değer bir şey; kanaatimizce, bu ifade müteakip kıssanın temsîlî karakterini ve Hz. Musa ile bilge kişi hakkında anlatılan mesel gibi, temel birkaç manevî/ruhanî gerçeğin ortaya konmasına matuf olduğunu işaret etmektedir -karn sözcüğü hem "boynuz", hem de "nesil", "devir", "çağ" ya da "yüzyıl" gibi anlamlar taşıdığına göre, Zulkarneyn tabiri "İki Boynuzlu Adam" yahut "İki Çağın/Devrin Adamı" demektir. Klasik müfessirler bu anlamlardan ilkine ("İki Boynuzlu Adam") temayül göstermektedirler; Kur'an'ın kendisi bu yolda kesin bir destek sağlamasa da, öyle görünüyor ki, bu tercihlerinde "boynuz" imajının kadîm Orta-Doğu kültüründe taşıdığı kudret ve iktidar çağrışımları rol oynamıştır. Aslında, karn terimi ve onun çoğulu kurûn sözcüğü, bu surenin 83, 86 ve 94. ayetlerinde geçen Zulkarneyn terkibi dışında, Kur'an'da tam yirmi kere geçmekte ve bütün bu yerlerde hep, bir devirde yaşayan ya da belli bir uygarlığa mensup olan insanlar, yani "nesil/kuşak" anlamını taşımaktadır. Bununla birlikte, Zulkarneyn tabiri güçlü ve adil bir hükümdarın niteliklerini ifade için kullanıldığına göre, Araplar tarafından çok eski çağlardan beri bilinen ve Arap dilinde İslam'dan çok önce deyimsel anlamıyla kullanılmaya başlanan bu tabirin yukarıda sözü edilen kadîm sembolik anlamın bir yankısı olduğunu söylemek mümkündür. Buradaki Kur'ânî temsîlin çerçevesi içinde "iki boynuz" tabiri, Zulkarneyn sıfatıyla anılan kişiye bahşedildiği ifade edilen iki güç ve iktidar kaynağını, yani, hükümdarlık kudreti ve itibarını ve Allah'a inanmanın kazandırdığı manevî/ruhanî gücü ifade ediyor olabilir. Bu son husus oldukça önemlidir -çünkü Kur'an'ın sözkonusu bu kişinin Allah'a olan imanına dikkat çekmesi, çoğu müfessirin yaptığı gibi, Zulkarneyn'in Büyük İskender'le (ki bazı paralarda onun iki boynuzlu portresiyle resmedildiği görülmüştür) yahut Yemen'deki İslam öncesi Himyerî Krallarından biriyle özdeşleştirilmesini imkansız kılmaktadır. Bütün bu tarihî şahsiyetlerin putperest oldukları, çok-tanrılı kültlere bağlı oldukları bilinen bir gerçektir; oysa Kur'an'da sözü edilen Zulkarneyn, Allah'ın birliğine yakînen inanan biri olarak karşımıza çıkmaktadır: Zaten, Kur'ânî temsîle derinliğini kazandıran da onun bu yanıdır. Dolayısıyla, buradan, Kur'an'da bahsi geçen Zulkarneyn'in tarihî ya da menkıbevî bir kişilik olmadığı ve onunla ilgili anlatımın da, dünyevî güç ve iktidar problemi çerçevesinde iman ve ahlaka ilişkin temsîlî bir söylem îrad etme amacına matuf olduğu sonucunu çıkarabiliriz (bkz. bu sure için yazılan giriş notunun son pasajı).

84. Ona yeryüzünde güvenli bir yer sağladık ve onu, [ulaşacağı] her şeye doğru araçlarla ulaşma [bilgisiyle] (82) donattık;

82 - İbni ‘Abbâs, Mücâhid, Sa‘îd b. Cubeyr, ‘İkrime, Katâde ve Dehhâk'a göre (ki bunların hepsinden İbni Kesîr nakletmiştir), sebeb -lafzen, "[bir şeye] ulaşmak, [bir şeyi] gerçekleştirmek için başvurulan vasıta ya da araç"- tabiri, bu anlam örgüsü içinde, belirli bir amaca ulaşmak için başvurulması gerekli doğru ve meşru vasıtaya/araca ilişikin bilgi anlamındadır.

85. Ve bu sayede o da [yaptığı her işde] doğru ve meşru araçlara başvurdu. (83)

83 - Lafzen, "[doğru/meşru] araçlara tâbi oldu": yani, doğru/meşru bir amaca ulaşmak için dahî gayrimeşru araçlara başvurmadı.

86. [Batıya doğru giderek] günün birinde güneşin battığı yere (84) vardı; (güneş) ona kopkoyu, bulanık bir suya (85) dalıyormuş gibi göründü. Ve orada [kötülüğün her çeşidine gömülüp gitmiş] bir kavme rastladı.Ona, "Sen ey Zulkarneyn!" dedik, ["Onlara] azap da edebilirsin, yüce gönüllü de davranabilirsin!" (86)

84 - Yani, yolculuğu sırasında batıya doğru varabileceği en uzak noktaya (Râzî).

85 - Yahut: "derin, bol bir suya" -ki bu karşılık, pek çok lugatçiye göre (başta Tâcu'l-‘Arûs), birincil anlamı "kaynak/göze" olan ‘ayn sözcüğünün anlamlarından biridir. Tam karşılığı "[güneşi] ... batar buldu (vecedehâ)" olan ama bizim "ona ... dalıyormuş gibi göründü" sözcükleriyle aktardığımız ifadeye gelince, bu hususta bkz. Râzî ve İbni Kesîr, bu müfessirlerin ikisi de bu ifadede güneşin "denize dalıp kaybolması" şeklinde cereyan eden genel göz aldanmasından mülhem bir mecaz karşısında olduğumuza işaret etmektedirler. Râzî, bilimsel bir doğrulukla, bu göz aldanmasının yerin küresel olmasından ileri geldiğini ifade eder. (Burada kaydedilmesi ilginç olacak olan şudur: Râzî'ye göre, bu açıklama daha önce, H. 303 yılında -M. 915 ya da 916- ölen ünlü Mutezilî alim Ebû Ali el-Cubbâ‘î'nin halen kayıp bulunan Kur'an tefsirinde yer almıştır.)

86 - Bu mümkün iki davranış tarzından birini seçme konusundaki ilahî cevaz, sadece Allah tarafından insana sağlanan irade serbestisinin mecazî ifadesi olmakla kalmayıp, aynı zamanda, maslahata (kamu yararına) uygun olan yolu seçmek durumunda olan yönetici ya da yönetim için meşru istihsân (toplumsal yahut ahlakî öncelik) ilkesini getirmektedir ki bu Zulkarneyn meselinin ilk "dersi"dir.

87. O şöyle cevap verdi: "[Başkalarına] zulmeden kimseye gelince, ona bundan böyle azap edeceğiz;(87) ve o kimse sonunda Rabbine döndürülecek; ve O da ona görülmemiş bir azap çektirecek. (88)

87 - Karş. 11:117 ve ilgili 149. not.

88 - Yani, ahirette. Ahirete mahsus hiçbir şeyin insanın bu dünyaya ait algı ve tasavvurlarında kullandığı kavramlarla tanımlanamayacağını işaret eden bir tabir.

88. Ama inanıp dürüst ve erdemli davranışlarda bulunan kimseye gelince, böyle biri (yaptıklarının) karşılığı olarak [ahiret hayatının] nihaî güzelliğine, iyiliğine ulaşacaktır; ve Biz de onu [yalnızca] yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü tutacağız". (89)

89 - Dürüst ve erdemli davranmak, ilke olarak, insandan beklenen en tabii, en olabilir davranış tarzı olduğuna göre bu davranış tarzıyla ilgili yasaların (kendiliğinden) fazla zorlayıcı olmaması gerekir -bu meselden çıkarılacak bir başka ders de budur.

89. Ve [Zulkarneyn, doğru bir amaca varmak için, böylece] bir kere daha (90) doğru aracı seçti.

90 - Sümme takısına verdiğimiz bu karşılık için bkz. 6. sure, 31. not.

90. [Ve doğuya doğru yürüyerek] günün birinde güneşin doğduğu yere vardığında (91) onu, kendilerini güneşe karşı bir örtüyle örtmediğimiz bir kavmin üzerine doğar buldu:

91 - Yani, doğuya doğru yürüyüşünde vardığı en son noktaya (86. ayette geçen "güneşin battığı yer" tabirine benzer bir ifade).

91. [Biz onları] işte böyle [bir yaşama tarzı içinde, böyle bir düzeyde bırakmıştık ve o da onları öylece kendi hallerine bıraktı; (92) ] ve muhakkak ki sınırsız bilgimizle Biz onun zihninden geçenleri (93) kuşatmış bulunuyorduk.

92 - Ayette tek başına geçen kezâlike ("işte böyle" yahut "işte bunun gibi") ifadesi için Râzî'nin verdiği açıklama bu yöndedir. Bu ayet, öyle görünüyor ki, kendilerini güneşten koruma ihtiyacı duymayan, doğal şartlarda yaşayan ilkel bir toplumun insanlarından söz etmekte ve Zulkarneyn'in, onların bu yaşama tarzlarını alt üst edip kendilerini elem ve ızdıraba sürüklemeden akıllıca davranarak onları kendi hallerine bırakma yolunu tuttuğunu ifade etmektedir.

93 - Lafzen, "onda olanları/onun nezdinde bulunanları", yani onun, "Allah'ın onları tâbi tuttuğu doğal yaşama seyrini ya da tarzını bozmamak yahut değiştirmemek" yönünde verdiği kararı (karş. 4:119 hk. 141. notun son kısmı). Zulkarneyn'in bu kararı, kanaatimizce, bu meselden çıkarılacak önemli derslerden biridir.

92. Ve o [böylece, doğru bir amaca ulaşmak için] bir kere daha, doğru aracı seçmiş oldu.
93. Ve derken, iki set arasında (94) [bir yere] vardığında onların yamacında [yaşayan ve onun konuştuğu dilden] çok az şey anlayabilen bir kavme rastladı.

94 - Ayette sözü edilen yerin Kafkaslar olduğu yaygın bir kabul görmüştür. Bununla birlikte, bu iki set arasındaki yerleşim bölgesi ve burada yaşayan kavim hakkında ne Kur'an ne de güvenilir Hadisler herhangi birşey söylemediğine göre, bu konuda müfessirler tarafından ileri sürülen her türlü yorumu mesnetsiz spekülasyonlar olarak bir kenara bırakıp, Zulkarneyn meselinin asıl amacının, temsîlî bir üslup içinde belirli ahlakî ilkelerin ifadesinden ibaret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

94. Bunlar [ona]: "Sen ey Zulkarneyn!" dediler, "Yecüc ve Mecüc (95) bu ülkede bozgunculuk yapıyor. Onlarla bizim aramızda bir set inşa etmen şartıyla sana bir bac verelim mi?"

95 - Arapça'daki Ye'cûc ve Me'cûc tabirleri, Kitâb-ı Mukaddes'de bunlarla ilgili belirsiz bazı atıflara dayanarak (Tekvîn x, 2; I Tarihler i 5; Hezekiel xxxviii, 2 ve xxxix, 6; Yuhannanın Vahyi xx, 8) bütün Avrupa dillerinde Gog ve Magog olarak geçmiştir. Klasik dönem sonrası müfessirlerin çoğu bu kavimleri Moğollar ve Tatarlarla özdeşleştirmektedirler (bkz. aşağıda 100. not).

95. [Zulkarneyn:] "Rabbimin bana sağladığı güvenli durum (96) [sizin bana verebileceğiniz her şeyden] daha hayırlıdır;" dedi, "bunun içindir ki, siz bana sadece iş gücünüzle yardımda bulunun ki sizinle onlar arasında bir set yapayım!

96 - "Rabbimin bana sağladığı güvenli durum/konum" (mekkennî) ifadesi, genellikle, ona verilen güç ve zenginlik olarak tefsir edilmiştir; ama bizce, bu ifade -Zulkarneyn meselinin özünde yatan ahlakî mesajlar gözönünde bulundurulursa- dünyevî zenginliklerden çok, Allah'ın bahşettiği doğru yol bilgisini, yani hidayeti işaret etmektedir.

96. Bana demir külçeleri getirin!"Derken, demir (külçelerini) yığıp, iki yar arasındaki boşluğa doldurunca (onlara) "[Bir ocak kurun ve] körükleyin!" (97) dedi.Nihayet, [demir iyice] kor haline gelince, "Bana ergimiş bakır getirin bunun üzerine dökeyim" dedi.

97 - Lafzen, "Üfürün".

97. Ve böylece [set inşa edilmiş oldu, öyle ki] artık onların düşmanları (98) ne onu aşabilirlerdi ne de onda gedik açabilirlerdi.

98 - Lafzen, "onlar".

98. [Zulkarneyn:] "Rabbimden bir rahmettir bu!" dedi, "Bununla birlikte, Rabbimin belirlediği zaman (99) gelince bu [seddi] yerle bir edecektir; çünkü Rabbimin verdiği söz mutlaka gerçekleşir!" (100)

99 - Lafzen, "Rabbimin sözü".

100 - Klasik müfessirlerden bazıları (örn. Taberî) bu ifadeyi belirli bir tarihî olay için bir ön-haber olarak, yani sonraları Moğollar ve Tatarlarla özdeşleştirilen (bkz. yukarıda 95. not) saldırgan "Yecüc ve Mecüc" topluluklarının gelecekteki saldırılarına dair gaybî bir haber olarak görmektedirler. Bu "özdeşleştirme", daha çok, İbni Hanbel, Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen oldukça güvenilir bulunan bir rivayete dayandırılmaktadır. Bu rivayete göre, Allah'ın Rasûlü bir gün gelecekten işaretler taşıyan bir rüya görür ve uykudan uyandığında bu rüyasından bahisle esef içinde: "Allah'tan başka ilah yok! Yaklaşan felaketten ötürü vah Araplara: Yecüc Mecüc seddinde bugün küçük bir gedik açıldı!" der. Orta Çağdan beri Müslümanlar bu rüyada 13. yüzyılda cereyan eden ve Abbasi İmparatorluğu'nu yıkıp böylece Arap siyasal gücünü felce uğratan Moğol istilasını önceden haber veren bir îma bulagelmişlerdir. Oysa, surenin 99-101. ayetlerinde "Yecüc ve Mecüc"le bağlantılı olarak "O Gün"den -yani, Hesap Günü'nden- bahsediyor olması göstermektedir ki "Rabbimin belirlediği gün" ifadesi aslında, insanın bütün faaliyetlerinin son bulacağı Son Saat'le ilgilidir. Fakat Son Saat'in yaklaşmasına ya da yakınlığına ilişkin Kur'ânî atıfların hiç biri beşerî zaman kavramıyla bağdaşmadığına göre, yukarıdaki her iki açıklamayı da, "Son Saat'in vukuu"nun insan için belirsiz -ve beşerî deyimlerle ifadeye çalışıldığında belki çok uzun- bir süreyi kapsadığı ve inkarcı/bozguncu "Yecüc ve Mecüc" kuvvetlerinin zuhurunun "Son Saat"in yaklaşmasına delalet eden belirtilerden biri olduğu anlamında geçerli saymak mümkündür. Ve nihayet, özellikle 21:96-97'ye dayanarak, Yecüc ve Mecüc'ün, belli kavimler ya da varlıklar anlamında değil, fakat Son Saat'in gelip çatmasından önce insan uygarlığının bütünüyle yok olmasına yol açacak bir toplumsal felaketler serisi anlamında, bütünüyle temsîlî bir unsur olduğunu söylemek son derece mantıkî olacaktır.

99. O GÜN (101) onları bırakırız, dalga dalga yürüyüp birbirlerine karışsınlar; ve sûra üflenir: Böylece hepsini bir araya toplarız.

101 - Yani, önceki ayette îma edilen Hesap Günü'nde.

100. Ve o Gün hakkı inkar edenlerin karşısına cehennemi çıkarırız.
101. O inkarcılar ki, [gerçeğin sesini] işitmeye katlanamadıklarından ötürü gözlerine Beni hatırlatıcı şeylere karşı perde çekilmişti.
102. Hakkı inkara şartlanmış olan bu kimseler, Benim kullarım[dan herhangi birini] Bana karşı (kendilerine) dost, koruyucu edinebileceklerini mi sandılar? (102) Hiç şüphe edilmesin ki Biz cehennemi hakkı (103) inkar edenler için bir konak yeri olarak hazırlamışızdır.

102 - Bu ifade sadece tabii güçlere ya da varlıklara ve birtakım biçimsel tapınma nesnelerine tapınmayı değil, aynı zamanda ölü ya da diri azîz, velî, ermiş olarak bilinen kimselerin Allah katında, O'nun reddettiği kimseler lehine "aracılık", "şefaat" ya da "kayırıcılık" yapabileceği yolundaki popüler inancı da işaret etmektedir.

103 - Yani, Allah'ın birliğini, eşsiz-ortaksız olduğunu ve buna bağlı olarak, yaratılmış hiçbir varlığın Allah'ın yargısına "müdahale ve nüfûz" edemeyeceğini.

103. De ki: "Size, yapıp-ettiklerinde en büyük kayba uğrayan kimseleri haber vereyim mi?"
104. "Bunlar, güzel işler yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatının peşinde tüm çaba ve koşuşturmaları eğri ve çarpık olan kimseler[dir]:
105. Rablerinin mesajlarını ve O'nun huzuruna çıkarılacakları gerçeğini inkar yolunu seçen kimseler işte böyleleridir.Bunun içindir ki, böylelerinin bütün yapıp-ettikleri boşa gitmektedir: Çünkü Kıyamet Günü onlara hiç değer vermeyeceğiz. (104)

104 - Onların her iyi davranışı ya da ameli, "kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu(n karşılığını) görecektir" (99:7) şeklindeki Kur'ânî ifade uyarınca, Hesap Günü'nde her ne kadar hesaba katılacak ise de, yukarıdaki ayet böyle günahkarların yaptığı hiçbir iyiliğin Allah'ı inkar suçunu örtemeyeceğini îma etmektedir (Râzî'nin kaydettiğine göre, Kadı ‘İyâd).

106. Hakkı inkar etmeleri, Benim mesajlarımı ve elçilerimi alaya almaları yüzünden, işte böylelerinin cezası cehennem olacaktır".
107. [Ama] imana erişip dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyanlara gelince; onları konak yeri olarak cennetin hasbahçeleri beklemektedir:
108. Böyleleri orada sonsuza kadar kalacak [ve] oradan hiç ayrılmak istemeyecekler.
109. DE Kİ: "Rabbimin sözleri(ni yazmak) için denizler mürekkep olsa –ayrıca deniz üstüne deniz katsak– (105) yine de Rabbimin sözleri bitmeden denizler tükenirdi".

105 - Lafzen, "ve buna ilaveten bir o kadar da biz katsak". Belirtmek gerekir ki, Zemahşerî'nin de işaret ettiği gibi, bahr terimi, burada var olan bütün denizleri kapsamak üzere bir cins ismi olarak kullanılmıştır; bunun içindir ki "bir o kadar" ifadesini "deniz üstüne deniz" şeklinde aktarmayı tercih ettik. (AyrıLafzen, "Kulu Zekeriya'ya Rabbinin rahmetine dair bir anma/hatırlatma". İnciller'de yer alan ve Kur'an tarafından da nakzedilmeyen anlatıma göre Hz. İsa'nın annesi Hz. Meryem, Hz. Zekeriya'nın karısı Elisa'nın yeğeniydi. (Karş. Luka i, 36.)

110. De ki: "Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Tanrınızın bir Tek Tanrı olduğu vahyolundu bana. Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi [O'na] ortak koşmasın!"
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: