Meal Seç / Sure Seç

Ankebut Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

29 - Ankebut
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Otoritelerin çoğu, bu surenin Mekke'de nazil olan son surelerden biri olduğunu söylerken, bazısı, Medine'nin ilk dönemine ait olduğu görüşündedirler. Diğer bazısı da, surenin büyük bölümünün Mekkî olduğunu, fakat ilk on veya onbir ayetinin ise Medine'de nazil olduğunu belirtirler. Nihayet, bu görüşün aksini savunan, yani ilk dokuz ayetin Mekke'de, gerisinin ise Medine'de nazil olduğunu iddia eden alimler de vardır. Bu farklı görüşlerden çıkan sonuç, surenin, tarihî bakımdan Mekke ve Medine dönemleri arasındaki bir zaman dilimine ait olduğudur. Sure, adını, 41. ayetinde geçen "örümcek ağı" kıssasından almıştır. Bu temsîl, hakikat fırtınası önünde uzun süre dayanamayıp paramparça olmaya mahkum bulunan bâtıl inanç ve değerleri sembolize etmektedir.
1. Elif-Lâm-Mîm. (1)

1 - Bkz. Ek II.

2. İNSANLAR, [sadece] "İnandık!" demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?
3. Evet, andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de sınadık; o halde [bugün yaşayanlar da sınanacak ve] elbette Allah, doğru davrananları ortaya çıkaracak ve yalancıların (2) da kimler olduğunu gösterecektir.

2 - Yani, başkalarına ve/veya bizzat kendilerine yalan söyleyenlerin (bkz. not 7).

4. Yoksa onlar -[inandıklarını iddia ettikleri halde] kötülük işleyenler- Bizden kurtulabileceklerini mi sanırlar? Ne tuhaf bir düşünce bu!
5. Kim [Kıyamet Günü] Allah'a kavuşmayı [ümit ve korku ile] beklerse [o Gün'e hazırlıklı olsun]: çünkü Allah'ın [her insan ömrü için] takdir ettiği vade mutlaka gelip çatacaktır -ve O her şeyi bilen, her şeyi işitendir!
6. O halde, kim [Allah yolunda] üstün gayret gösterirse bunu yalnız kendi iyiliği için yapmış olur: çünkü Allah, her türlü ihtiyaçtan uzaktır!
7. İman edip doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, Biz onların [önceki] kötülüklerini mutlaka sileriz ve onları yaptıkları iyiliklere göre ödüllendiririz.
8. Biz insana, [yapacağı en hayırlı işlerden biri olarak] anne ve babasına iyi davranmasını emrettik; (3) ama [buna rağmen,] eğer onlar [ilah olarak] kabul edemeyeceğin herhangi bir şeyi (4) Bana ortak koşmanı isterlerse onlara uyma: [çünkü] hepiniz [sonunda] dönüp Bana geleceksiniz; o zaman [hayatta iken] yapmış olduğunuz her şeyi [iyi ve kötü yönleriyle] gözünüzün önüne sereceğim.

3 - Karş. 31:14-15 ve özellikle de ilgili dipnot 15.

4 - Lafzen, "hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi": yani, bu bağlamda, "hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin Allah'ın sıfatlarına ve kudretine ortak olamayacağı şeklindeki bilginizle çelişen herhangi bir şeyi". Râzî'ye göre, bu ifadeyle, yalnızca kişisel bilginin ürünü olarak geliştirilen kavramlar değil de başkalarının görüşlerinin eleştirilmeden, körü körüne benimsenmesiyle (taklîd) oluşturulan kavramlar da kasdediliyor olabilir.

9. İman edip doğru ve yararlı işler yapmış olanlara gelince, onları [öteki dünyada da] mutlaka dürüst ve erdemlilerin arasına sokacağız.
10. İNSANLAR arasında öyleleri var ki, [kendileri ve kendi gibileri adına] "Biz, Allah'a inanıyoruz!" derler; ama Allah yolunda sıkıntıya düşünce insanlardan çektikleri eziyeti Allah'tan gelen ceza (5) gibi, [hatta ondan daha korkutucu] görürler; Rabbinden [gerçek inanç sahiplerine] bir yardım gelince de, (6) "Aslında biz her zaman sizinle beraberiz!" derler. Allah, bütün yaratılmışların kalplerinden geçenleri en iyi bilen değil midir?

5 - Yani, dünyada bir sıkıntı ile karşılaşmaktan korktukları için inançlarını terk edenlerin ahirette karşılaşacakları azap. (Unutulmamalıdır ki, işkence veya ölüm tehdidi karşısında inancını görünüşte terk edenlerin davranışı, İslam'a göre günah sayılmaz. Ancak yine de, kişinin inancı uğruna şehit düşmesi, insanoğlunun ulaşabileceği en yüce erdemdir.)

6 - Yani, onlar arasında bulunmanın artık bir tehlike taşımadığı zaman.

11. [Evet!] Allah, [gerçekten] imana erenlerin de, ikiyüzlülerin de kimler olduğunu mutlaka gösterecektir. (7)

7 - Bu, muhtemelen, münâfık teriminin Kur'an'da kronolojik olarak ilk geçtiği ayettir. Terim, deyimsel olarak, nefak isminden türetilmiştir. Nefak da, girişi dışında bir de çıkış noktasına sahip olan ve özellikle tarla faresi, kertenkele ve benzeri hayvanların kolaylıkla girip çıkabilecekleri veya kendilerini kovalayanları atlatabilecekleri karmaşık yuvaları gösteren nefak isminden türetilmiştir. Münâfık terimi, mecazî olarak da, "ikiyüzlü" olan, hayatını içinde bulunduğu şartlarda kendisine pratik faydalar sağlayacak vaadlere göre düzenleyerek manevî ve sosyal yükümlülüklerinden her zaman kolayca sıyrılma yolları arayan bir kişilik yapısını anlatır. Böyle bir karaktere sahip olan kişi, genellikle, ahlaken olduğundan daha iyi görünmeye çalıştığından münâfık sıfatı, yaklaşık olarak "ikiyüzlü" (hypocrite) şeklinde çevrilebilir. Ancak şu farklılığın da gözden kaçırılmaması gerekir: Bu Batı kökenli terim (hypocrite) başkalarını kandırmayı amaçlayan bilinçli bir gizlenmeyi ifade ettiği halde, Arapça'daki münâfık terimi, -Kur'an'da da zaman zaman rastlandığı gibi- inançlarında ve ahlakî sorumluluklarında zayıf veya kararsız olan ve yalnızca kendisini kandırmaktan öteye geçmeyen kişileri anlatır. Bu sebeple, Kur'an metnini çevirirken alışılmış "ikiyüzlü" (hypocrite) kelimesini kullandığımda, mümkün olan ve gerekli görülen yerlerde açıklayıcı dipnotlarla yukarıdaki farklılığa işaret etme yolunu seçtim.

12. Ve [O, şunu da bilir ki,] hakkı inkar edenler, [her zaman olduğu gibi,] inananlara: "(Gelin) bizim [hayat] tarzımıza uyun, günahlarınız bizim boynumuza!" derler. (8) Halbuki onlar, [bu şekilde yanılttıkları kimselerin] hiçbir günahını yüklenmezler: (9) Dikkat edin, onlar yalancıdırlar!

8 - Hakkı inkar edenlerin bu "sözleri", inananlara karşı tavırlarını gösteren bir mecazdan başka bir şey değildir. "Her zaman olduğu gibi" parantez içi açıklamasını eklememin sebebi budur ve şu anlama gelir: Kişinin "insanın kavrayış alanı dışındaki şeylere" (ğayb) inanmasından -bu örnekte Allah'ın varlığına inançtan- doğan manevî yükümlülüğünü inkar edenler, kural olarak, başkalarında da benzeri bir yükümlülüğe ve inanca hoşgörüyle bakmazlar. Böylece, "günah" kavramının sözde geçersizliğini müstehzî ve kibirli bir şekilde savunarak müminleri kendi düşünce tarzlarına çekmeye çalışırlar.

9 - Lafzen "taşımazlar" -onlar tarafından yanıltılan kimselerin taşımak zorunda olduğu yükte bir azalmamaya işaret (Râzî). Bkz. ayrıca bir sonraki not.

13. Onlar, mutlaka, kendi yükleri ile birlikte başka yükleri de taşımak zorunda kalacaklardır; (10) ve bütün temelsiz iddialarından dolayı Kıyamet Günü mutlaka hesaba çekileceklerdir!

10 - Karş. Hz. Peygamber'in şu sözü: "Her kim [başkalarını] doğru yola çağırırsa, Kıyamet Günü'ne kadar onu izleyeceklerin tümünün [toplam] mükafatlarına eşit bir mükafata erişecek, onu izleyenlerin mükafatları da azalmayacaktır. Her kim de insanları bâtıl yollara çağırırsa onun günahı da Mahşer Günü'ne kadar arkasından gidenlerin [toplam] günahlarından daha fazla olacak, onu izleyenlerin günahı da azalmadan devam edecektir" (Buhârî).

14. BİZ [çok zaman önce] Nûh'u kendi kavmine göndermiştik, (11) ve Nûh onlar arasında dokuzyüzelli yıl geçirmişti; (12) sonra onlar hâlâ zulüm batağında yaşamaya devam ederlerken bir tufana yakalanmışlardı:

11 - Bu pasaj yukarıdaki 2. ayetle bağlantılıdır: "Biz, kendilerinden öncekileri de sınadık". Nûh'un ve kavmini doğru yola ulaştırmadaki başarısızlığının kıssası Kur'an'da defalarca dile getirilmiştir, özellikle de 11:25-48. ayetlerde. Bu örnekte, hiç kimsenin -Peygamber'in bile- başka bir kimseye iman bahşedemeyeceği gerçeği vurgulanmaktadır (karş. 28:56 -"Sen her sevdiğini doğru yola yöneltemezsin"). Aynı gerçek, daha sonra, 16-40. ayetlerde de öteki peygamberlerle ilgili olarak vurgulanmaktadır.

12 - Zımnen, "Ama, bu kadar uzun zamana rağmen onları tebliğ ettiği hakikate inandıramadı". Aynı rakam -950 yıl- Kitâb-ı Mukaddes'de (Tekvîn ix, 29) Hz. Nûh'un ömrü olarak verilmiştir. Kur'an'ın bu bilgiyi aynen tekrarlaması, yalnızca, bir peygamberin vahyi tebliğ için harcadığı zamanın o'nun başarı veya başarısızlığıyla bir ilgisinin bulunmadığı gerçeğini vurgulamak içindir, çünkü "tek gerçek rehberlik, Allah'ın rehberliğidir" (3:73) -ve Kur'an'da sık sık hatırlatıldığı gibi, "Allah [yalnızca] [eriştirilmeyi] dileyeni doğru yola eriştirir". Böylece, Hz. Nûh'un hatırlatılmasından maksat, kendileri için apaçık olan gerçekleri halkın büyük kısmının düşünmeden hemen reddettiklerini görerek ümitsizliğe kapılan müminleri teselli etmektir.

15. fakat Nûh'u ve o'nunla birlikte gemide bulunanların tümünü kurtardık ve bunu, [hatırlayıp ders almaları için] bütün insanların önüne [rahmetimizin] bir işareti olarak koyduk.
16. VE İBRAHİM [de, Bizden aldığı ilhamla] kavmine dönerek: "Allah'a kulluk edin ve O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır!" diye seslendi.
17. [Ve devamla] "Siz Allah'ı bırakıp [cansız] putlara tapıyorsunuz ve böylece bir yalandan örnekler veriyorsunuz! (13) Kuşkusuz, Allah'ı bırakıp taptığınız [o şeyler ve varlıklar] size rızkınızı verebilme gücüne sahip değildirler: O halde bütün rızkınızı Allah katında arayın, [yalnız] O'na kulluk edin ve O'na hamd edin: çünkü sonunda yine O'na döndürüleceksiniz!"

13 - Lafzen, "yalan uyduruyorsunuz".

18. "Ve Eğer [beni] yalanlarsanız [bilin ki, başka] toplumlar da sizden önce [Allah'ın peygamberlerini] yalanladılar: Bir elçiye düşen, sadece [kendisine emanet edilen] mesajı dosdoğru bir şekilde iletmektir."
19. PEKİ, o [hakkı inkar edenler,] Allah'ın [hayatı] ilkin nasıl yoktan var ettiğini, sonra onu nasıl tekrar yenilediğini anlamazlar mı? (14) Kuşkusuz bu, Allah için kolay bir iştir!

14 - Bu bölüm -19-23. ayetleri kapsayan paragraf- Hz. İbrahim'in kıssasına açılmış bir parantezdir ve 17. ayetin sonundaki yeniden dirilmeye atıf ile ("sonunda yine O'na döndürüleceksiniz") bağlantılıdır. Organik tabiatta bu kadar canlı şekilde tasvir edilen sürekli üreme, sona erme ve yeniden üreme süreci, Kur'an'da sadece yeniden dirilme inancını desteklemek için değil, aynı zamanda bu şekildeki bir yaratma eyleminin gerisinde yatan anlamlı bir planın ve dolayısıyla bir yaratıcının varlığının kanıtı olarak kullanılmaktadır.

20. De ki: "Yeryüzünü dolaşın ve Allah'ın [insanı] nasıl [harikulade bir şekilde] yoktan var ettiğini görün! (15) Allah işte bu şekilde ikinci hayatınızı da var edecektir; çünkü Allah her şeye kâdirdir!"

15 - Karş. mesela 23:12-14. Bu ayetler, insanın en basit maddelerden yaratılmış olduğuna ve sonra, sadece bedene değil, aynı zamanda beyin ile duygular ve içgüdülere de sahip olan hayli kompleks bir varlık haline tedricî bir şekilde dönüştüğüne işaret eder.

21. "Dilediğine azap verir, dilediğine merhamet eder; hepiniz O'na döndürüleceksiniz:
22. Ne yeryüzünde ne de gökte Allah'ı başınızdan savamazsınız, [bunu hiç beklemeyin;] Sizi ne Allah'ın elinden alabilecek, ne de size yardım edebilecek kimse bulamazsınız."
23. Allah'ın ayetlerini ve [sonunda] O'na kavuşacaklarını inkar edenler, benim rahmetimden ümitlerini kesmiş olanlardır; ve onları [öteki dünyada] acıklı bir azap beklemektedir. (16)

16 - Bu tür insanların Allah'ın varlığını tamamen inkar ederek kendilerini O'nun rahmetinden ve mağfiretinden (rahmet teriminin bu bağlamdaki ikili karşılığı) yoksun bırakmalarına işaret etmektedir. Başka bir deyişle, Allah'a iman etmek -veya inanmaya hazır olmak- bizâtihî O'nun rahmet ve mağfiretinin bir ürünüdür. Tıpkı öteki dünyadaki azabın "hakikati inkar etmenin" bir ürünü olması gibi.

24. İMDİ [İbrahim'e gelince,] kavminin o'na tek cevabı şu oldu: (17) "Onu öldürün, veya yakın!" Ama Allah o'nu ateşten korudu. (18) Bakın, bu [kıssa]da inanacak kimseler için dersler vardır!

17 - Lafzen, "Kavmi bir cevap veremedi ve yalnızca şöyle dedi" -böylece 18. ayetle sona eren pasaj ile bir bağlantı kurulmaktadır.

18 - Bkz. 21:69 ile ilgili not 64.

25. Ve [İbrahim] onlara dedi ki: "Siz Allah'ı bırakıp putlara taptınız. Tek sebep, bu dünyada kendinize [ve atalarınıza] karşı duyduğunuz sevgiye (19) esir olmanızdı: (20) Ama sonra, Kıyamet Günü birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lânet yağdıracaksınız; hepinizin varacağı yer ateştir ve (orada) size yardım edecek bir kimse bulamayacaksınız".

19 - Lafzen, "yalnızca sevginin ürünü olarak".

20 - Râzî, puta tapmayı, böylece, önceki kuşaklardan devralınan tavırların körce taklîd'inin bir sonucu olarak görmektedir.

26. Bunun üzerine [kardeşinin oğlu] Lût o'na inandı ve "Ben [de] zulüm ve kötülük diyarını terk ederek Rabbime [döneceğim]: (21) Şüphesiz O kudret ve hikmet sahibidir!" dedi.

21 - Hicret teriminin açıklaması ve muhâcir teriminin yukarıdaki şekilde çevrilmesi konusunda bkz. 2. sure, 203. not ve 4. sure, 124. not. Bu terim, daha önce bahsedilen, Hz. İbrahim'in kendi kötü, zalim çevresinden "kopması" (i‘tizâl) ve (Kuzey Mezopotamya'da bulunan) Harran'a, oradan da Suriye ve Filistin'e maddî olarak göç etmesinde (19:48-49'da) olduğu gibi, burada açıkça hem maddî hem de manevî anlamda kullanılmıştır. Diğer taraftan Hz. Lût'un kıssası, Kur'an'da birçok kere, özellikle de 11:69-83'de nakledilmiştir.

27. [İbrahim'e gelince,] o'na İshâk'ı ve [İshâk'ın oğlu] Yakub'u bahşettik (22) ve soyundan gelenler arasında peygamberliği ve vahyi devam ettirdik. Onu bu dünyada mükafatlandırdık; (23) o, öteki dünyada [da] mutlaka dürüst ve erdemliler arasında yer alacaktır.

22 - Yani, daha önceki yıllarda doğan Hz. İsmail'den sonra (karş. 21:72).

23 - Öteki bazı özellikler yanında o'nu "insanların önderi" kılmak suretiyle (2:124).

28. LÛT [da Bizden aldığı ilhamla] kavmine şöyle seslenmişti: "Siz, kesinlikle, dünyada daha önce hiç kimsenin yapmadığı iğrenç şeyler yapıyorsunuz!
29. Siz, erkeklere [azgın bir şehvetle] yaklaşıp [cinsler arasında tabii olan] yolu kapatmıyor musunuz? (24) Ve bu utanç verici suçları [açık] toplantılarınızda işlemiyor musunuz?" Ama kavmi, "Peki," diye cevap verdi, "eğer doğruları söyleyenlerden isen, başımıza Allah'ın azabını getir bakalım!"

24 - Tekta‘ûne's-sebîl deyiminin bu farklı yorumu, Beğavî ve (Hasan Basrî'nin rivayetine istinaden) Zemahşerî tarafından ortaya atılmıştır; Râzî bu yorumu özellikle vurgular ve bir açıklama yapmadan sadece nakletmekle yetinir.

30. [Bunun üzerine Lût] "Ey Rabbim!" diye yalvardı, "Bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açan bu insanlara karşı bana yardım et!"
31. Derken [semavî] elçilerimiz İbrahim'e [İshâk'ın doğumu] müjdesini getirdiklerinde (25) [aynı zamanda]: "Biz bu yörenin halkını yok edeceğiz, (26) çünkü onlar gerçek zalimlerdir!" dediler.

25 - Bkz.11:69 vd. ve ilgili 99. notun ilk bölümü.

26 - Karye kelimesi, burada, klasik Arapça'da sıkça görüldüğü gibi, "yöre/arz" anlamında kullanılmakta olup bu örnekte Sodom ve Gomore şehirlerine işaret etmektedir.

32. [Fakat İbrahim] "Ama Lût da onlar arasında yaşıyor!" diye haykırdı[ğı zaman] şu cevabı verdiler: "Kimin orada olduğunu iyi biliyoruz; o'nu ve karısı dışındaki bütün aile efradını kesinlikle koruyacağız: karısı ise geride bırakılanlar arasında yer alacak." (27)

27 - Bkz. 7:83, not 66 ve 11:81, not 113. Bu ve bundan sonraki ayette geçmiş zaman kipinde kullanılan kânet yardımcı fiili, işaret edilen müstakbel olayların kaçınılmazlığını vurgulamaktadır. Bundan dolayı, "karısı kesinlikle ... yer alacak" vb. şeklinde çevirdik.

33. Elçilerimiz kendisine geldiklerinde Lût onlar adına üzüntüye kapıldı, çünkü onları koruyamayacağını gördü; (28) ama onlar Lût'a: "Korkma ve üzülme! Biz seni ve karın dışında bütün aileni koruyacağız; karın ise geride bırakılanlar arasında yer alacak.

28 - Bkz. 11:77, not 107.

34. Bu yörenin halkına, işledikleri bütün kötülüklerin karşılığı olarak gökten mutlaka bir bela indireceğiz!" dediler.
35. [Sonunda dediğimiz oldu;] ve ondan geriye, aklını kullananlar için açık işaretler bıraktık. (29)

29 - Burada Bahr-ı Lût ("Lût Denizi") olarak bilinen Ölü Deniz'e atıfta bulunulmaktadır. Burası, bir zamanlar Sodom ve Gomore'nin bulunduğu yöreyi kapsamakta ve suları hiçbir balık ve bitkinin yaşayamayacağı oranda sülfür ve potasyum ihtiva etmekteydi.

36. MEDYEN [halkına] da kardeşleri Şuayb[ı gönderdik]. (30) O, "Ey halkım!" diye seslendi, "[Yalnız] Allah'a kulluk edin, Ahiret Günü'nü bekleyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülük işlemeyin!"

30 - Bkz. 7:85, not 67. Şuayb ve halkının kıssası, 11:84-95'de daha detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.

37. Fakat, halkı o'nu yalanladı. Bu yüzden bir yer sarsıntısına maruz kaldılar: ve yurtlarında cansız bir şekilde yere serildiler. (31)

31 - Bkz. 7:78, not 62 (Semûd halkı hakkındaki bölüm) ve 7:91, not 73.

38. MESKEN ve barınakların[ın kalıntıların]dan açıkça görüleceği gibi, ‘Âd ve Semûd (32) [kavimlerini de yok ettik]. (33) [Onlar yıkılıp gittiler.] Çünkü Şeytan onlara işledikleri [günahları] güzel gösterdi ve böylece onları, hakikati kavrama yeteneğine sahip oldukları halde, [Allah'ın] yol(un)dan alıkoydu. (34)

32 - Bkz. sure 7, not 48'in ikinci bölümü ve not 56.

33 - Burada, ‘Âd kavmi ile ilgili olarak, onların bir zamanki başkentleri olan efsanevî "Çok-sütunlu İrem" kentine (ki, Kur'an'da yalnızca bir kez, 89:7'de zikredilmiştir) atıfta bulunulmaktadır. Orası, el-Ahkâf'ın (Suudi Arabistan'ın büyük Rub‘u'l-Hâlî çölünün içlerinde bulunan ‘Umân ile Hadramevt arasındaki bölge) durmadan yer değiştiren kum tepeciklerinin altında kalmıştır. Fakat kalıntıların zaman zaman esen şiddetli rüzgarlarla ortaya çıktığı söylenmektedir. Semûd kalıntılarına yapılan göndermenin bir açıklaması için 7:74 ile ilgili not 59'a bakınız.

34 - Kur'an, insanın, bütün yapıp-ettiklerine ilişkin sorumluluğun ve dolayısıyla kendi baştan çıkarıcı dürtülerine -ki burada Şeytan'ın karşılığı olarak kullanılmıştır- karşı koymadaki başarısızlığından doğan ahlakî sorumluluğun kaynağının, sahip bulunduğu "gerçeği kavrama yeteneği" (istibsâr) olduğunu belirtir. Bu konuyla ilgili olarak ayet 14:22 ile ilgili 31 ve 33. notlara bakınız.

39. Kârûn'u, Firavun'u ve Hâmân'ı [da böyle cezalandırdık]: (35) Musa onlara hakikatin bütün kanıtlarını getirmişti, ama onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar [ve o'nu reddettiler]; halbuki onlar [elimizden] kaçıp kurtulamazlardı.

35 - Kârûn için bkz. 28:76 vd. ve özellikle ilgili not 84; Hâmân için 28:6, not 6. Bu ikisi ile Firavun arasındaki ortak özellik, onları "kötülüğün sembol-tipler"i (archetypes of evil) yapan (karş. 28:41, not 40) boş kibirleri (tekebbür) ve hegemonyacılıklarıdır (istikbâr). Benzer bir zihinsel durumun ‘Âd ve Semûd kavimlerinin de özelliği olduğu, önceki ayette belirtilmiştir.

40. Çünkü onların her birini günahlarından dolayı hesaba çektik: Kiminin tepesinde ölümcül fırtınalar estirdik; kimini [âni] bir kasırga yok etti; (36) kimisini yerin dibine geçirdik ve kimisi de suda boğulup gitti. Onlara haksızlık yapan Allah değildi, fakat onlar kendi kendilerine haksızlık yapıyorlardı.

36 - Yani, "Allah'tan gelen bir ceza olarak": karş. 11:67, not 98.

41. ALLAH'TAN başka [varlıkları ve güçleri] sığınak kabul edenlerin durumu, kendisine ağ ören örümceğin durumuna benzer: çünkü barınakların en zayıfı örümcek ağıdır. Keşke bunu anlasalardı!
42. Kuşkusuz Allah, insanların Kendisini bırakıp da yalvardıkları şeylerin ne olduğunu çok iyi bilir; (37) yalnız O'dur kudret sahibi, hikmet sahibi.

37 - Lafzen, "O'ndan başka yalvardıkları her şeyi..." Yani Allah, insanların taptıkları bütün düzmece şeylerin, -bunlar ister hayalî varlıklar, ister ilahlaştırılan velîler/azîzler ve doğa güçleri, hatta isterse geçersiz kavramlar ve düşünceler olsun, boş şeyler olduğunu bilir (Zemahşerî). Ve Allah insan kalbinin ve aklının zaaflarını ve bütün bu irrasyonel tapınmaların gerisinde yatan saikleri de bilir.

43. İşte Biz insanın önüne bu temsîlleri koyuyoruz: ama onların gerçek anlamını ancak [Bizi] tanıyanlar kavrayabilir, (38)

38 - Allah'ın varlığından haberdar olmak, burada, Kur'ânî kıssaları (ve dolayısıyla, telmîhleri, temsîlleri de) tam anlamıyla kavramanın bir ön şartı sayıldığından, bu ayet, Kur'an'ın, "insan idrakini aşan bir hakikat[in varlığın]a inanan, Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip bütün insanlar için bir rehber" olduğu ifadesi ile birlikte okunmalıdır (bkz. 2:2-3, not 3).

44. [ve kesin olan şu ki:] Allah gökleri ve yeri [derunî] bir hakikat üzere yarattı; (39) unutmayın ki bu [yaratılışta] [O'na] inananların tümü için alınacak dersler vardır.

39 - Yani, bir anlam ve amaç ile: bkz. sure 10, not 11. Başka bir ifadeyle, evrenin yaratılışının gerisinde belli bir anlam ve amacın yattığına inanmak, kişinin Allah'a inancının mantıkî bir gereğidir.

45. SANA vahyedilen bu ilahî kelâmı [başka insanlara] ilet, (40) ve namazında dikkatli ve devamlı ol: çünkü namaz [insanı] çirkin fiillerden ve akla ve sağduyuya aykırı olan her türlü şeyden (41) alıkoyar; Allah'ı anmak gerçekten en büyük [erdem ve iyilik]tir. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.

40 - Eğer 45 ve 46. ayetlerin yalnız Hz. Peygamber'e değil, genel olarak bütün müminlere hitab ettiğini kabul edersek (45. ayetin son cümlesi ile 46. ayetin tamamındaki çoğul hitap şekli, bu varsayımı güçlendirmektedir), yukarıdaki ifade, "ilahî kitaptan kavrayışına hitab eden her şeyi" şeklinde anlaşılabilir.

41 - Münker terimi ve kavramının bu şekildeki çevirisi ile ilgili bir açıklama için bkz. sure 16, not 109.

46. Geçmiş vahyin mensupları ile zulüm ve haksızlıktan uzak durdukları sürece (42) en güzel şekilde tartışın ve deyin ki: "Bize indirilene inandığımız gibi size indirilmiş olana da inanıyoruz: çünkü bizim ilahımız ile sizin ilahınız tek ve aynıdır ve biz [hepimiz] O'na teslim olmuşuzdur".

42 - Zımnen, "Ve bu nedenle, dostça bir tartışmayı hak ettikleri sürece": Bundan çıkarılacak sonuç, böyle durumlarda bütün peşin (a priori) çatışmalara meydan verilmemesi gerektiğidir. Genel olarak dinî tartışmalar konusunda bkz. 16:125, not 149.

47. [Ey Muhammed!] Bu ilahî kelâmı sana işte bu şekilde (43) indirdik. Ve bu ilahî kelâmı bahşettiklerimiz (44) ona inanırlar; şu [geçmiş vahiylerin takipçi]leri arasında da ona inananlar vardır. Mesajlarımızı, [apaçık bir] hakikati inkar edenler dışında, hiç kimse bile bile reddetmez: (45)

43 - Yani, "bu ruh içinde": bu ifade, vahyedilmiş bütün dinlerdeki temel hakikatlerin aynılığına işaret eder.

44 - Yani, "bu ilahî vahyi kavrama yeteneği bahşettiklerimiz".

45 - Cehade fiilinin bu şekildeki çevirisi ("bile bile reddetmek" -T.ç.n.) -bu ayette ve aşağıdaki 49. ayette (ayrıca 31:32, 40:63 veya 41:28'de)- kişinin, doğru olduğunu bildiği bir şeyi reddetmesi veya inkar etmesi anlamında kullanılmış olup Zemahşerî'nin Esâs'ına dayanmaktadır.

48. çünkü, [ey Muhammed,] sen bu [vahyin gelmesi]nden önce herhangi bir ilahî kelâmı okumuş ya da onu kendi ellerinle (46) yazmış değildin; öyle olsaydı, [sana vahyetmiş olduğumuz] hakikati çürütmeye çalışanlar, (47) insanları [onun hakkında] kuşkuya sevk edebilirlerdi.

46 - Lafzen, "sağ elinle" -yemîn (sağ -T.ç.n.) burada mecaz yoluyla kişinin "kendi eli" anlamına gelir. "Ümmî Peygamber"in (karş. 7:157 ve 158) okuma yazmasının olmadığı, bu sebeple, geçmiş vahiylerin muhtevası hakkındaki derin bilgisini Kitâb-ı Mukaddes'den veya öteki kitaplardan almış olamayacağı gerçeği, peşin hükümlü olmayan insanları, -Kur'an'ın da işaret ettiği gibi- Hz. Peygamber'in bu bilgiyi tamamen ilahî vahiy aracılığıyla edinmiş olduğuna ikna eden tarihî bir hakikattir.

47 - Mubtil isim-fiili, ebtale fiilinden türetilmiştir. Bu fiil, "haksız [veya "geçersiz"] bir iddiada bulundu" veya "bir hakikati çürütmeye çalıştı" veya "bir şeyi yok saydı", o şeyin "önemsiz olduğunu" veya "hiçbir anlam ifade etmediğini" yahut "temelsiz", "yanlış" ve "sahte" olduğunu göstermeye çalıştı anlamlarına gelir (Lisânu'l-‘Arab ve Tâcu'l-‘Arûs).

49. Hayır, ama bu [ilahî kelâm], doğru bilgi ile (anlayıp kavrama yeteneği ile) donatılmış insanların kalplerine kolayca nüfûz eden (48) mesajlardan oluşur; [kendilerine] zulmedenler dışında hiç kimse mesajlarımızı bile bile reddetmez.

48 - Lafzen, "kendilerine ilim verilenlerin kalplerinde apaçık olan (beyyinât)" -‘İlm terimi, burada, sezgisel, ruhsal kavrayışı ifade eder.

50. Onlar, hâlâ, "Neden o'na Rabbinden hiç mucizevî işaretler indirilmiyor?" diye sorarlar. De ki: "Mucize (göstermek) yalnız Allah'ın kudretindedir; (49) ben ise sadece bir uyarıcıyım".

49 - Bkz. 6:109, not 94.

51. Hayret! Bu ilahî kelâmı, kendilerine iletmen için sana göndermiş olmamız onlara yetmez mi? (50) Kuşkusuz onda rahmet[imizin tezahürü] ve iman edecek kimseler için bir uyarı vardır.

50 - Yani, "bu vahyin içeriği, ilahî kökeninden gelen ‘mucizevî kanıtlar'ın yardımı olmadan özünde yatan hakikati kavramaları için yeterli değil midir?" (Karş. 7:75'in son cümlesi ile ilgili not 60.)

52. [İman etmeyecek olanlara] De ki: "Benim ile sizin aranızda şahit olarak Allah yeter! O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Geçersiz ve uydurma şeylere inananlara ve bu suretle Allah'ı inkara şartlanmış olanlara gelince; işte ziyanda olanlar onlardır!"
53. Şimdi onlar, [Allah'ın] azabını çabuklaştırman için sana meydan okuyorlar; (51) eğer [bunun için Allah tarafından] belli bir vade konulmuş olmasaydı azap elbette başlarına hemen gelirdi! Ama o âniden kopup gelecek ve hiçbiri de farkında olmayacak.

51 - Bkz. 8:32, not 32.

54. Onlar [Allah'ın] azabını çabuklaştırman için sana meydan okuyorlar: halbuki cehennem, hakikati inkar edenlerin tümünü kuşatacaktır;
55. azabın onları hem tepelerinden, hem de ayaklarının altından (52) saracağı Gün [kuşatacaktır]. O Gün Allah: "İşte şimdi yaptıklarınızı[n meyvelerini] tadın!" diyecektir.

52 - Yani, her taraftan ve her türde.

56. EY İMANA ermiş olan kullarım! Benim arzım alabildiğine geniştir: o halde Bana, yalnız Bana kulluk edin! (53)

53 - Bu ayet şu gerçeğe işaret etmektedir: Yeryüzü, insan hayatı için çok çeşitli ve sayısız imkanlar barındırdığından, "olumsuz şartların baskısından dolayı" Allah'ı unutmanın geçerli bir mazereti olamaz. Allah'a kulluk yapmak -sadece şekil olarak değil, gerçek anlamda- nerede ve ne zaman imkansız hale gelirse, müminin "kötülüğün egemenlik alanını terk etme"si (4:97, not 124'de açıklandığı gibi, hicret kavramının gerçek anlamı budur) ve "Allah'a sığınması", yani inancına göre yaşayabileceği bir yere göç etmesi, zorunlu hale gelir.

57. Her can ölümü tadacaktır, [ve] sonunda herkes dönüp Bize gelecektir:
58. İman edip doğru ve yararlı işler yapanları, mesken olarak, altlarından ırmaklar akan cennetteki köşklere koyacağız: ne güzel, emek sarfedenlere verilen ödül!
59. Sıkıntılara karşı sabırlı olanlara ve yalnız Rablerine güvenenlere!
60. Nice canlı var ki hiçbir geçim endişesi taşımaz, (54) [ama] sizinki[ni sağladığı] gibi onların rızkını da Allah sağlar; çünkü yalnız O'dur her şeyi bilen, her şeyi duyan.

54 - Lafzen, "Geçimini üstlenemez" [yahut "onun sorumluluğunu taşıyamaz"] -yani, ya kendi geçimini sağlayamayacak kadar zayıftır, yahut (Zemahşerî'nin Hasan Basrî'den naklettiğine göre) gelecek günler için tasarruf yapma bilincinden uzaktır. Bu ifade, bir önceki ayetin sonundaki "Rablerine güvenenler"e yapılan atıfla bağlantılıdır.

61. [Çoğu insana] olduğu gibi, şayet (55) onlara da "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı [kendi koyduğu yasalara] tâbi kılan kimdir?" diye soracak olursan, hiç tereddütsüz "Allah'tır!" derler. O halde zihinleri nasıl da tersyüz oluyor! (56)

55 - Le-in edatının "... olduğu gibi: şayet ..." vb. şeklinde çevrilmesi ile ilgili olarak bkz. sure 30, not 45. Burada kendilerinden söz edilenler, Allah'ın varlığını kabul eden, fakat bu kabulün ne anlama geldiği veya gelmesi gerektiği hakkında çok bulanık görüşlere sahip olanlardır.

56 - Bkz. sure 5, not 90. Tersyüz olma, gerçekte "Allah'a inandıkları"nı zannetmeleri, fakat düzmece değerlere ve Allah'ın yanısıra sözde "semavî" güçlere de kulluk yapmaları anlamına gelir: bu da, Allah'ın kudretinin ve eşsizliğinin gerçekte inkarı demektir.

62. Allah, kullarından dilediğine bol rızık bağışlar, dilediğine ise ölçülü ve idareli: zira unutmayın, Allah her şeyi hakkıyla bilir. (57)

57 - Zımnen, "ve bundan dolayı, her canlı için neyin gerçekten iyi ve Allah'ın tam olarak kavranamaz planına göre neyin gerekli olduğunu bilir".

63. Ve hep olduğu gibi, şayet onlara da: "Gökten yağmuru boşaltıp ölü toprağa tekrar hayat veren kimdir?" diye sorarsan, hiç tereddüt etmeden, "Allah'tır!" derler. De ki: "[O halde] Hamd [yalnız] Allah'a mahsustur!" Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar:
64. Çünkü [akıllarını kullansalardı bilirlerdi ki] bu dünya hayatı geçici bir zevk ve eğlenceden başka bir şey değildir; oysa sonraki hayat, tek [gerçek] hayattır: keşke bunu bilselerdi!
65. Bir gemiye bindikleri zaman [ve kendilerini tehlikede gördükleri sırada] [işte o anda] içten bir inançla yalnız Allah'a yalvarıp yakarırlar; sağ salim karaya çıkar çıkmaz da bazı hayalî güçleri (tekrar) O'na ortak koş[maya başl]arlar:
66. böylece (58) kendilerine bahşettiğimiz her türlü (nimete) karşı nankörlük yapar ve dünyadaki hayatlarından [ahmakça] zevk almaya devam ederler; fakat, fünü gelince [gerçeği] öğrenecekler.

58 - Kendinden sonra gelen yekfurû ("tam nankörlük yaparlar") ve yetemetta‘û ("bu dünyadaki hayatlarından zevk alırlar" veya "almaya devam ederler") fiillerinin başındaki li edatı/öntakısı, bir niyet işareti ("... olması için" veya "... yapmak için") olmayıp sadece bir nedensel sıralamadan ibarettir; bundan dolayı yukarıdaki örnekte en uygun çeviri "ve böylece" olabilir.

67. Görmezler mi ki çevrelerindeki insanlar [korku ve ümitsizlik içinde] paniğe kapılmışken [Bize inananlar için] güvenli bir sığınak oluşturmuşuz? (59) Yoksa hâlâ geçersiz ve anlamsız şeylere inan[maya devam ed]ip Allah'ın nimetini inkar mı edecekler?

59 - Bkz. 28:57'nin ikinci paragrafı, not 58. Allah'ın gerçek müminlere bahşettiği iç huzurunu ve manevî tatmin duygusunu gösteren "güvenli sığınak"ın tersine, ateist ve agnostikler, genellikle, öldükten sonra başlarına neler geleceği konusundaki belirsizlikten kaynaklanan bir tedirginlik ve bilinmeyenin doğurduğu bir korku içinde yaşarlar.

68. Kendi uydurduğu yalanları Allah'a isnad edenden (60) yahut o'na [vahiyle] gelen hakikati yalanlayandan daha zalim kim olabilir? [Bu şekilde] hakikati inkar edenler için cehennem [en uygun] yer değil mi?

60 - Yani, Allah'ın yanısıra veya O'ndan bağımsız olarak insanların kaderine yön veren başka "güç"lerin bulunduğuna kendini inandıranlardan.

69. Ama dâvâmız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Bize varan yollara (61) mutlaka yöneltiriz: Allah, kuşkusuz, iyilik yapanlarla beraberdir.

61 - Lafzen, "Bizim yollarımıza". Burada çoğul halin kullanılması, -Kur'an'da sıkça ifade edildiği gibi- Allah'ı bilmeye/tanımaya (ma‘rifet) götüren birçok yol bulunduğu gerçeğine işaret eder.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: