Meal Seç / Sure Seç

Neml Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

27 - Neml
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Hz. Peygamber ve o'nun yakın Arkadaşları bu sureyi, başında yer alan, Tâ-Sîn sembol-harfleriyle isimlendirirlerdi. Fakat daha sonraları, 18. ayette, Süleyman Peygamber'le ilgili bir menkıbe içinde bahsi geçen ve Kur'an okuyan ya da dinleyen sayısız Müslümanın muhayyilesinde yer eden bir sözcük, Neml, surenin ismi olarak benimsenmiş oldu. 21:82 ile ilgili 77. notumuzda da belirttiğimiz gibi, Kur'an bu tür menkıbeleri, belli birtakım evrensel ahlakî gerçekleri temsîller yoluyla dile getirmek için birer vasıta olarak sıkça kullanmaktadır. Kur'an bu menkıbelere, özellikle bunlar daha İslam'dan önceki dönemlerde -Kur'an'ın kullanacağı dille konuşan ve ilahî mesajın ulaştırılacağı ilk kavim durumunda olan- Araplar'ın diline, şiir kültürüne kuvvetle nakşolmuş ve efsanevî muhtevalarının doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışma dışı bıraktıracak kadar Arap muhayyilesinde kültürel bir realite olarak yer etmiş unsurlar olduğu için, bir ifade aracı, bir ifade tarzı olarak başvurmaktadır. Kur'an'ın bu menkıbelerde ilgilendiği tek şey onların özünde yatan manevî gerçeklerdir yahut onlar aracılığıyla dile getireceği gerçeklerdir ki, Kur'an bu çok yönlü, çok düzeyli gerçekleri, bazan açıkça, bazan îma yoluyla ve çoğu zaman da temsîlî bir üslup içinde, ama her zaman bizim kendi içimizde, ruhumuzun derinliklerinde yatan çatışmalara, gizli saiklere dikkat çekerek ortaya koymaktadır. Neml suresinin Mekke dönemi ortalarına doğru, bundan önceki sureden (Şu‘arâ') kısa bir süre sonra vahyedilmiş olduğu konusunda müfessirler arasında görüş birliği vardır.
1. Tâ-Sîn. (1) BUNLAR Kur'an'ın, özünde açık olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan ilahî kitabın mesajlarıdır: (2)

1 - Bkz. Ek II.

2 - Mübîn sıfatı için verilen bu yorumlayıcı karşılık hk. bir açıklama için bkz. 12:1 hk. 2. not. Yukarıdaki ayette "özünde açık ... kitâb " ifadesinden önce gelen ve bağlacı başka dillerdeki "ve" sözcüğünün karşılığı olmakla birlikte, yukarıdaki anlam örgüsü içinde daha çok "yani" sözcüğünün açıklayıcı fonksiyonunu yüklenmiştir; bunun içindir ki, çeviride metnin anlamını etkilemediği görülerek, virgülle karşılanmıştır.

2. O kitap ki, inananlar için bir yol gösterici ve bir müjdedir;
3. o inananlar ki, salâtta devamlı ve duyarlıdırlar, arınmak için verirler (3) ve ahirete de yürekten inanırlar!

3 - Zekât teriminin yukarıdaki anlam örgüsü içinde anlamı bu olsa gerektir; çünkü bu surenin vahyedildiği dönemlerde bu sözcük, henüz, sonradan Müslümanlara farz kılınan vergiye işaret eden özel anlamıyla yüklü değildi (karş. 2. sure, 34. not).

4. Ahirete inanmayanlara gelince, onlara yapıp-ettiklerini güzel göstermişizdir; bu yüzden, körcesine bocalayıp durmaktadırlar. (4)

4 - Bu ifade, ölümden sonraki hayata inanmayan insanların bütün çabalarının, kural olarak, yalnızca dünyevî kazançlar üzerinde toplandığını, böylelerinin kendi "yapıp-ettiklerinin" bu dünyadaki karşılığından başka bir kaygıları olmadığını, çıkarlarından başka bir şeye değer vermediklerini dile getirmektedir. Böylelerinin, kendi davranışlarının bir sonucu olarak, içine düştükleri ruhî/manevî körlüğün, zihinsel karışıklığın ne manada Allah'ın istek ve iradesine bağlı olduğu hk. bir açıklama için bkz. 2:7, not 7.

5. Azabın en kötüsüne uğrayacak olanlar işte böyleleridir; ahirette en büyük kayba uğrayacak olanlar da böyleleri..!
6. Fakat [sana gelince, ey inanan kişi,] sen bu Kur'an'ı her şeyin aslını bilen (ve dolayısıyla) her konuda doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen (Allah) katından almaktasın. (5)

5 - Vahiy yoluyla insana bahşedilen manevî aydınlanmaya ilişkin bu atıf sadece bu surenin ilk ayetleriyle ilgili olmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda bu pasajı, Hz. Musa'nın, yanan ağaç görmesiyle sembolleştirilen beklenmedik aydınlanmasını anlatan sonraki pasaja bağlıyor.

7. HANİ, [Çölde yolunu kaybeden] (6) Musa ailesine: "[Uzakta] bir ateş görüyorum; size oradan [tutacağımız yol hakkında] belki bir haber getiririm, yahut ısınmanız için biraz közlenmiş odun getiririm" demişti .

6 - Karş. 20:9 vd. ve özellikle zikredilen surenin 10. ayeti hk. 7. not.

8. Fakat oraya varınca, o'na şöyle seslenildi: "Bu ateşin [erişme alanı] içinde olan herkes ve çevresindeki herkes kutlu kılınmıştır! (7) Sınırsız kudretiyle yüceler yücesidir Allah, âlemlerin Rabbi!"

7 - Zemahşerî havlehâ (lafzen, "çevresinde") ifadesini böyle yorumlamaktadır. Taberî'nin kaydettiğine göre bazı ilk müfessirler, "ateş" (nâr) teriminin, bu anlam örgüsü içinde, "ışık" (nûr) kavramıyla, yani Allah'ın peygamberlere yaratılışlarından getirdikleri manevî duyarlıkları sayesinde öncelikli olarak (a priori) "ateşe", yani "ışığa" yakın olmaları beklenen peygamberlere bahşettiği "aydınlanma" kavramıyla eş anlamlı olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe mukabil, men fi'n-nâri ve-men havlehâ ifadesi, bütün manevî aydınlanmaları kuşatan ve hepsinin kaynağı olan Allah'ın Kendi ışığına, Kendi "nûr"una bir atıf olarak da anlaşılabilir.

9. [Ve Allah Musa'ya:] "Ey Musa!" [dedi,] "Her zaman doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen O yüceler yücesi Allah Benim!"
10. "Şimdi asânı yere bırak!" (8) Fakat [Musa] asâsının yılan gibi hızla hareket ettiğini görünce [korkuyla] arkasına bakmadan dönüp kaçtı. (9) "Ey Musa, korkma!" [dedi, Allah,] "Çünkü, Benim Katımda mesaj taşıyıcılar için korku yok!

8 - Karş. 20:17-20.

9 - Bu asâ mucizesinin altında yatan sembolik mesaj hakkında bir açıklama denemesi için bkz. 20:20-21 hk. 14. not.

11. Bir haksızlık yapıp da sonra kötülüğü iyiliğe çeviren (10) kimse için de (11) (korku yok)! Çünkü, çok acıyıp-esirgeyen gerçek bağışlayıcı Benim, Ben!"

10 - Yani, yürekten pişmanlık duyup tevbe eden. Bu ifade, genel anlamı dışında, Hz. Musa'nın, gençliğinde bir Mısırlıyı öldürerek işlemiş olduğu suça da işaret ediyor olabilir (bkz. 28:15-17).

11 - İllâ ifadesi için, bu anlam örgüsü içinde taşıdığı ve "... kimse için de" anlamı hk. bir açıklama için bkz. 4:29 ile ilgili not 38.

12. "Şimdi elini koynuna sok; her türlü lekeden arınmış olarak bembeyaz, ışıl ışıl çıkacaktır!" (12) "[Ve şimdi de] dokuz mesaj[ımız]la Firavun ve onun toplumuna [git]; (13) çünkü onlar gerçekten yoldan çıkmış bir toplum haline geldiler!"

12 - Bkz. 7:108 hk. 85. not.

13 - Karş. 17:101 -"Biz Musa'ya dokuz açık mesaj verdik"- ve ilgili 119. not.

13. Fakat onlara gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan mesajlarımız gelince: "Bu apaçık bir büyü!" dediler; (14)

14 - Bkz. 10:76 hk. 99. not. "Onlar" denerek atıfta bulunulan insanlar, Firavun ve onun seçkinler çevresidir.

14. ve zihnen onların doğruluğuna kanî oldukları halde, sırf zulmü kendilerine yol edinmiş olmalarından ve kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmış olmalarından ötürü mesajlarımıza karşı çıktılar; bak işte bozguncuların sonu nasıl oldu!
15. VE GERÇEK ŞU Kİ, Biz Davud'a da, Süleyman'a da ilim (15) verdik; bunun için, o'nların ikisi de "Bütün övgüler, bizi inanan kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a aittir!" derlerdi.

15 - Yani, manevî/ruhanî sezgi; basîret.

16. Ve [bu bakımdan] Süleyman Davud'un [gerçek] varisi idi; öyle ki, o şöyle derdi: "Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi; [güzel ve iyi] şeylerin hepsinden [cömertçe] bahşedildi; bu [bize Allah'ın] apaçık bir lütfudur!"
17. İşte [bir gün] görünmeyen varlıklardan, (16) insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu Süleyman'ın önünde bir araya getirilmiş ve sonra düzenli sıralar halinde yola çıkarılmıştı;

16 - Kur'an'da kendisine atıfta bulunulan 114:6 dışında, cinn mefhumunun "görünmeyen varlıklar"ın kişileştirilmiş biçimi halinde yer aldığı ilk örnek budur. (Bu konuda daha ayrıntılı bir açıklama için bkz. Ek III.)

18. (Nitekim,) karınca[larla dolu bir] vadiye geldiklerinde, karıncalardan biri: "Ey karıncalar!" diye bağırdı, "Hemen yuvalarınıza girin ki Süleyman ve ordusu, farkında olmadan sizi e-zip geçmesin!"
19. [Süleyman temsildeki karıncanın] bu sözüne neşeyle güldü ve "Ey Rabbim!" dedi, "İçimde öyle düşünceler uyandır ki, bana ve ana-babama bahşettiğin nimetler için sana hep şükreden biri olayım; (17) ve hep Senin hoşnut olacağın dürüst ve erdemli işler yapıyor olayım; ve beni, rahmetinle, dürüst ve erdemli kulların arasına sok!"

17 - Burada Hz. Süleyman, hiç şüphesiz, büyük bir ilahî lütuf olarak, tabiat hakkındaki kendi duygu ve düşüncelerine (karş. 38:31-33 ve ilgili notlar), Allah'ın bu zavallı, mütevazî yaratıklarına karşı duyduğu sevgi ve şefkate atıfta bulunmaktadır, ki "karınca kıssası"ndan çıkarılacak manevî-ahlakî ders de budur.

20. Ve [bir gün] kuşlar arasında göz gezdirirken: "Hüthütü niçin göremiyorum?" dedi, "Yoksa kayıplara mı karıştı?
21. [Eğer böyleyse,] karşıma inandırıcı bir mazeretle (18) çıkmadığı takdirde, onu ya şiddetli bir cezayla cezalandıracağım ya da boynunu uçuracağım!"

18 - Lafzen, "apaçık bir delil". Burada hüthütün "ölümle" tehdit edilmesi, hiç şüphesiz, gerçek ya da lafzî anlamıyla değil mecazî anlamıyla kullanılmaktadır.

22. Fakat hüthüt çok sürmeden çıkageldi ve: "Ben senin henüz bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe hakkında doğru bir haber (19) getirdim" dedi.

19 - Böylece, temsîlî olarak bize, en aşağı türden bir yaratığın da, yeri gelince, bütün ilim ve hikmetine rağmen Hz. Süleyman'ın bilmediği bir şeyi bilebileceği hatırlatılıyor (Râzî) -herkesten çok bilgili, eğitim görmüş kimselere ârız olabilecek kendini beğenme fitnesine karşı insanı dikkate çağıran bir hatırlatma (Zemahşerî). Sebe Krallığı için bkz. 34:15 hk. 23. not.

23. "Oranın halkına bir kadının hükmettiğini gördüm; (öyle bir kadın ki,) kendisine [iyi ve güzel] şeylerin hepsinden [cömertçe] verilmiş; güçlü de bir yönetimi var.
24. (Ne var ki,) onu da, halkını da, Allah'ı bırakıp güneşe tapındıklarını gördüm; Şeytan onlara bu yaptıklarını güzel ve iyi gösterip kendilerini Allah'ın yolundan çevirmiş ve onlar da bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar:
25. Allah'ın huzurunda yere kapanmaktan kaçınmaları gerek[tiğine inanıyorlar]; (20) (oysa, fark etmiş olmaları gerekirdi ki) göklerde ve yerde saklı olan ne varsa ortaya çıkaran; (21) gizli tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da bütün gerçeğiyle bilen O'dur;

20 - Yani, onların kendi kötü, ahlak dışı dürtüleri (ki, bu anlam örgüsü içinde şeytân teriminin anlamı budur), insanın tanım olarak, "algı ve tasavvur alanının ötesinde" olan Üstün/Müte‘âl bir Varlığa karşı sorumlu olduğu fikrine katılmamak yahut bu fikre karşı kapalı kalmak, fakat bunun yerine onları gözle görülebilir belli, tabii güçlere ya da varlıklara tapınmak yönüne yönlendirmişti.

21 - Bütün eski Samî kavimler gibi Sebeliler'in de tapındıkları güneş yahut öteki göksel varlıkların görünüp kaybolmalarına ilişkin bir atıf. (Karş. Hz. İbrahim'in Allah'ı arama kıssası, 6:74 vd.)

26. (Ve) en yüce hükümranlığın, arşın Sahibi olan Allah'tan başka tanrı yoktur. (22)

22 - Bkz. 9. sure, 171. not.

27. [Süleyman]: "Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan biri misin, bunu göreceğiz!" dedi,
28. "Al bu mektubumu onlara götür; sonra bir kenara çekilip onları kendi hallerine bırak ve bak bakalım, nasıl bir sonuca varacaklar".
29. [Sebe Melikesi Süleyman'ın mektubunu alınca,] "Siz ey soylular!" dedi, "Bana çok önemli bir mektup gönderildi.
30. Mektup Süleyman'dan geliyor ve çok acıyıp esirgeyen sınırsız rahmet sahibi Allah adına yazılmış.
31. [Mektupta Allah şöyle diyor:] "Sakın Bana karşı büyüklük taslamayın; kendi isteğinizle boyun eğerek Bana gelin!" (23)

23 - Bizim bu ayetin başında yer alan "Allah şöyle diyor" şeklindeki ilavemiz anlatımın kendi akışından ileri gelmektedir; şöyle ki: Hüthütün getirdiği haber Sebe Melikesi'yle Hz. Süleyman arasındaki ilk irtibat durumundadır; dolayısıyla, daha önce aralarında düşmanca ya da başka mahiyette herhangi bir temas olmadığına göre, Hz. Süleyman'ın Sebe halkını kendine karşı büyüklenmemeleri yönünde uyarması için ortada herhangi bir sebep yoktur. Öte yandan, hüthütün anlattıkları, Sebeliler'in (Hz. Süleyman'a karşı değil, fakat) güneşe tapmak ve görünmeyen Müte‘âl bir tanrı olarak Allah'a "kulluk etmeleri gerektiğini kabule yanaşmamak" suretiyle asıl Allah'a karşı büyüklük tasladıklarını ortaya koymaktadır (yukarıda 24-25. ayetler). Bu itibarla, yukarıdaki ifadenin, Hz. Süleyman'ın, bir peygamber olarak Allah adına Sebe halkını, inkarcı tutumlarını bırakıp Allah'a teslim olmaya çağırması olarak anlaşılması daha doğru olur. (Karş. 44:19'da, "Allah'a karşı büyüklük taslamayın" şeklindeki benzer ifade.)

32. "Siz ey soylular!" diye ekledi, "Yüzyüze geldiğim bu meselede (24) görüşünüz nedir, bana söyleyin; siz görüşlerinizi bana açıklamadan benim [kesin] bir karara varmam mümkün değil".

24 - Lafzen, "Benim [bu] işimde".

33. (Seçkinler:) "Güçlü olduğumuza ve savaşta yıldırıcı bir cesaret ve maharet sahibi olduğumuza (güven), emir senindir; öyleyse artık vereceğin emri sen düşün" diye cevap verdiler.
34. (Melike:) "Gerçek şu ki, krallar bir ülkeye girdiklerinde orayı târümâr ederler; (25) oranın soylu ve onurlu insanlarını aşağılarlar. İstilacıların davranış tarzı [her zaman] böyledir. (26)

25 - Bütün klasik müfessirlerin belirttiği gibi, bu anlam örgüsü içinde duhûl terimi, hiç şüphesiz, ister istila yoluyla olsun, ister ülke içinde elde edilen politik gücün marifetiyle olsun, "zorla girmek (‘anveten)" anlamına gelmektedir. (Buradaki mulûk terimi, lugat olarak "krallar" anlamını taşıyor olmakla birlikte, kelimenin geleneksel anlamıyla "kral" olmasa da, iktidarı zora başvurarak ele geçiren ve tebaaya baskı uygulayan her türlü despot ve zorbayı ifade ediyor olabilir.)

26 - Böylece, Sebe Melikesi, Hz. Süleyman'a kuvvet yoluyla karşı çıkmayı yöntem olarak bir kenara bıraktığını ifade etmektedir. Onun ifadesinde, zora başvurmak yoluyla (‘anveten) elde edilen politik gücün, baskıya, toplumsal acılara ve manevî/ahlakî çöküntüye yol açmasından dolayı menfûr olduğu yolundaki Kur'ânî öğreti de dile getirilmektedir.

35. Bunun içindir ki, bu [mektup sahiplerine] bir hediye gönderecek ve elçilerin nasıl bir tepkiyle döneceklerini bekleyeceğim."
36. [Sebe Melikesi'nin elçileri] Süleyman'a geldiklerinde [Süleyman:] "Benim servetime servet mi katmak istiyorsunuz? Oysa, Allah'ın bana bahşettiği şey (27) size bahşettiği her şeyden çok daha hayırlıdır! Öyleyse, sizin bu hediyeniz [ancak] sizi[n gibi insanları] (28) sevindirir.

27 - Yani, sadece dünyevî zenginlik değil, fakat bunun yanında iman, bilgi ve hikmet ve normal olarak diğer insanlardan saklı tutulan gerçekler konusundaki vukuf.

28 - Yani, yalnızca maddî zenginliklere değer veren ve manevî değerlere karşı umursamazlık gösteren.

37. "[Şimdi seni gönderenlere] dön! Çünkü, [Allah diyor ki:] Şüphesiz, karşı duramayacakları güçlerle onların üzerine yürüyecek ve onları, küçük düşürülmüş olarak (29) [o ülkeden] mutlaka çıkaracağız!"

29 - Lafzen, "ve onlar küçük düşürülecekler". Kur'an her türlü saldırı savaşını açıkça yasakladığına göre (bkz. 2:190-194 ve ilgili notlar), aynı Kur'an'ın bir peygamberin ağzından zorbalara yakışan saldırganca tehditler vaz‘etmiş olması düşünülemez. Bunun içindir ki, 31. ayette olduğu gibi, burada da "üzerlerine varma" tehdidiyle, yani inkarcı tutumlarını bırakıp Allah'a kulluk etmeleri gerektiğini kabul etmedikleri takdirde kendilerini cezalandıracağı yolundaki tehditle Sebe halkını uyaran Allah'ın kendisidir. Önceki ayetlerde kişi zamirinin, Hz. Süleyman kendi adına konuştuğunda birinci tekil şahıs formundayken, yukarıdaki cümlede âniden büyüklük ifade eden "Biz" çoğul zamirine dönüşmesi de bu görüşü desteklemektedir (nitekim, sonraki ayetlerde, kişi zamiri yeniden birinci tekil şahsa dönecektir).

38. [OLAYLARIN gidişi içinde Süleyman Sebe Melikesi'nin kendisine geleceğini (30) öğrenince, çevresindekilere:] "Siz ey seçkin görevliler!" dedi, "Hanginiz bana [Sebe Melikesi'nin] tahtını, daha o ve ona bağlı olanlar Allah'a yürekten boyun eğmiş kimseler olarak bana çıkıp gelmeden önce (31) buraya getirebilir?"

30 - Yani, o'nun mesajına icabet ederek (Râzî, İbni Kesîr).

31 - Lafzen, "teslim olmuş kimseler olarak (müslimîn) bana gelmeden önce", yani, Allah'a teslim olmuş kimseler olarak (bkz. yukarıda 31. ayet). "Taht" (‘arş) terimi burada ve bundan sonraki ayetlerde -23. ayetin sonunda olduğu gibi- mecazî yahut deyimsel anlamıyla, yani "hükümranlık" ya da "iktidar/kudret" anlamında kullanılmaktadır (Râğıb). Ayetten anlaşıldığı kadarıyla Hz. Süleyman, misafirini onun dünyevî gücünü ya da nüfûzunu temsîl eden bir imajla karşılamak ve böylece ona "tahtının", Allah'ın sınırsız kudreti yanında hiçten farksız olduğunu göstermek istiyor.

39. [Süleyman'a bağlı] görünmeyen varlıklar içinden gözüpek biri: "Daha oturduğun yerden kalkmadan onu sana getirebilirim, çünkü ben bu konuda gerçekten güvenilir bir güce sahibim!" dedi.
40. (Buna karşılık) vahiyle bilgilendirilmiş (32) olan kişi: "Bana kalırsa" dedi, "ben onu, göz açıp kapayıncaya kadar sana getireceğim!" (33) Ve onu gerçekten önünde görünce, (34) "Benim şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü göstereceğim konusunda beni denemek üzere (35) Rabbimin bahşettiği lütf[un bir belirtisi,] bu! Bununla birlikte [Allah'a] şükreden kişi, yalnızca kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük yapan kişi ise, [bilsin ki,] Rabbim hem sınırsız cömert hem de mutlak manada kendine yeterlidir!"

32 - Lafzen, "kendisinde vahiyden (el-kitâb) bir bilgi/ilim bulunan kişi" -yani, Hz. Süleyman'ın kendisi (Râzî).

33 - Yani, büyünün başarabileceğinden daha hızlı şekilde; bu ifadeyle, "tahtın" getirilmesinin sembolik mahiyetine işaret edilmektedir. Hz. Süleyman'la Sebe Melikesi kıssasının bütününde olduğu gibi, kıssanın "tahtın getirilmesi" bölümünde de, insan ruhunun manevî değerler yönünde tedricî uyanışının temsîlî bir ifadesi olmak üzere sembolik olan ile menkıbevî olan ince bir biçimde içiçe örülmüştür.

34 - Lafzen, "önünde kurulu olarak görünce". İstekarra fiili ve ondan türetilen müstekirr ortacı, çoğu zaman "olan" yahut "mevcut bulunan/var olan" bir şeye işaret ettiğinden (karş. Lane VII, 2500) raâhu müstekirren ‘indehû ifadesi "onu (fiilen) karşısında buldu" şeklinde anlaşılabilir. Bizim çeviride benimsediğimiz ifade de sözcüğün bu anlamına dayanmaktadır.

35 - Yani, "taşıdığım ya da kullandığım manevî gücü Allah'tan mı, yoksa kibirli bir şekilde kendimden mi bildiğim" konusunda denemek üzere.

41. [Ve] sözlerine şöyle devam etti: "(Şimdi) onun tahtını tanınmaz hale sokun; bakalım, kendi başına doğru yolu bulacak mı, yoksa doğru yolu bulamayan kimselerden mi olacak." (36)

36 - Yani, eşya ve olayların sadece dış görünüşüyle mi yetinecek, yoksa onların iç realitesini, manevî gerçeğini mi anlamaya çalışacak. Hz. Süleyman, Sebe halkının o güne kadar hep dünyevî güç ve zenginlik, dünyevî rahatlık kaygısıyla hareket ettiklerini görerek, mümkündür ki, Sebe Melikesi'nin "taht"ı ya da "saltanatının maddî görüntüsüyle" ona önce iç dünyasını şekillendiren dünyevî ve geçici unsurları ve sonra da Allah inancıyla ve dolayısıyla manevî sorumluluk bilinciyle insan ruhunun geçirebileceği müsbet ve yüceltici dönüşmeyi göstermek istemektedir.

42. Ve böylece, [Süleyman'ın yanına gelince] ona: "Senin tahtın böyle miydi?" diye soruldu. [Sebe Melikesi:] "Sanki bunun gibiydi!" (37) dedi. [Süleyman, bunun üzerine, yanındakilere:] "[İlahî] bilgi ondan önce bize verilmiş olduğu ve bizim de [başından beri] Allah'a yürekten boyun eğen kimseler olduğumuz halde, [Melike'nin, bizim kendisine bu yolda herhangi bir yardımımız olmadan, kendiliğinden hakka ulaştığını] (38)

37 - Zımnen, "Ama tam olarak aynısı değil"; bununla Sebe Melikesi şüphesini dile getirmektedir, ki şüphe de bütün manevî derinleşme ve ilerlemelerde ilk adım hükmündedir. Melike, "değiştirilen taht"ın dış görünüş olarak ardında bıraktığı tahtla aynı olduğunu görmekle birlikte, bunun diğerinin sahip olmadığı manevî niteliklerle donanmış olduğunu sezgisel olarak fark etmekte ama bu dönüşümü ya da değişimi henüz tam olarak anlayamamaktadır.

38 - Bu pasajla ilgili açıklamalarıyla çevirimize ve yukarıdaki parantez içi ilavemize ışık tutan Taberî, Zemahşerî ve İbni Kesîr'in yorumu da bu yöndedir.

43. [ve daha önce] Allah'ı bırakıp da tapınageldiği şeylerin (39) kendisini [doğru yoldan] uzaklaştırmış olduğu, üstelik, hakkı inkar eden bir toplumun üyesi (40) olduğu halde, [sonunda doğru yolu bulduğunu görüyoruz]" dedi.

39 - Sebe Melikesi ve tebaasının tapındıkları gök cisimlerine işaret eden bir îma (karş. 24-25. ayetler ve ilgili 20 ve 21. notlar).

40 - Lafzen, "[hakkı] inkar eden bir kavimdendi"; etkisi altında yetiştiği ve geçmişte doğru yolu bulmasını zorlaştıran şirk geleneğinin rolüne işaret eden bir ifade. Hz. Süleyman, bu kültürel arka plana ya da geçmişe dikkat çekerek, onun, geleneksel kültürel çevresini terk eder etmez hemen uyanıp aydınlanmasının son derece dikkat çekici ve takdire şayan olduğunu belirtmek istiyor.

44. [Az sonra] ona: "Girin bu saraya!" dendi. Fakat sarayı görünce, (önünde) engin-duru bir su (var) sandı ve eteğini yukarı çekti. (41) [Süleyman:] "Bu, zemini camla döşenmiş bir saraydır!" (42) dedi. [Sebe Melikesi:] "Rabbim!" dedi, "[Senden başkasına kulluk etmekle] ben kendime yazık etmişim; fakat [şimdi] Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a yürekten boyun eğiyorum!"

41 - Yani, böylece, dipsiz gibi görünen suda yürümeyi yahut belki de yüzmeyi göze alarak; bu derinlik motifinin, gerçeği arayan insanın sahip olduğu zihnî ve toplumsal güven ve rahatlığı terk edip manevî tecrübenin henüz bilinmeyen derinliklerine girmeyi göze alırken duyduğu korkuyu sembolik bir üslup içinde dile getiriyor olması mümkündür.

42 - Yani, ilk bakışta göründüğü gibi, tehlikeli ve dipsiz bir derinlik değil; fakat daha çok hakkın açıklığını simgelercesine engin ve duru. Sebe Melikesi, görünüşle gerçeklik arasında her zaman var olan farkı idrak ederek böylece manevî arayışının ya da yolculuğunun sonuna erişmektedir.

45. VE GERÇEK ŞU Kİ, Biz kavmine: "Yalnızca Allah'a kulluk edin" desin diye Semûd toplumuna [da] kardeşleri Salih'i göndermiştik; (43) onlar, bunun üzerine, hemen birbirleriyle çekişen iki hizbe ayrıldılar.

43 - Semûd kavmi ve peygamberleri Hz. Salih'in kıssası için bkz. 7:73 hk. 56 ve 57. notlar. "Bunun gibi" ya da "benzer şekilde" anlamına gelen "da" ilavesiyle Hz. Salih'in Semûd kavmine getirdiği mesajın, Hz. Süleyman'ın Sebe Melikesi'ne ve Sebe halkına ulaştırdığı mesajla aynı olduğunu, vahye dayanan bütün dinlerin özünde aynı temel gerçeklere dayandığını belirtici yönde ilerleyen anlam akışına bağlı kalmaya çalıştık.

46. [Salih ilahî mesaja karşı çıkanlara:] "Ey kavmim!" dedi, "İyiliği ummak yerine, neden kötülüğün çarçabuk sizi bulmasını istiyorsunuz? (44) Belki acınıp-esirgeniriz diye niçin Allah'tan günahlarınızı bağışlamasını istemiyorsunuz?"

44 - Lafzen, "neden iyilikten önce kötülüğü çarçabuk istiyorsunuz?" Karş. 13:6 ve ilgili 14. not; ayrıca 10:50'nin ikinci cümlesi ve 71. not.

47. "Biz sende ve seninle beraber olanlarda uğursuzluk görüyoruz!" (45) diye karşılık verdiler. [Salih:] "Uğurumuz ya da uğursuzluğumuz Allah'ın elindedir!" (46) dedi, "İşin gerçeği, sizler sınanan bir toplumsunuz!"

45 - Bkz. 7. sure, 95. not.

46 - Zımnen, "Bütün insanların kaderini (tâir) boyunlarına dolayan Allah'tır"; bkz. 17:13 ve ilgili 17. not.

48. İmdi, o şehirde bozgunculuk yapıp düzen ve uyumdan yana olmayan dokuz kişi (47) vardı;

47 - Yahut "dokuz kabile"; çünkü yukarıdaki anlam örgüsü içinde raht terimi her iki anlama da yorulabilir. Ayette sözü geçen "şehir", öyle anlaşılıyor ki, kuzey Hicaz'daki el-Hicr olarak bilinen bölgedir (karş. 7. sure, 56 ve 59. notlar). Sebe Melike'sinin inanmaya eğilim gösterdiğini, inandığını dile getiren önceki kıssanın tersine, Semûd kavminin (54 ve 58. ayetler) ve Lût toplumunun kıssaları, doğru yola girmeleri için yapılan çağrının, güçlü ve mağrur, yahut tersine, zayıf ama anlamsız, amaçsız tutkulara tutsak olan insanlarda ya da toplumlarda uyandırdığı husumete, düşmanlığa dikkat çekmektedir.

49. bunlar Allah adına yemin ederek (48) aralarında andlaşıp "Ona ve ailesine geceleyin baskın yapalım [ve onların hepsini öldürelim]; sonra da o'na arka çıkacak olan kimseye, rahatlıkla, ‘Onun ailesinin uğradığı kıyıma biz katılmadık; çünkü biz haktan yana kimseleriz!' diyelim" dediler.

48 - Lafzen, "Allah'la". 7:73 ve devamından ve yukarıdaki atıftan anlaşılacağı üzere, Semûd toplumu, belirsiz bir şekilde de olsa Allah kavramıyla tanışıktır; ama bu kavram aşırı kibir ve küstahça eğilimlerle iyice örtülmüş ve manevî değerini bütünüyle yitirmiştir.

50. Ve böylece bir tuzak kurdular; fakat, onların hiç fark edemeyecekleri biçimde, biz de bir tuzak kurduk.
51. Ve sonra, bak onların kurduğu bütün tuzakların sonu ne oldu: onları ve onların peşinden giden toplumu, hepsini yerle bir ettik;
52. ve işte onların yaşadığı yerler, işledikleri haksızlıklardan ötürü [şimdi] bomboş! Bu [olayda], bilmek, öğrenmek isteyen insanlar için mutlaka bir ders vardır;
53. ve inanıp Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseleri kurtarmış olmamızda da!
54. VE LÛT'U da [böyle kurtarmıştık]; hani o kavmine (49) "Bu çirkin eylemi, [insanın yapı ve yaratılışına aykırı olduğunu] (50) göre göre, nasıl işliyorsunuz?" demişti,

49 - Hz. Lût ve Sodom'un sapık ahalisinin kıssasına muhtelif yerlerde, özellikle 7:80-84, 11:69-83 ve 26:160-173'de temas edilmektedir.

50 - Allah'ın karşı cinsler arasında yarattığı cazibenin saptırılarak fıtrata baş kaldırmanın Allah'ın kendisine baş kaldırmak anlamına geleceğini belirten Zemahşerî ve Râzî'nin yorumu bu yöndedir.

55. "Gerçekten, kadınları bırakıp da, şehvetle erkeklere mi yöneliyorsunuz? Hayır, işin gerçeği, siz [hakka karşı körlüğü,] bilinçsizliği seçmiş bir toplumsunuz!"
56. Fakat halkının o'na verdiği cevap: "[Lût'u] ve Lût'un yandaşlarını şehrinizden çıkarın! Çünkü bunlar kendilerini temize çıkarmaya çalışan insanlar!" demekten başka bir şey olmadı. (51)

51 - Bkz. 7:82 hk. 65. not.

57. Ve bunun üzerine Biz de o'nu ve ailesini kurtardık -yalnızca karısının geride kalanlar arasında olmasını gerekli gördük. (52)

52 - Bkz. 7:83 hk. 66. not; ayrıca 11:81, 66:10 ve ilgili notlar.

58. Ve ötekilerin üzerine [yok edici] bir yağmur yağdırdık; uyarıl[dıkları halde aldırmay]anların uğradığı bu yağmur ne korkunç bir yağmurdur! (53)

53 - Karş. 26:173 ve ilgili 73. not.

59. DE Kİ: "Bütün övgüler (gerçekte) Allah'a yaraşır. Selâm olsun, O'nun [rasûl olarak] seçtiği kullara!" Zaten Allah, insanların tanrısal nitelikler yakıştırdıkları her şeyden daha üstün, daha hayırlı değil mi? (54)

54 - Lafzen, "Allah mı daha hayırlı, yoksa (O'na) ortak koştukları şeyler mi?" Bu ifadeyle, sadece tanrılaştırılan tabiat güçlerine ya da varlıklarına değil, aynı zamanda, âdet ve geleneklerin dinsel bir kutsallık kazandırdığı sahte toplumsal ve ahlakî değerlere de işaret edilmektedir.

60. Peki kimdir, gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren? Öyle bir su ki, onunla, sizin bir tek ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz görkemli bağlar, bahçeler yeşertiyoruz!Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Hayır, hayır, [böyle düşünenler] yoldan çıkmış kimselerdir!
61. Peki kimdir, yeryüzünü [yerleşmeye] uygun bir yer (55) haline getiren ve vadilerden dereler, ırmaklar akıtan; ve onun üzerine sağlam dağlar yerleştiren; ve iki büyük su kütlesi arasına bir engel koyan? (56) Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Hayır hayır, [böyle düşünenlerin] çoğu [ne söylediklerini] bilmiyorlar!

55 - Lafzen, "dinlenme yeri" (karâr). Ayrıca bkz. 77:25-26 ve ilgili 9. not.

56 - Bkz. 25:53 ve ilgili 41 ve 42. notlar.

62. Peki kimdir, kendisine başvurduğunda darda kalmış olanın darına yetişen, kötülüğü gideren ve sizi yeryüzüne mirasçı kılan? (57) Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Aklınızda ne kadar az tutuyorsunuz [bütün bu gerçekleri]!

57 - Karş. 2:30 ve ilgili 22. not. Bu anlam örgüsü içinde, yukarıdaki ifadenin vurgusu, Allah'ın, insanı özel yetenekler ve güçlerle donatarak onu "yeryüzüne mirasçı" kılması, "yeryüzünde sakin, yerleşik" kılması yönündedir; ifade, böylece, insanın "kendi kaderine hakim", başına buyruk bir varlık olduğu iddiasının da îmalı bir biçimde reddi durumundadır.

63. Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan (58) ve rüzgarları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? (59) Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Allah, insanların tanrısal nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir!

58 - Yani, deyimsel olarak, insan hayatının nüfûz edilemezmiş gibi görünen karmaşık sorunları, karmaşık tezahürleri içinde.

59 - Bkz. 7:57 ve ilgili 44. not.

64. Peki, yaratılışı ilk defa başlatan ve sonra da onu aralıksız devam ettirip, yenileyen (60) kimdir? Ve kimdir, sizi gökten ve yerden rızıklandıran? (61) Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? De ki: "Eğer ileri sürdüğünüz iddiaya gerçekten inanıyorsanız (62) getirin o zaman delilinizi!"

60 - Bu ifadeyle, insanın yeryüzündeki hayatına ve bedensel ölümden sonraki dirilişe işaret edildiği gibi, bütün organik tabiatta doğum, ölüm ve yeniden türeme şeklinde kendini gösteren çevrimsel sürece (devr-i dâime) de işaret edilmektedir.

61 - Rızk terimi, 10:31'de olduğu gibi, burada da hem maddî, hem de manevî ihtiyaçların karşılığı anlamınadır; ayette geçen "gökten ve yerden" ifadesi de, kanaatimizce buna delalet etmektedir.

62 - Lafzen, "Eğer doğru sözlü kimselerseniz". Bu ayet, çok tanrılı bir inancı benimseyen, hatta Allah'tan başka tanrı olmadığına ama O'nun yaratılmış bir varlıkta "tecessüm" etmesinin mümkün olduğuna inanan çoğu insanların bu tür kör ve bâtıl inançlara, idrak ve sağduyu yoluyla değil fakat çoğu zaman sadece geleneksel kültür ve düşünce tarzının etkisi altında saplandıklarına işaret etmektedir.

65. De ki: "Göklerde ve yerde olan hiç kimse, [yani] Allah'tan başka [hiç kimse,] yaratılmışların duyu ve tasavvur alanı dışında kalan gerçekleri bilemez". (63) [Yaratılmış olanlar] öldükten sonra ne zaman diriltileceklerini de bilemezler;

63 - "Yaratılmışların duyu ve tasavvur alanı dışında kalan gerçekler" ifadesiyle aktardığımız ğayb terimi, bu anlam örgüsü içinde, açıkça anlaşılacağı üzere, Allah'ın Zâtı'nı, yaratılmış âlemin görünür vechesi altında yatan nihaî gerçekliği ve bu âlemin yaratılmasındaki aslî anlam ve amacı ifade etmektedir. Ayeti "göklerde ve yerde Allah'tan başka hiç kimse ... ilh." şeklinde aktarsaydık, bu Allah'ın da "göklerde ve yerde olanlar" arasında bulunan bir varlık olduğu anlamına yol açacaktı; oysa Allah mekandan münezzeh ve müte‘âldir ve dolayısıyla "göklerde ve yerde" yaratmış olduğu varlıkların arasında mütalaa edilemez; bunun içindir ki ayette Allah için getirilen istisnayı parantez içindeki [yani] sözcüğü ve yine parantez içindeki [hiç kimse] tekrarı yardımıyla bir açıklama cümleciği olarak aktarmak zaruretini duyduk.

66. Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri gerçeğin berisinde kalmaktadır; (64) zaten [çoğu zaman] onun gerçekliğinden yana şüphe içindedirler; hayır, ondan yana kördürler. (65)

64 - Yani, insanın bu dünyada algı ve müşahede edebileceği alanın ötesinde yer alan bir gerçeklik olduğu için ahireti tam olarak tahayyül edemezler yahut gözlerinde canlandıramazlar; iyi ya da kötü sonuçlarıyla insanın ölümden sonraki hayatına ilişkin Kur'ânî atıfların, zarurî olarak, temsîlî terim ve üsluplarla ifade edilmesinin sebebi de budur.

65 - Yani, ahiret olgusunun Allah'ın yaratma planının mantıkî bir sonucu olduğu gerçeğine karşı kör. Çünkü, insandaki manevî/ahlakî sorumluluk kavramı ve dolayısıyla Allah'ın nihaî yargısı, nihaî adalet fikri ancak ölümden sonraki hayatın mevcudiyetiyle anlam kazanabilmektedir; öte yandan, eğer manevî/ahlakî sorumluluk yoksa, ahlakî tercih kaygısı da olmayacaktır; ve eğer tercih keyfiyetine yok gözüyle bakılıyorsa, doğru ile eğri arasında yapılan bütün ayrımlar anlamını tamamen kaybedecektir.

67. Bunun içindir ki, hakkı inkara şartlanmış olan kimseler: "Nasıl yani, biz ve atalarımız toz toprak olduktan sonra [topraktan yeniden] çıkarılacağız, öyle mi?" diyorlar.
68. "Gerçek şu ki, bu bize ve atalarımıza daha önce de vaad edilmişti; eskilerin masallarından, efsanelerinden başka bir şey değil bu!"
69. De ki: "Yeryüzünde dolaşın da [böyle diyerek] günaha gömülüp gitmiş olanların sonunu görün!" (66)

66 - Yani, ölümden sonraki hayat gerçeğini ve dolayısıyla bilerek yapıp-ettiklerinden sonunda hesaba çekileceklerini inkar edenlerin sonunu görün. Bundan önceki notta da belirtildiği gibi, bu inkarcı tavrın kaçınılmaz sonucu doğruyla eğriyi birbirinden ayırma duygusunun kaybedilmesidir ki bu da manevî ve toplumsal kargaşayı beraberinde getirmekte ve sonuç olarak toplumların ve uygarlıkların çökmesine yol açmaktadır.

70. Fakat sen yine de onlar için kaygılanma; [Allah'ın mesajlarına karşı] ileri sürdükleri asılsız iddialardan (67) ötürü de canını sıkma .

67 - Lafzen, "kurdukları tuzaklardan". Mekr teriminin "asılsız, düzmece iddialar ortaya atmak ya da uydurmak" anlamındaki Kur'ânî kullanımı için bkz. 10:21 ve ilgili 33. not.

71. Ve "Eğer doğru sözlü kimselerseniz, [söyleyin siz ey inananlar,] bu [ölümden sonra diriliş] vaadi ne zaman gerçekleşecek?" diye sordukları [zaman],
72. de ki: "O çarçabuk gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı (68) belki de peşinize düşmüştür bile..."

68 - Yani, yeniden dirilme vakasından önce herkesin tatması zorunlu olan ölüm.

73. İmdi, gerçek şu ki, senin Rabbin insanlara karşı sınırsız lütuf sahibidir; ne var ki onlardan çoğu şükretmez.
74. Ve yine senin Rabbin onların kalplerinin gizlediği şeyleri de, açığa vurduğu şeyleri de bütünüyle bilmektedir;
75. göklerde ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki [O'nun yarattığı âlem için koyduğu] yasalar ve ilkeler örgüsünde yeri olmasın.
76. BU KUR'AN'IN, İsrailoğulları'nın üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok meseleyi (69) açıklığa kavuşturduğu (70) ortadadır.

69 - Yani, vaktiyle kitaplarında apaçık ortaya konmuş olduğu halde üzerinde sonradan ayrılığa düştükleri birtakım temel gerçekleri. Tahrif edilmiş haliyle bile olsa, her iki grup da Eski Ahid'e bağlı olduğuna göre, yukarıdaki "İsrailoğulları" tabiri hem Yahudileri, hem de Hristiyanları içine almaktadır (Zemahşerî). Hem kitaplarındaki tahrifat sebebiyle, hem de Yahudi ve Hristiyan inanç ve kültürünün insanlığın büyük bir kısmı üzerinde gerçekleştirdiği yaygın etkiden ötürü, Kur'an belli ahlakî gerçekleri bu iki gruba açıklama amacını da gütmektedir. Bu anlam örgüsü içinde, meselelerin hepsinin değil de "pek çoğu"nun açıklığa kavuşturulduğundan söz edilmesi göstermektedir ki, bu pasajda, Kur'an'ın sıkça tekrarladığı gibi ancak ahirette cevaplanacak olan nihaî metafizik meseleler üzerinde değil, fakat sadece insanın bu dünyadaki ahlakî meseleleri ve toplumsal hayat üzerinde durulmaktadır.

70 - Yekussu fiiline verilen bu anlam için bkz. 12:3 hk. 5. not.

77. Çünkü o inanmak isteyenler için gerçek bir yol gösterici ve bir rahmettir.
78. Gerçek şu ki, [ey inanan kişi], senin Rabbin onların arasında kendi yasalarıyla hükmedecektir; çünkü her şeyin aslını bilen en yüce iktidar sahibi O'dur.
79. Öyleyse, [yalnızca] Allah'a güven; çünkü inandığın şey, doğruluğu besbelli gerçeğin tâ kendisidir. (71)

71 - Lafzen, "Sen apaçık hak üzerindesin [yahut "hakka dayanıyorsun"]".

80. Gerçek şu ki, sen ölülere de işittiremezsin, sırt çevirip uzaklaşan sağırlara da işittiremezsin bu çağrıyı;
81. ve (yine) sen [kalben] kör olanları saptıkları yoldan çevirip doğru yola yöneltemezsin; sen (sesini) ancak mesajlarımıza inan[maya istekli ol]anlara işittirebilirsin, ki onlar da zaten bize yürekten boyun eğecek olan kimselerdir. (72)

72 - Bu pasaj, sık tekrarlanan, "Allah [doğru yola erişmek] isteyen kimseyi doğru yola eriştirir (yehdî men yeşâu)" şeklindeki Kur'ânî ifadeyle tam bir bağdaşım halindedir.

82. Ve [o kalben sağır ve kör olanlara gelince: Haktan yana kendilerine söylenen] söz bütün açıklığıyla gerçekleştiği zaman, (73) onların karşısına yerden, kendilerine insanlığın mesajlarımıza gerçek bir imanla inanmadığını söyleyen bir yaratık çıkaracağız. (74)

73 - Lafzen, "onların başlarına geldiği gün". Yani, bütün beklentilerinin tersine, gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıkıp da onları allak bullak ettiğinde; Son Saat'in, Kıyamet Günü'nün, Allah'ın nihaî yargısının, ve sonuç olarak, inkarcıların "eskilerin/öncekilerin masalları" olarak gördükleri ne varsa hepsinin vukuuna işaret eden bir ifade (karş. yukarıda 67-68. ayetler). İzâ veka‘a'l-kavlu ‘aleyhim ifadesinden, "ahiret azabının onların başlarına geleceği", yani tevbe ve pişmanlık için vaktin artık geç olacağı Son Saat'in vukuu da anlaşılabilir.

74 - "Yerden çıkarılan yaratık" ifadesi, öyle anlaşılıyor ki, insanın hayata "dünyevî" bakışını, başka bir deyişle, Kıyamet Günü'nden önceki zamanların insanı ruhen yoksullaştıran maddeci karakterini dile getiren temsîlî bir ifadedir. Bu "yaratık", insana mecaz yoluyla, özellikle maddeci değerlere gömülüp gitmesinin ve dolayısıyla kendi kendini tüketmesinin Allah inancının eksikliğinden ileri geldiğini söyler/gösterir. (Bkz. 7:175-176 ve ilgili 141. not.)

83. Ve o Gün her ümmetin içinden mesajlarımızı yalanlayanları ayrı bir bölük olarak toplayacağız; ve böylece, onlar [günahlarının derecesine göre] sınıflandırılacaklar;
84. öyle ki, [yargı önüne] çıktıkları zaman, Allah, onlara: "(Doğru düşünce ve) bilgi yoluyla üstesinden gelemeyince (75) tutup mesajlarımızı yalanlamaya kalktınız, öyle mi? Peki, bu yaptığınız neydi öyleyse?" diyecek.

75 - Yani, onları anlamadan yahut anlamaya gayret etmeden (Zemahşerî).

85. Ve (böylece, onlara vaktiyle söylenen) söz, onların tüm karalamalarına rağmen, olanca gerçekliğiyle karşılarına çıkacak (76) ve onlar da buna karşılık artık diyecek söz bulamayacaklar;

76 - Yahut: "İşledikleri haksızlıklardan ötürü (vaad edilen) ceza/azap başlarına gelecek" (bkz. yukarıda 73. not).

86. öyle ya: geceyi, içinde sükûn bulsunlar diye (derin ve kuşatıcı); gündüzü de, (olup biteni) görsünler diye (aydınlık) yaptığımızın farkında değiller miydi? (77) üphesiz, bunda, inanmak isteyen insanlar için çıkarılacak dersler vardır!

77 - Buradaki anlam örgüsü içinde (10:67 yahut 40:61'de olduğu gibi) "gece"ye ve "gündüz"e ilişkin atıflar sembolik bir anlam taşımaktadır. Bu atıflarla, insanın, gün ışığında gözlem ve müşahedelerle desteklenen bilinçli muhakemeler yoluyla, ayrıca (gecenin sükûn ve derinliğiyle simgelenen) kendi içinin sesine dürüstçe kulak verip, sezgilerini kullanarak hakikate vukûf elde edebilmesini mümkün kılan Allah vergisi yeteneklere işaret edilmektedir: ister dışa yönelmiş olsun ister içe, her iki yol da bize Allah'ın varlığının mantıkî zaruretini ve O'nun mesajlarına karşı çıkmanın en başta bizim kendimize karşı işlenmiş bir günah olacağını göstermektedir.

87. Ve o Gün sûra üflenecek ve böylece Allah'ın istediği kimseler dışında, göklerde ve yerde var olan herkes (tarifsiz bir) korkuya kapılacak; ve başları önlerine düşmüş olarak herkes O'nun huzuruna çıkacak.
88. Ve o kadar yerinden oynatılmaz sandığın dağların, [o Gün] bulutlar gibi geçip gittiğini görürsün: her şeyi şaşmaz bir düzene bağlayan (78) Allah'ın işidir bu! İşin doğrusu, O edip-eylediğiniz her şeyden haberdardır!

78 - Yani, onlara yarattığı amaçla tam bir uyum içinde tasarruf eden; etkane fiilinin yaklaşık anlamı budur. Burada ifadedeki vurgu, öte dünyanın kalıcı realitesi karşısında bildiğimiz keyfiyetiyle bu dünyanın Allah'ın tasarrufuna bağlı geçici bir mahiyet taşıdığını işaret edecek yöndedir (karş. 14:48 ve 20:105-107, ve ilgili notlar).

89. Her kim ki [O'nun huzuruna] iyi eylemlerle çıkarsa, buna karşılık [daha] hayırlısını elde edecektir; (79) ve böyleleri o Gün'ün korkusundan emin olacaklardır.

79 - Lafzen, "bundan iyilik/hayır bulacaktır"; yani, dünya hayatında yaptığı iyi eylemlerin bir sonucu olarak (Taberî'nin kaydettiğine göre, İbni ‘Abbâs, Hasan Basrî, Katâde, İbni Cüreyc). Bu ifadeyle, mecazen, "ceza" ya da "mükafat"a layık olarak tanımlanan şeyin dünya hayatında ortaya konan iyi ya da kötü tutum ve davranışların tabii sonucundan başka bir şey olmadığı yolundaki Kur'ânî ilke dile getirilmektedir. Bir başka açıdan yukarıdaki ayet, "kim iyi bir amelle gelirse, ondan daha iyisini bulacaktır" şeklinde anlaşılabilir, ki bu dünyada yapılan işlerin geçici, ama bunların sonuçlarının ya da karşılıklarının kalıcı olduğuna dair bir îmayla yüklüdür (Zemahşerî).

90. Ama kimler ki kötü eylemlerle çıkıp gelirse, (80) böyleleri yüzüstü ateşe atılacaklar; [ve kendilerine:] "Yapıp-ettiklerinize göre hak etmediğiniz bir ceza mı bu?" (81) [diye sorulacaktır].

80 - Yani, yalnızca kötü işler yapanlar yahut yaptıkları kötülükler iyiliklerine baskın gelenler (İbni Kesîr).

81 - Lafzen, "Yapıp-ettiklerinizden başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?", vb.

91. [EY MUHAMMED, de ki:] "Ben, yalnızca, kutlu kıldığı bu şehrin (82) ve var olan her şeyin Rabbine kulluk etmekle emrolundum; yani, O'na yürekten boyun eğen kimselerden olmakla emrolundum;

82 - Yani, Tek Tanrı'ya [Allah'a] adanan İlk Mâbed'in inşa edildiği Mekke şehrinin (karş. 3:96).

92. bir de, bu Kur'an'ı [insanlara] okuyup ulaştırmakla." Bundan sonra artık kim ki, doğru yolu tutarsa, o yolu kendi iyiliği için tutmuş olacaktır; ve kim de yoldan saparsa, [böylelerine] de ki: "Ben yalnızca bir uyarıcıyım!"
93. Ve yine, de ki: "Övgüler olsun Allah'a! Alametleri[nin gerçek olduğunu] size gösterdiğinde [ne iseler] onları tanıyacaksınız". Ve Rabbin yaptıklarınızdan asla gâfil değildir.
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: