Meal Seç / Sure Seç

Ahzab Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

33 - Ahzab
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu surenin adı, H. 5. yılda meydana gelen Kabileler Savaşı ile ilgili 9-27. ayetlerindeki atıflardan alınmıştır (bkz. aşağıdaki 13. not). Bu atıfların ve özellikle 20. ayetin dili ve üslubu, surenin bu bölümünün sözkonusu savaşın hemen ardından, yani H. 5. yılın sonuna doğru nazil olduğunu gösterir. Hz. Peygamber'in Zeyneb binti Cahş ile evliliğini konu alan 37-40. ayetler, aynı yıl, belki birkaç ay önce nazil olmuşlardı. Hz. Peygamber'in Hz. Zeyneb'in ilk kocası olan Zeyd b. Hârise ile vaki evlatlık ilişkisine dolaylı olarak değinen 4-5. ayetler için de aynı şey söylenebilir (bkz. bu bağlamda aşağıdaki 42. ayet). Diğer taraftan, 28-29 ve 52. ayetlerin H. 7. yıldan önce nazil olmuş bulunmaları mümkün değildir. Hatta bu ayetler, daha sonraki bir döneme ait olabilirler (karş. ayet 52, not 65). Surenin geri kalan ayetlerinin tarihleri konusunda ise, bazı otoriteler (mesela Suyûtî), bunların çoğunun 3. sureden (Âl-i ‘İmrân) sonra ve 4. sureden (Nisâ') önce, yani H. 3. yılın sonlarında yahut 4. yılın başlarında nazil olduğunu iddia etmelerine rağmen, bunu destekleyen kesin kanıtlar yoktur. Özetle bu surenin, Medine döneminin ilk çeyreğinin sonları ile son çeyreğinin ortaları arasında kalan zaman diliminde ve çeşitli tarihlerde küçük parçalar halinde nazil olduğu söylenebilir. Bu durum ve surenin önemli bir bölümünün Hz. Peygamber'in şahsî ahvalini, çağdaşları ile -ve özellikle ailesiyle- olan ilişkilerini ve yalnız o'nun eşleri için geçerli olan bazı davranış kurallarını konu edinmiş olması, bu surenin yapısının neden o kadar girift ve ifade tarzının neden o kadar zengin olduğunu açıklar.
1. EY PEYGAMBER! Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol; hakikati inkar edenlerin ve ikiyüzlülerin söylediklerine uyma! Şüphesiz Allah her şeyi tam bilendir, hikmet sahibidir.
2. [Yalnız] Rabbinden sana vahiy yoluyla gelene (1) uy: çünkü [ey insanlar,] Allah yaptığınız her şeyden tam haberdardır.

1 - Lafzen, "Rabbinden sana vahyedilmiş olana" -bu ifade, Allah'ın bütün vahiylerin kaynağı olduğunu göstermektedir.

3. [Sadece] Allah'a güvenin: hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz.
4. ALLAH hiç kimseye tek bedende (2) iki kalp vermemiştir: ve [aynı şekilde,] "kendiniz için annelerinizin bedeni kadar haram" saydığınız eşlerinizi hiçbir zaman sizin [gerçek] anneleriniz kılmamış (3) ve evlatlıklarınızı da [gerçek] çocuklarınız (4) saymamıştır: bunlar ağzınıza doladığınız boş laflar[ın işaretlerin]den başka bir şey değildir; halbuki Allah [mutlak] doğruyu söyler: (5) ve [size] doğru yolu ancak O gösterir.

2 - Lafzen, "onun içinde". Bu ayet, ilk bakışta, önceki pasaj ile bağlantılı olup insanın gerçek anlamıyla Allah'a karşı sorumluluk bilinci duymayacağını ve aynı zamanda, "hakikati inkar edenlerin ve ikiyüzlülerin" görüşlerine uyacağını gösterir (Râzî). Yukarıdaki cümle, ayrıca, ayetin öncesi ve sonrası ile kavramsal bir bağ oluşturarak tek ve aynı kimseye insan ilişkileri çerçevesinde iki çelişen rol yüklemenin Allah'ın kontrolündeki tabiat kanunlarına aykırı düştüğünü -ve; bu sebeple gayriaklî ve gayriahlakî olduğunu- ifade eder (Zemahşerî).

3 - Burada zihâr adı verilen İslam öncesi Arap geleneğine işaret edilmektedir. Bu geleneğe göre koca, eşini, sadece "Sen benim için artık annemin sırtı gibi [haram]sın" demek suretiyle boşayabilirdi. Zahr ("arka/sırt") terimi, burada, "beden"i sembolize etmektedir. Müşrik Arap toplumunda bu boşama şekli kesin ve geri dönülmez görülürdü; üstelik bu şekilde boşanan kadın yeniden evlenemezdi ve ölünceye kadar eski kocasının kontrolünde kalmaya mahkum olurdu. 58. surenin (Mücadele) -ki bu sureden belli bir süre önce nazil olmuştur- ilk dört ayetinden anlaşılacağı gibi, bu ölçüsüz ve gaddar müşrik geleneği, yukarıdaki surenin nüzulü sırasında zaten yürürlükten kalkmıştı. Burada ise, sadece daha sonra gelen, "ağzınıza doladığınız boş lafların [lafzen, "sözlerin"] işaretleri"nin insan ilişkileri gerçekliği ile her zaman çakışmadığı şeklindeki hükmün tasviri için değinilmiştir.

4 - Yani, kan bağı anlamında: bu nedenle gerçek oğullara -ve kızlara da- uygulanan evlilik sınırlamaları, evlatlıklara uygulanamaz. Bu ifade, aşağıdaki 37. ayet vd. ile kesin bir ilişki içindedir.

5 - Yani, ebeveyn ile çocuk arasındaki fiilî, biyolojik ilişkiyi koca ile eş yahut üvey ebeveyn ile evlatlık arasındaki ilişki gibi insan ürünü sosyal ilişkilerden farklı kılmak suretiyle. Bu bağlamda, Kur'an'ın, Allah'ın yaratıcılık eylemini ifade etmek için sık sık Allah'ın "konuşma"sı mecazını kullandığını unutmamalıyız.

5. [Evlatlık aldığınız çocuklara gelince,] onları [gerçek] babalarının isimleri ile çağırın: bu, Allah nezdinde daha adaletli [bir davranış]tır; eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, onları din kardeşleriniz ve arkadaşlarınız [olarak görün]. (6) Ama bu konuda yanılırsanız (7) bir günah işlemiş olmazsınız: [asıl önemli olan] kalplerinizden geçendir, çünkü Allah gerçekten çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır!

6 - Yani, "ilişkinizin bir evlat edinme ilişkisi olduğunu açıklayın ve onların sizin gerçek çocuklarınız olduğu izlenimi vermeyin" -böylece onların gerçek kimliklerini koruyun.

7 - Yani, çocuğun anne-babasından söz ederken hata yaparsanız yahut onları, sevgiyle "oğlum" veya "kızım" diye çağırırsanız.

6. Peygamber, müminler üzerinde, onlar[ın kendileri üzerinde sahip olduğun]dan daha büyük hak sahibidir, ve [o'nu bir baba gibi gördüklerinden] Peygamber'in eşleri onların anneleridir: (8) [bu şekilde] yakın olanlar, Allah'ın buyruğu gereğince, birbirleri üzerinde [Yesrib'deki] müminlerden ve [Allah rızası için oraya] göç etmiş olanlardan daha fazla hak sahibidirler. (9) Ancak [öteki] yakın dostlarınıza karşı da (10) en güzel şekilde davranmalısınız: bu [da] Allah'ın buyruğu gereğidir.

8 - Bu ayet, daha önce iradî ve tercihe dayalı ilişkilerin (kan bağına dayalı yakınlıklardan farklı şekilde) anılması ile bağlantılı olarak, tercihe dayalı manevî ilişkinin en üst tezahürüne işaret etmektedir: yani, Allah'tan vahiy alan Peygamber ile onun izinden gitmeyi özgürce kabul eden kişi arasındaki ilişkiye. Bu konuda Hz. Peygamber'den şu Hadis rivayet edilir: "Beni kendinize babanızdan, çocuklarınızdan ve bütün insanlıktan daha yakın görmedikçe hiç biriniz gerçek mümin olamazsınız." (Enes'den naklen Buhârî ve Müslim ve benzer rivayetlerle öteki Hadis külliyatı.) Bütün Sahâbe, Hz. Peygamber'i toplumun manevî babası olarak görürdü. Bir kısmı -mesela İbni Mes‘ûd (Zemahşerî'den naklen) yahut Ubey b. Ka‘b, İbni ‘Abbâs ve Mu‘âviye (İbni Kesîr'den naklen)- yukarıdaki ayeti, "o'nu babaları [olarak] gördüklerinden" açıklayıcı ifadesini eklemeden okumazdı. Tâbi‘în'in büyük kısmı da -Mücâhid, Katâde, ‘İkrime ve Hasan Basrî de dahil olmak üzere (karş. Taberî ve İbni Kesîr)- aynı şeyi yapardı: bu açıklamayı parantez içinde eklememin sebebi budur. (Yine bu surenin 40. ayetine ve buna ait 50. nota bkz.) Hz. Peygamber'in eşlerinin "müminlerin anneleri" olma konumlarına gelince, bu, Allah'ın Elçisi'nin hayatının en mahrem tarafını paylaşmış olmalarından kaynaklanır. Bunun sonucu olarak onlar, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra yeniden evlenemezlerdi (bkz. aşağıdaki 53. ayet), çünkü bütün müminler onların manevî "evlatlar"ı idi.

9 - Bkz. 8:75'in son cümlesine ait not 86. O notta açıklandığı gibi, bu iki ayete (8:75 ve 33:6) miras kanunları açısından bakıldığında tatmin edici bir açıklama getirilemez: sözkonusu ayetleri bu açıdan yorumlama çabaları, Kur'an söyleminin mantıkî yapısını ve iç tutarlılığını zedelemekten başka bir anlam ifade etmez. Diğer taraftan, her iki ayetin temelde benzer (yani, manevî) bir anlama sahip oldukları açıktır. Tek fark, Enfâl suresinin son cümlesinin bütün müminlerin genel anlamdaki kardeşliğini vurgulamasına karşılık, bu ayetin, her mümin ile Allah'ın Rasûlü arasındaki derin ve özel ilişkiyi öne çıkarmasıdır.

10 - Yani, Kur'an'da çok sık vurgulandığı gibi (özellikle de 8:75'de), bütün öteki inananlara karşı (bkz. önceki not): Başka bir deyişle, bir müminin Hz. Peygamber'e karşı beslediği yüce sevgi, "bütün müminler kardeştir" (49:10) gerçeğini gözardı etmesine yol açmamalıdır. Son derece kompleks bir terim olan ve bu bağlamda "en güzel şekilde" diye çevirdiğim ma‘rûf terimi, "güzelliği herkesin kavrayacağı ölçüde bariz olan herhangi bir hareket" olarak tanımlanabilir (Râğıb).

7. VE BİR ZAMAN Biz bütün peygamberlerden sağlam taahhütler almıştık: (11) Senden, [ey Muhammed,] ve Nûh'dan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan: Onların [hepsinden] güçlü, sağlam bir taahhüt aldık,

11 - Bu ara pasaj, yukarıdaki 1-3. ayetlerle ilgili olup bütün peygamberlerin Allah'ın mesajını insanlara tebliğ etme ve bu suretle "bir müjdeci ve uyarıcı" olarak görev yapma "taahhüdü"nü -yani, kutsal görevini- konu almaktadır. (İz kelimesinin bu bağlamda "ve bir zaman" olarak çevrilmesi konusunda bkz. sure 2, not 21.)

8. ki, [zamanın bitiminde] O, bu hak dâvânın temsilcilerine hakikate sadık kalmalarını[n yeryüzünde nasıl bir karşılık gördüğünü] sorabilsin. (12) Ve O, hakikati inkar edenlerin tümü için acı bir azap hazırlamıştır!

12 - Karş. 5:109 ve özellikle, 7:6 -"Kendilerine [ilahî] bir mesaj gönderilen herkesi, hiç şüphesiz, [Yargı Günü'nde] hesaba çekeceğiz. Ve yine hiç şüphesiz mesajla gönderilenleri[n kendilerini] de hesaba çekeceğiz".

9. SİZ EY imana ermiş olanlar! [Düşman] orduları üzerinize geldiğinde Allah'ın size bahşettiği nimetleri hatırlayın, ki o zaman üzerlerine bir kasırga ve göremediğiniz [semavî] ordular göndermiştik: (13) ama Allah yaptığınız her şeyi görmekteydi.

13 - Karş. 3:124-125 ve ilgili not 93. Bu pasaj (9-27. ayetler), H. 5. yüzyılda meydana gelen Kabileler Savaşı (ahzâb) -ki, aynı zamanda Hendek Savaşı (Handek) olarak da bilinir- ile ilgilidir. Müslümanlarla imzaladıkları anlaşmayı bozmaları üzerine Yesrib'den (Medine) kovulmuş olan Yahudi kabilelerinden Benî Nadîr'in tahrikleri ile güçlü Arap kabilelerinin büyük kısmı, İslam'ın müşrik Arabistan'ın inanç ve gelenekleri için oluşturduğu tehdidi bertaraf etmek amacıyla bir araya gelip ittifak kurdular. H. 5. yılın Şevvâl ayında Kureyş ve müttefiklerinden -Benî Kinâne, Benî Esed ve sahil bölgesi (Tihâme) halkı ile büyük Necid kabilesi Gatafan ve müttefikleri, Hevâzin (veya Benî Âmir) ve Benî Süleym'den- oluşan onikibin kişinin üzerindeki asker gücü Medine'ye doğru ilerlemeye başladı. Bu harekattan daha önceden haberdar olan Hz. Peygamber, İslam öncesi Arabistan'da bilinmeyen bir savunma tedbiri olan, şehrin çevresinde derin hendekler kazılması emrini verdi ve bu sayede müttefiklerin saldırısını durdurdu. Ancak bu noktada Müslümanlar için başka bir tehlike belirdi: Medine'nin dış mahallelerinde yaşayan ve o zamana kadar Müslümanlara bir dostluk anlaşması ile bağlı bulunan Yahudi Benî Kurayza kabilesi, bu anlaşmayı bozarak karşı tarafa katıldı. Ama haftalarca süren kuşatma boyunca müşriklerin hendeği aşma teşebbüslerinin tümü, sayıca daha az ve silah yönünden daha zayıf bulunan Müslümanlarca geri püskürtülerek saldırganlara ağır kayıplar verdirildi. Ayrıca, karşılıklı güvensizlikten kaynaklanan çekişmeler de, Yahudiler ile müşrik Arap kabileleri arasındaki iddialı ittifakı yavaş yavaş sarsıntıya uğrattı. Zilkâde ayında kopan müthiş soğuk bir fırtınanın günlerce devam ederek hayatı en sert savaşçılar için bile dayanılmaz hale getirmesiyle müttefik kuvvetlerin umutsuzluğu iyice arttı. Ve sonunda kuşatmayı kaldırarak geri çekildiler; böylece müşriklerin Hz. Peygamber'i ve toplumunu ortadan kaldırmaya yönelik son teşebbüsleri de akamete uğramış oldu.

10. Onlar yukarıdan ve aşağıdan üzerinize geldiklerinde (14) ve gözler[inizin] feri kaybolup yürekler[iniz] ağzınıza geldiğinde ve Allah hakkında en çelişik düşünceler aklınızdan (bir bir) geçtiğinde (15) [neler hissettiğinizi hatırlayın]:

14 - Gatafan grubu hendeği aşmak için yukarıdan, Medine düzlüğünün doğu tarafından saldırıya geçerken Kureyşliler ve müttefikleri aşağıdan, yani batı yönünden saldırı başlatmışlardı (Zemahşerî). Bu, onların savaş alanına giriş yönleriyle de uyum halindeydi. Gatafanlılar yüksek bölgelerden (Necid) gelirken Kureyşliler aşağı taraftaki sahil boylarından (Tihâme) geliyorlardı.

15 - Lafzen, "Allah hakkında her [çeşit] düşünceyi aklınızdan geçirdiğiniz [zaman]": yani, "Acaba O sizi mi koruyacaktı, yoksa düşmanlarınızı mı zafere ulaştıracaktı".

11. [İşte] orada ve o anda müminler sınandı ve şiddetli bir şok ile sarsıldılar.
12. Ve ikiyüzlüler ile kalpleri hastalıklı olanların (16) [birbirlerine], "Allah ve Elçisi bize sadece boş vaadlerde bulunmaktalar" dedikleri zaman[ki durumu hatırla!] (17)

16 - Bu ifade, müminler arasındaki itikad zayıflığına işaret eder.

17 - Bu, Muhammed (s)'in, hendeklerin kazılması sırasında, Müslümanların gelecekte bütün Arap Yarımadası ile İran ve Bizans İmparatorluklarını fethedeceğini önceden haber vermesine bir atıftır (Taberî). Birçok sahih Hadis, olayın meydana geldiği tarihte Hz. Peygamber'in bu öngörüsü ile ilgili sözlerine tanıklık yapmaktadır.

13. Ve [hatırla] içlerinden bazısı şöyle demişti: "Ey Yesrib halkı! Burada [düşmana] karşı koyamazsınız: (18) [evlerinize] geri dönün!" O arada içlerinden bir grup da, "Evlerimiz [saldırılara] açık durumda!" diyerek Peygamber'den izin istemişti- halbuki evleri [aslında saldırıya] açık değildi: tek amaçları kaytarmaktı

18 - Yani, şehir dışında hendeği savunarak.

14. Eğer şehirleri saldırıya uğrasaydı (19) ve [düşman tarafından] fitne çıkarmaları istenseydi, [ikiyüzlüler] hiç tereddüt etmeden bunu hemen yaparlardı; (20)

19 - Lafzen, "eğer oralara zorla girilmiş olsaydı".

20 - Lafzen, "bir an bile gecikmezlerdi".

15. halbuki daha önce [mesajına] sırt çevirmeyeceklerine dair Allah'ın huzurunda söz vermişlerdi: Allah'a verilen söz[ün hesabı] mutlaka sorulacaktır.
16. De ki: "[Tabii bir ölümle] ölmekten yahut [savaşta] öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size bir fayda vermez; çünkü başarsanız bile (21) hayatın zevkini ancak çok kısa bir süre tadarsınız!"

21 - Lafzen, "o zaman" veya "o durumda" (izen): burada "ne kadar başarılı olsanız da" anlamına gelmektedir.

17. De ki: "Allah size bir zarar vermek istese, sizi O'ndan kim koruyabilir? Yahut rahmetini bağışlamak istese (kim mani olabilir?)" Allah'tan başka bir yardımcı ve koruyucu bulamayacaklar[ını bilmezler mi?]
18. Allah, içinizden başkalarını [O'-nun yolunda savaşmaktan] alıkoyanları da; kendileri savaşa pek az katıldıkları halde kardeşlerine, "Bizimle gelin [ve düşmana karşı koyun]!" diyenleri de iyi bilir,
19. ve (böyleleri) size yapılan yardımı kıskanırlar. Ama sonra bir tehlike ile karşılaşınca da, ölümün gölgesinde yaşayan biri gibi, [korkuyla] gözleri dönmüş bir şekilde, [ey peygamber, yardım dilemek için] sana baktıklarını görürsün: tehlike geçince de iyiliğinizi çekemeyip siz [müminleri] sivri dilleri ile incitirler! Bu [gibi] insanlar, iman etmiş değillerdir, bu yüzden Allah onların yaptıklarını boşa çıkarır: bu Allah için kolaydır.
20. Onlar Müttefiklerin [gerçekten] çekilmediklerini zannediyorlardı; (22) ve Müttefikler geri dönecek olsalar, bunlar, [bu iki yüzlüler,] çölde bedevîler arasında kalıp sizin hakkınızda [ey müminler, uzaktan] haber almayı tercih ederlerdi; aranızda bulunsalar bile, [sizin yanınızda] savaşır görünmekten başka bir şey yapmazlardı. (23)

22 - Zımnen, "güçlenerek yeniden gelecekler ve kuşatmayı devam ettireceklerdi".

23 - Lafzen, "onlar çok az savaşırlardı".

21. GERÇEK ŞU Kİ, Allah'ı ve Ahiret Günü'nü [korku ve umutla bekleyen] ve O'nu her daim anan kimseler için Allah'ın Elçisi güzel bir örnek teşkil eder. (24)

24 - Bu ayet (ve takip eden pasaj), yukarıdaki 9-11. ayetler ve özellikle de, Müminlerin Hendek Savaşı'nın en kritik günleri ve haftaları boyunca karşılaştıkları sıkıntıları anlatan 11. ayetle -"işte orada ve o anda müminler sınandı ve şiddetli bir şok ile sarsıldılar"- yakından ilgilidir. Bu ayet, ilk bakışta, Hz. Peygamber'in imanını, cesaretini ve kararlılığını örnek almaları tavsiye edilen Medine'nin o ilk savunucularına seslendiği halde, aslında bütün durumlar ve şartlar için geçerli olan zamanüstü bir muhtevaya sahiptir. Raceve fiili ve ondan türetilen racv, rucuv ve recâ' isimleri hem "ümit", hem de "korku" (yahut "endişe") anlamlarını içerdiğinden yercû fiilini de bu şekilde çevirdim.

22. [İşte böyle,] Müttefikleri[n kendilerine doğru ilerlediklerini] görünce, müminler "Bu, Allah'ın ve Rasûlü'nün bize vaad ettiğidir!" ve "(Demek ki) Allah ve Rasûlü doğru söylemiş!" dediler (25) ve bu, onların sadece imanlarını ve Allah'a teslimiyetlerini arttırdı.

25 - Bunlar, Mekke döneminin son ayetlerinden biri olan 29:2'ye ve Medine döneminin ilk suresinin ayetleri olan 2:155 ve 214'e bir atıf olarak alınabilirler.

23. Müminler arasında öylesi var ki Allah'ın huzurunda verdiği sözü [her zaman] yerine getirir; (26) kimi [ölüme gitmek suretiyle] ahitlerini yerine getirmiştir, kimi de [kararlarından] vazgeçmeden [ahitlerini yerine getirmeyi] beklemektedir.

26 - Bu ayetin, özel olarak, ilk seferler sırasında ölünceye kadar Hz. Peygamber'in yanında savaşmaya and içmiş olan bazı sahâbeyi kasdettiği söylenir (Zemahşerî); fakat daha genel anlamda, Allah yolunda üstün fedakarlıkları da kapsayan bütün çabaları ifade eder.

24. [İnsan bu tür sınamalara tâbi tutulmaktadır ki] Allah, sadakat gösterenleri sözlerini tutmalarından dolayı ödüllendirsin, iki yüzlüleri de -dilerse- azaba çarptırsın yahut [pişmanlık duyarlarsa] tevbelerini kabul etsin; (27) Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, rahmet Sahibidir!

27 - Karş 6:12 -"Allah rahmet ve şefkati kendine ilke edinmiştir"- ve ilgili not 10.

25. Allah, böylece, hakikati inkara şartlanmış olanları (28) bütün öfke ve hiddetleri içinde yüzüstü bıraktı; onlar hiçbir fayda elde edemediler, çünkü savaşta müminler[i korumay]a Allah'ın yardımı yetti, gördüler ki Allah güçlüdür ve kudret Sahibidir;

28 - Yani, Müttefik kuvvetleri içindeki müşrikleri (bkz. yukarıdaki 13. not); onların Yahudi ortaklarına ise bir sonraki ayette ayrıca değinilecektir.

26. (ve gördüler ki) saldırganlara (29) yardım eden geçmiş vahiylerin mensuplarını kalelerinden çekip çıkardı ve kalplerine korku saldı: böylece bir kısmını öldürdünüz, bir kısmını da esir aldınız;

29 - Lafzen, "onlara", yani Muhammed (s)'e ve toplumuna karşı ittifak kuran kabilelere. Burada bahsedilen "geçmiş vahiylerin mensupları" (ehlu'l-kitâb) Benî Kurayza kabilesinin Yahudileri idi. Onlar, tevhidi esas alan itikadlarına rağmen Müslümanlara ihanet ederek müşrik kabilelerin dâvâsını benimsediler. Uğradıkları fecî bozgundan sonra Benî Kurayza mensupları, ihanet ettikleri toplumun kendilerinden intikam almak isteyeceğini düşünerek Medine çevresindeki kalelerine çekildiler. Ama, bu kale etrafında yirmibeş gün süren bir kuşatmadan sonra her şeylerini bırakarak Müslümanlara teslim oldular.

27. O, sizi onların topraklarına, evlerine ve mallarına mirasçı yaptı; ve henüz ayak basmadığınız topraklarını [size vaad etti]: (30) Allah her şeye kâdirdir.

30 - Yani, Müslümanların gelecekte fethedecekleri toprakları. Bu ara cümle ve gelecekte yaşanacak olan daha rahat dönemlere yaptığı atıflar, bu pasaj ile bir sonraki arasında bağlantı kurmayı sağlar.

28. EY PEYGAMBER! Eşlerine söyle: "Eğer siz [yalnız] bu dünya hayatını ve onun cazibesini istiyorsanız, gelin size istediğinizi vereyim ve (sonra da) sizi uygun bir şekilde salayım. (31)

31 - Bu ayetin nazil olduğu dönemde (bkz. bu surenin 52. ayeti ile ilgili not 65) Müslümanlar Hayber'in zengin tarımsal topraklarını fethetmişlerdi ve İslam toplumu daha rahat bir safhaya ulaşmıştı. Fakat toplumun büyük bölümünün hayatına yansıyan rahatlık ve kolaylık, Hz. Peygamber'in evini etkilememişti. Hz. Peygamber, her zaman olduğu gibi, kendisi ve ailesinin en sade hayatı sürdürmeleri için gerekli olan asgarî ihtiyaçlardan fazlasına izin vermiyordu. Ama, değişen şartlar karşısında eşlerinin, öteki Müslüman hanımların yaşadığı nisbî rahatlıktan pay almak istemeleri normaldi: Fakat Muhammed (s)'in onların bu taleplerine rıza göstermesi, o'nun bütün hayatı boyunca gözettiği prensibe, yani Allah'ın Rasûlü'nün ve ailesinin hayat standardının yoksul müminlerinkinden yüksek olmaması gerektiği prensibine ters düşerdi.

29. Yok eğer Allah'ı, Elçisi'ni ve ahiret hayatının [güzelliklerini] istiyorsanız, [bilin ki] Allah, içinizden güzel işler yapanlar için büyük bir ödül hazırlamıştır!" (32)

32 - Hz. Peygamber, yukarıdaki iki ayeti, nazil olduktan hemen sonra eşlerine tebliğ ettiği zaman hepsi ayrılmayı kesinlikle reddettiler ve "Allah'ı, Elçisi'ni ve öteki dünya[nın güzelliklerini]" seçtiklerini bildirdiler (Buhârî ve Müslim dahil birçok Hadis külliyatında nakledilir). İlk dönem İslam alimlerinden bir kısmı (Taberî'ye göre Katâde ve Hasan Basrî) bu surenin daha sonraki 52. ayetinin, Allah'ın bu tavır için hazırladığı ödülü ortaya koyduğunu söyler.

30. Ey Peygamber eşleri! Sizden kim açık bir hayasızlıkta (33) bulunmuş olursa, onun [öteki dünyadaki] azabı, [başka günahkarların azabının] iki katı olur: bu Allah için kolaydır.

33 - Fâhişe teriminin bu yorumu için bkz. sure 4, not 14. Bu ayet ile ilgili yorumunda Zemahşerî, bu terimin "büyük günah" (kebîre) olarak tanımlanabilecek her şeyi kapsadığını söyler.

31. Öte yandan, hanginiz Allah'a ve Elçisi'ne samimiyetle itaat eder ve doğru, yararlı işler yaparsa onu iki kat ödüllendiririz: onun için [öteki dünyada] en muhteşem rızıkları hazırlayacağız. (34)

34 - Bkz. 8:4, not 5.

32. Ey Peygamber eşleri! Siz [öteki] kadınlar gibi değilsiniz, eğer Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine [hakkıyla] sahip olursanız! (35) O halde, edalı bir şekilde konuşmayın ki kalplerinde maraz olanlar [size karşı] bir arzuya kapılmasın: daima yerinde ve uygun şekilde konuşun.

35 - Zımnen, "ve böylece, Allah'ın Elçisi'nin eşleri ve müminlerin anneleri olarak sahip bulunduğunuz özel konumunuzun bilincinde olursanız".

33. Evlerinizde sessizce oturun, eski cahiliye günlerindeki (36) gibi cazibenizi sergilemeyin; namazlarınızda dikkatli ve devamlı olun, arındırıcı yükümlülüklerinizi ifa edin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin: ey [Peygamber'in] ev halkı, Allah sizden yalnızca çirkinlikleri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.

36 - Câhiliyye terimi, bir peygamberin tebligatının ortadan kalkması ile yeni bir tebligatın başlaması arasında geçen sürede bir toplumun -veya medeniyetin- ahlakî yozlaşmaya uğramasını ve özel olarak da Muhammed (s)'in peygamberliğinden önceki Arap putperestliği dönemini anlatır. Fakat terim, bu tarihsel anlamı dışında, hangi dönemde ve sosyal çevrede olursa olsun, genel olarak ahlakî yozlaşma ve duyarsızlaşma durumunu ifade eder. (Ayrıca bkz. 5:50, not 71.)

34. Evlerinizde okunan Allah'ın mesajlarını ve [O'nun] hikmetini hatırlayın: şüphesiz Allah [hikmetinde] akıl-sır ermez bir derinlik sahibidir, her şeyden haberdardır. (37)

37 - Allah için kullanılan latîf teriminin, özellikle habîr terimi ile bir arada kullanıldığı zamanki anlamı için bkz. 6:103, not 89.

35. GERÇEK ŞU Kİ, Allah'a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, inanan bütün erkekler ve kadınlar, kendilerini adamış bütün erkekler ve kadınlar, sözlerine sadık bütün erkekler ve kadınlar, sıkıntılara göğüs geren bütün erkekler ve kadınlar, [Allah'ın karşısında] güçsüzlüğünü anlayan bütün erkekler ve kadınlar, karşılıksız yardımda bulunan bütün erkekler ve kadınlar, nefislerini kontrol eden bütün erkekler ve kadınlar, (38) iffetleri üzerine titreyen bütün erkekler ve kadınlar (39) ve Allah'ı durmaksızın anan bütün erkekler ve kadınlar için, (evet,) bunlar[ın tümü] için Allah, mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.

38 - Sâim terimi, çoğunlukla "oruç tutan" olarak çevrilirse de burada birincil anlamı olan "[her şeyden] kaçınan" veya "[hiçbir şeye] kendini kaptırmayan" kişiyi ifade eder: karş. savm isminin "konuşmaktan kaçınma" anlamında kullanıldığı 19:26.

39 - Lafzen, "kendi uzuvlarına sahip olan erkeklere ve [kendilerini] koruyan kadınlara": bkz. 24:30, not 36.

36. Allah ve Elçisi bir konuda hüküm verdikten sonra (40) artık inanmış bir erkek ve kadının kendileriyle ilgili konularda tercih serbestisi (41) yoktur: [bu, hakkı kendinde görerek] Allah'a ve Elçisi'ne isyan eden kimse, apaçık bir sapkınlığa düşmüş olur.

40 - Yani, Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in emirlerinde spesifik bir kural öngörülmüş ise.

41 - Lafzen, "kendi işlerinde (min emrihim) bir serbestliğe sahip olmak" -yani, davranışlarının ve hareket tarzlarının vahyin koyduğu kurallar tarafından değil de, kişisel çıkarları veya temayüllerince belirlenmesine izin vermek.

37. VE BİR ZAMAN, (42) [ey Muhammed,] Allah'ın lütufta bulunduğu ve senin de iyilik ettiğin kişiye, (43) "Eşini terk etme ve Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!" demiştin. Ve [böylece] Allah'ın yakında aydınlığa çıkaracağı şeyi (44) içinde gizlemiştin; çünkü insanlar[ın ne düşüneceklerin]den çekiniyordun, oysa çekinmen gereken yalnız Allah olmalıydı! (45) [Fakat] sonra Zeyd o kadınla beraberliğini sona erdirdiğinde (46) onu seninle evlendirdik ki [gelecekte] evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlar[la evlendikleri] için müminler suçlanmasın. (47) Ve Allah'ın buyruğu [böylece] yerine getirilmiş oldu.

42 - İz edatının bu şekilde çevrilmesi konusunda bkz. sure 2, not 21. Yukarıdaki ayetle, 4. ayette ve devamında değinilen "tercihe bağlı" ilişkiler konusuna yeniden dönülmektedir. Muhammed (s)'in tebligatına başlamasından yıllar önce eşi Hz. Hatice, Kuzey Arabistan kabilelerinden Benî Kelb soyundan gelen ve kabile savaşlarından birinde çocuk yaşta esir alınarak Mekke'de satılan genç bir köle olan Zeyd b. Hârise'yi kendisine hediye etti. Muhammed (s), çocuğu alır almaz serbest bıraktı ve bir süre sonra da evlatlığı yaptı. Zeyd de, buna karşılık, İslam'ı ilk kabul edenler arasında yer aldı. Yıllar sonra, bir kölenin yahut özgürlüğüne kavuşmuş eski bir kölenin "özgür doğmuş" bir kadınla evlenmesine karşı eski Arap toplumunda mevcut olan önyargıları kırmak için Hz. Peygamber, Zeyd'i kendi öz halasının kızı Zeyneb binti Cahş ile evlenmeye ikna etti. Zeyneb, Hz. Peygamber'i o'nun haberi olmadan çocukluğundan beri seviyordu ve bu nedenle, bu evlenme teklifine büyük bir isteksizlikle ve yalnızca Hz. Peygamber'in otoritesine saygıdan dolayı razı oldu. Zeyd de bu beraberliğe istekli olmadığından (çünkü o sırada kendisi gibi özgürlüğüne kavuşmuş eski bir köle olan, oğlu Üsâme'nin annesi Ümmü Eymen ile mutlu bir evliliği vardı) bu evliliğin ne Zeyneb'e, ne de Zeyd'e mutluluk getirmemiş olması sürpriz değildi. Zeyd, kendisini sevmediğini gizlemeyen yeni eşini birkaç defa boşamanın eşiğine kadar geldi, fakat her seferinde tahammül göstermeye ve ayrılmamaya Hz. Peygamber tarafından ikna edildiler. Ancak sonunda evliliğin yürüyemeyeceği kesinleşti ve Zeyd, Zeyneb'i H. 5. yılda boşadı. Kısa bir süre sonra da Hz. Peygamber, geçmişteki mutsuzluğundan dolayı üzerinde hissettiği ahlakî sorumluluğu telafî etmek için Zeyneb ile evlendi.

43 - Yani, Zeyd b. Hârise'ye. Allah, onu müminlerden biri kılmış, Hz. Peygamber de yanına evlatlık olarak almıştı.

44 - Yani, Muhammed (s)'in bizzat desteklediği ve ısrarla tavsiye ettiği Zeyd ile Zeyneb'in evliliğinin yürümeyeceği ve boşanma ile biteceği gerçeğini (bkz. bir sonraki not).

45 - Lafzen, "halbuki Allah, kendisinden korkmana daha çok layıktı (ehakk)". Bu ilahî uyarıya (ki, Kur'an'ın "Muhammed (s) tarafından üretildiği" iddiasını tek başına çürütmektedir) atıfta bulunan Hz. Ayşe'nin şöyle söylediği rivayet edilir: "Allah'ın Rasûlü, kendisine vahyedilenlerden birini gizlemek isteseydi, muhakkak ki bu ayeti gizlerdi" (Buhârî ve Müslim).

46 - Lafzen, "ona karşı arzusu [veya onun üzerindeki "hakkı"] sona erdiğinde", yani onu boşamak suretiyle (Zemahşerî).

47 - Hz. Peygamber'in, Zeyneb'in geçmişteki mutsuzluğunu telafî etme isteği dışında, evlatlığının eski eşiyle evlenmeye zorlanmasındaki (ayette "Biz onu seninle evlendirdik" ifadesiyle vurgulanmıştır) ilahî maksat, müşrik Arap inançlarının tersine, evlatlık ilişkisinin, biyolojik ebeveyn çocuk ilişkisinden kaynaklanan evlilik sınırlamalarından hiç birine tâbi olmadığını göstermektir (karş. bu surenin 4. ayeti, not 3).

38. [O halde,] Allah'ın kendisi için takdir ettiği şeyi (48) [yapmasından dolayı] Peygamber'e hiçbir suç isnad edilemez. [Gerçekte, bu] sizden önce gelip geçenler için de Allah'ın bir uygulamasıydı; (49) ve [şunu unutma ki] Allah'ın iradesi mutlaka tecelli eder.

48 - Yani, Zeyneb ile evlenmesini; bu da yürürlükteki hukukun bakış açısını ortaya koymayı ve Hz. Peygamber'in kişisel ahlakî sorumluluğu olarak gördüğü konuda o'nu tatmin etmeyi amaçlıyordu.

49 - Yani, Muhammed (s)'den önceki bütün peygamberlerde, Muhammed (s)'de olduğu gibi, bütün şahsî istekler, Allah'a teslim olma kararlılığına uygun düşen isteklerdi: bu da, Allah'ın seçiciliğini karakterize eden ve -daha sonraki yan cümleciğin ifade ettiği gibi- onların "kaçınılmaz/mutlak kader"lerini (kaderen makdûren) oluşturan, doğuştan edinilmiş uyumlu bir ruh halidir.

39. [Ve bu,] Allah'ın mesajlarını [dünyaya] tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve O'ndan başka kimseden korku duymayanlar [için de geçerli olan Allah'ın âdetidir]: hiç kimse, Allah kadar, [insanların yaptıkları için] hesap sorucu değildir!
40. [Ve bilin ki, ey müminler,] Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, (50) fakat o, Allah'ın Elçisi ve bütün Peygamberler'in Sonuncusu'dur. (51) Ve Allah her şeyi hakkıyla bilendir.

50 - Yani, o bütün toplumun manevî "baba"sıdır (karş. bu surenin 6. ayeti ile ilgili not 8), yoksa yalnız bir kişinin veya belli kişilerin değil: böylece, hasbelkader bir peygamberin fiziksel neslinden gelmiş olmanın, tek başına kişiye bir erdem kazandıracağı anlayışı reddedilmiş olmaktadır.

51 - Yani, mühürün (hâtem) bir dökümanın sonunu göstermesi gibi, o da peygamberlerin sonuncusudur. Hâtem terimi, bu anlamının yanında, aynı zamanda bir şeyin "sonu" veya "sonucu" anlamındaki hitâm ile de eş anlamlıdır: Bundan, Muhammed (s) aracılığıyla vahyedilen mesajın -Kur'an'ın- bütün ilahî vahiylerin sonu ve özü olarak görülmesi gerektiği anlamı çıkarılır (karş. 5:48'in ikinci paragrafının ilk cümlesi ile ilgili not 66 ve 7:158 ile ilgili not 126). Ayrıca bkz. 21:107, not 102.

41. SİZ EY imana ermiş olanlar! Allah'ı çokça anın,
42. ve sabah akşam (52) O'nun şanını yüceltin.

52 - Lafzen, "sabah ve akşam vakitlerinde", yani her zaman.

43. O, size [kendi mesajlarını taşıyan] melekleriyle nimetlerini bahşeder ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın. Ve O, müminler için rahmet kaynağıdır.
44. O'na kavuşacakları Gün "Selâm" hitabıyla karşılanacaklardır ve Allah, onlar için en güzel ödülü hazırlamıştır.
45. [Sana gelince,] ey Peygamber, unutma ki Biz seni [hakikatin] bir şahidi, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik,
46. [herkesi] O'nun izniyle (53) Allah'a çağıran ve ışık saçan bir kandil olarak.

53 - Yani, O'nun iradesi doğrultusunda (Taberî).

47. [O halde,] müminlere kendilerini Allah'tan büyük bir lütuf beklediğini müjdele;
48. hakikati inkar edenler ve ikiyüzlüler[in değerlerin]e uyma ve onların incitici sözlerine aldırma! (54) (Yalnız) Allah'a güven: hiç kimse Allah kadar güven verici olamaz.

54 - Yahut: "fakat [aman,] onları incitmekten kaçın" (Zemahşerî) -bu iki karşılıktan hangisinin seçileceği, ezâhum'un anlamının "onlar tarafından incitilmek" mi, yoksa "onları incitmek" mi olduğuna bağlıdır.

49. SİZ EY imana ermiş olanlar! Mümin kadınlarla evlenir ve fakat onlara dokunmadan boşarsanız, onlar adına bir iddet dönemi hesaplamaya ve (onlardan bunu) beklemeye hakkınız yoktur; (55) o halde [hemen] ihtiyaçlarını karşılayın ve en güzel şekilde bırakın. (56)

55 - Lafzen, "onlar için hiçbir şekilde iddet hesaplamak zorunda değilsiniz" -yani, "ikinizin de hesaplamak zorunda olduğu süreyi": karş. 2:228'in ilk bölümü ve bununla ilgili not 215. Ama eğer evlilik fiilen gerçekleşmemişse bir hamilelik sorunu doğmayacağından boşanan kadının iddeti beklemesi anlamsız olur ve ne kendisine ne de boşandığı kocasına bir fayda sağlar.

56 - Genelde bütün müminleri ilgilendiren belli evlilik problemleri ile ilgili olan bu emir, sonraki ayette, yalnız Hz. Peygamber için geçerli olan evlilik kuralları konusundaki söylemin yeniden vurgulanmasına bir giriş oluşturmaktadır: Böylece, "Ey Peygamber eşleri! Siz [öteki] kadınlar gibi değilsiniz" (ayet 32) sözleri ile başlayan ayetle ve Zeyneb ile evliliğini konu alan müteakip ifadelerle (ayet 37 vd.) bağlantılı bulunmaktadır.

50. EY PEYGAMBER! Mehirlerini (57) verdiğin eşlerini ve Allah'ın sana bahşettiği savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunanları (58) sana helal kıldık. Ve seninle birlikte [Yesrib'e] göç etmiş olan amcalarının ve halalarının kızlarını, dayılarının ve teyzelerinin kızlarını; (59) ve kendilerini Peygamber'e özgür iradeleriyle teklif eden, Peygamber'in de almak istediği (60) mümin kadınları [da sana helal kıldık]: [bu sonuncusu] yalnız sana özgü bir imtiyazdır, öteki müminler için değil, [zaten] onlara eşleri ve sağ ellerinin altında bulunanlar konusunda yapmaları gerekeni bildirdik. (61) [Ve] artık sen [gereksiz] bir endişeye kapılmamalısın, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

57 - Ecr terimi, bu bağlamda, spesifik olarak "mehir" (mehr) anlamına gelen farîda ile eş anlamlıdır: bkz. sure 2, not 224.

58 - Değişik yerlerde (bkz. özellikle 4:25, not 32) işaret edildiği gibi İslam, cariyeliğin hiçbir şekline rıza göstermez ve meşru bir nikaha dayanmadıkça bir erkek ile kadın arasındaki her tür cinsel ilişkiyi kesinlikle yasaklar. Bu konuda "özgür" bir kadın ile köle arasındaki tek fark, birincisinin kocasından mehir talep edebilmesine karşılık, meşru yollarla sahip olduğu kölesi (lafzen, "sağ elinin sahip oldukları") ile, yani inancın ve özgürlüğün savunulması için yürütülen "Kutsal Savaş"ta (cihâd) esir alınan bir kadın (2:190, not 167 ve 8:67, not 72) ile evlenen kişinin böyle bir mükellefiyetinin olmamasıdır: çünkü bu durumda köle kadının evlenme yoluyla özgürlüğünü elde etmesi, mehire denk bir bedel olarak görülmektedir.

59 - Bu, Hz. Peygamber'in evliliği konusunda -eşlerinden hiç birini boşayamamasına ilaveten (bkz. aşağıdaki 52. ayet)- getirilmiş yeni bir kısıtlamadır: Bütün öteki Müslümanlar amca veya dayıları çocukları ile evlenmekte serbest oldukları halde Hz. Peygamber, bunlar arasından ancak kendisi ile birlikte Mekke'den Medine'ye göç etmek (hicret) suretiyle İslam'a bağlılıklarını güçlü bir şekilde ve erkenden isbatlamış olanları ile evlenebilir: Beğavî'ye göre, "amcalarının ve halalarının kızları" terimi, eski Arapça'daki kullanımından gelen bir içerikle, yalnız gerçek amca ve hala çocuklarını değil, genelde Muhammed (s)'in babasının mensup olduğu Kureyş kabilesinin bütün kadınlarını kapsar. Aynı şekilde "dayılarının ve teyzelerinin kızları" da, annesinin kabilesi olan Benî Zühre'nin bütün kadınlarını gösterir.

60 - Bu yan cümlecik, lafzen, "kim Peygamber'e kendini bir armağan olarak sunarsa (in vehebet nefsehâ)" şeklindedir. Klasik müfessirlerin büyük kısmı, bunun, "bir mehir beklemeden veya istemeden" anlamına geldiğini, çünkü mehrin normal/sade Müslümanlar için evlilik akdinin temel bir unsuru olduğunu söylerler (karş. 4:4 ve 24 ve ilgili notlar; ayrıca sure 2, not 224).

61 - Yukarıdaki ara cümle, evlilik konusunda daha önce vahyedilmiş genel kurallara (bkz. 2:221, 4:3-4 ve 19-25 ve ilgili notlar) ve özellikle mehir sorunu ile ilgili olanlara işaret etmektedir.

51. [Şunu bil ki,] onlardan dilediğini bir süre yanından uzaklaştırabilirsin ve dilediğini de yanına alabilirsin; ve [bir süre] uzaklaştırdıklarından birini yeniden istemende bir vebal yoktur: (62) bu, [seni her gördüklerinde] gözlerinin parlamasını (63) ve [gözden çıkarıldıkları zaman] üzülmemelerini ve onlara vermek zorunda olduğun her şeyden hoşnutluk duymalarını sağlar: çünkü [yalnız] Allah kalplerinizden geçeni bilir; ve Allah her şeyi bilendir, halîmdir. (64)

62 - Böylece Hz. Peygamber'e, doğuştan adalet duygusuna sahip olmasına ve her zaman eşlerine mutlak bir eşitlik duygusuyla yaklaştığını hissettirecek şekilde davranmasına rağmen, onlara karşı kocalık mükellefiyetlerinde katı bir "dönüşüm" (rotation) kuralına uymak zorunda olmadığı söylenmektedir.

63 - Yani, Hz. Peygamber onlardan birine ne zaman yaklaşsa, bunu kocalık "sorumluluğu"nun bir gereği olarak değil de, içten gelen bir şefkat ve sevgi ile yaptığına kesinlikle emin olduklarından.

64 - İbni Hanbel'in Müsned'inde Hz. Ayşe'den rivayet edilen bir Hadis'e göre "Hz. Peygamber, sevgisini eşleri arasında eşit bir şekilde paylaştırır ve şöyle dua ederdi: Ey Allah'ım, ben elimden geleni yapıyorum, öyleyse benim elimde olmayıp [yalnızca] Senin kudretinde bulunan bir şey[i yapamadığım]dan dolayı beni sorumlu tutma!" -bu şekilde kalbinin içindekine, yani [eşlerinden] bir kısmını ötekilerden daha fazla sevmesine işaret etmek istiyordu.

52. Bundan sonra [başka] hiçbir kadın sana helal değildir (65) -onları[n hiç birini] başka kadınlarla, güzellikleri seni fazlasıyla cezbetse de, değiştirme[ne izin verilmemiştir]- (66) [halen] sahip oldukların (67) dışında [hiç biri sana helal değildir]. Allah her şeyi görüp gözetendir.

65 - Bazı müfessirler (mesela Taberî) bu kısıtlamanın yukarıda 50. ayette sayılan dört kadın kategorisi ile bağlantılı olduğunu ileri sürerler: oysa, bu yasaklamanın Hz. Peygamber'in halen evli bulunduğu kadınlara ilaveten başka herhangi bir kadınla evlenmesini kapsadığı daha doğru görünmektedir (Beğavî, Zemahşerî). İbni ‘Abbâs, Mücâhid, Dehhâk, Katâde ve İbni Zeyd (ki tümü İbni Kesîr'de yer almaktadır) yahut Hasan Basrî (Taberî tarafından 28-29. ayetler ile ilgili yorumunda nakledilmiştir) gibi bazı ilk dönem tanınmış otoriteleri, daha fazla evliliğin yasaklanmasını, dünya hayatının cazibeleri ile ahiretin güzellikleri arasında yapılan tercihe dayandırmışlardır. Hz. Peygamber'in eşleri, 28-29. ayetlerdeki ısrarlı vurgulamalar karşısında bu tercihi yapmak durumunda kalmışlar ve tercihlerini "Allah ve Rasûlü" için kullanmışlardı (karş. yukarıdaki 32. not). Bütün bu ilk dönem otoriteleri, 52. ayetin nüzulünü -ve onun Hz. Peygamber'in eşlerini kasdettiği gerçeğini- inançları ve bağlılıklarından dolayı Allah'ın onlara bu dünyada verdiği bir ödül olarak değerlendirirler. Hz. Peygamber'in "Sana bundan sonra [başka] bir kadın helal değildir" kesin emrini görmezden geldiğini düşünmek mümkün olmadığından, sözkonusu pasajın, Hayber'in fethinin ve Hz. Peygamber'in Safiyye ile evliliğinin -son evliliği- vuku bulduğu H. 7. yıldan önce nazil olması mümkün değildir. Sonuç olarak 28-29. ayetlerin (ki, biraz önce gördüğümüz gibi, 52. ayet ile yakın bir bağlantı içindedirler) daha sonraki bir dönemde nazil olduğunu düşünmek daha doğrudur, yoksa H. 5. yılda (yani Hz. Peygamber'in Zeyneb ile evlendiği yılda) değil.

66 - Yani, yerine başka bir eş almak için mevcut eşlerinden birini boşamana (burada vurgu, eşlerinden birini "değiştirme"nin -yani, boşamanın- yasaklanmasına yapılmıştır).

67 - Buradaki mâ meleket yemînuke (lafzen, "sağ elinin sahip oldukları" yahut "malik bulundukları") ifadesi, bence, 4:24'deki ile aynı anlamı, yani "sizin izdivaç yoluyla sahip bulunduklarınız" (bkz. sure 4, not 26); anlamını taşımaktadır: o halde yukarıdaki ayetin, Hz. peygamber'in o anda akdedilmiş bulunan evliliklerini kapsadığı kabul edilmelidir.

53. SİZ EY imana ermiş olanlar! İzin verilmedikçe Peygamber'in evlerine girmeyin; ve yemek için [davet edildiğiniz zaman erkenden] gidip hazırlanmasını beklemeye kalkışmayın: çağrıldığınızda [en uygun zamanda] girin; yemeği yiyince hemen ayrılın, lafa dalmayın: bu durum Peygamberi üzebilir, ama sizden [gitmenizi istemeye de] çekinebilir: fakat Allah doğru[yu size öğretmek]ten çekinmez. (68) [Peygamber'in eşlerine gelince,] onlardan bir şey isteyeceğiniz vakit perde (69) arkasından isteyin: bu hem sizin kalplerinizin, hem de onlarınkinin temizliğini pekiştirir. Ayrıca sizin Allah'ın Elçisi'ni üzmeniz ve o'nun vefatından sonra eşlerini nikahlamanız (70) caiz değildir: doğrusu bu, Allah nazarında büyük bir günahtır.

68 - Yukarıdaki pasaj, 45-48. ayetlerde Hz. Peygamber'in tebligatına yapılan atıfla bağlantılı olarak o'nun çağdaşları arasındaki eşsiz konumunu vurgulamaktadır; fakat Kur'an'ın tarihî olaylara ve durumlara yaptığı atıflardaki genel üslubuna uygun olarak, burada öngörülen ahlakî prensip de, belli bir zaman ve çevre ile sınırlı değildir. Kur'an, Hz. Peygamber'in Ashâbı'nı o'nun kişiliğine saygı göstermeleri için uyarmak suretiyle bütün müminlere onun her zamanki yüce konumunu hatırlatmaktadır (karş. 2:104, not 85); bunun da ötesinde, toplumsal hayat ile ilgili belli davranış kurallarını onlara öğretmektedir: bu kurallar ilk bakışta ne kadar önemsiz görünseler de, gerçek bir kardeşlik duygusu, karşılıklı anlayış ve başkalarının kişiliğine ve mahremiyetine saygı temeline oturması gereken bir toplumda psikolojik bir değer/anlam taşırlar.

69 - Hicâb terimi, iki şey arasına giren veya birini diğerinden ayıran, koruyan veya gizleyen nesneyi ifade eder; kullanıldığı yere göre, hem somut hem de soyut anlamlarıyla "bariyer", "engel", "duvar", "cam", "perde", "örtü" vb. gibi kelimelerle karşılanabilir. Hz. Peygamber'in eşlerine ancak bir "perde" yahut "pencere" arkasından yaklaşılması emri, Hz. Peygamber'in birçok Sahâbesi'nin yaptığı gibi, lafzî anlamıyla anlaşılabileceği kadar "müminlerin anneleri"ne gösterilmesi gereken derin saygıyı ifade eden mecazî anlamıyla da yorumlanabilir.

70 - Lafzen, "ondan sonra eşleriyle evlenmek".

54. Bir şeyi açıktan da, gizli de yapsanız, [unutmayın ki,] Allah her şeyi hakkıyla bilir.
55. [Fakat] onların (71) babalarına, oğullarına, kardeşlerine, erkek kardeşlerinin veya kız kardeşlerinin oğullarına, kadın hizmetçilerine yahut sağ ellerinin sahip olduğu [kadın köleleri]ne [serbestçe görünmelerinde] bir mahzur yoktur. Ama [ey Peygamber eşleri, (72) her zaman] Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; şüphesiz Allah, her şeye şahittir.

71 - Yani, Hz. Peygamber'in eşlerinin (yukarıda 53. ayette geçen, onlarla bir "perde arkasından" konuşulması buyruğu ile bağlantılıdır).

72 - Bu parantez içi ifade, daha sonra gelen çoğul emir kipindeki ittakîne'nin müennes hali dikkate alınarak konulmuştur.

56. Allah ve melekleri, şüphesiz, Peygamberi kutsarlar: [o halde] ey iman etmiş olanlar, siz de o'nu kutsayın ve kendinizi [o'nun rehberliğine] tam bir teslimiyetle terk edin!
57. Allah'ı ve Rasûlü'nü [bilerek] incitenlere gelince; Allah onları bu dünyada ve ahirette (rahmetinden) yoksun (73) bırakacak ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlayacaktır.

73 - Klasik Arapça'da la‘neh (lânet) terimi az çok ib‘âd ("uzaklaştırma" veya "yok etme") ile eş anlamlıdır. Bu sebeple Allah'ın la‘net'i ("O'nun bir günahkarı, güzel olan her şeyden mahrum etmesi" (Lisânu'l-‘Arab) veya "rahmetinden mahrum bırakması" (Menâr II, 50) anlamlarına gelir. Aşağıda 61. ayette geçen mel‘ûn terimi ise, "Allah'ın rahmetinden yoksun kalmış kişi"yi ifade eder.

58. Mümin erkekleri ve mümin kadınları yapmadıkları bir fiilden dolayı suçlayanlara gelince, onlar iftira atma suçu işlemiş ve böylece açık bir günaha girmiş olurlar.
59. Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve [öteki] bütün mümin kadınlara [toplum içine çıktıklarında] dış kıyafetlerini üzerlerine almalarını söyle: bu, onların [temiz kadınlar olarak] tanınmalarını ve rahatsız edilmemelerini temin eder. (74) Ama [unutma ki] Allah, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır! (75)

74 - Karş. 24:31'in ilk iki cümlesi ve ilgili dipnotlar 37 ve 38.

75 - Yukarıdaki ayetin spesifik ve zamanla kayıtlı ifade tarzı (ki Hz. Peygamber'in eşlerine ve kızlarına atıfta bulunmasından açıkça bellidir) ve kadınların toplum içine çıktıklarında "dış kıyafetlerini (min celâbîbihinne) üzerlerine almaları" tavsiyesindeki bilinçli müphemlik, bu ayetin, terimin genel, zaman ve mekan üstü anlamıyla, bir hüküm ifade etmekten çok, zamanın ve sosyal çevrenin sürekli değişmesi karşısında uyulması gerekli ahlakî bir rehber anlamı taşıdığını gösterir. Ayetin sonunda Allah'ın affediciliğine ve rahmetine yapılan atıf da, bu görüşü desteklemektedir.

60. İŞTE BÖYLE, eğer (76) ikiyüzlüler, kalplerinde hastalık olanlar (77) ve yalan haberler yayarak [Peygamber'in] kent[in]de huzursuzluk çıkaranlar (78) [düşmanca hareketlerinden] vazgeçmezlerse [ey Muhammed,] onlar üzerinde üstünlük kurmanı sağlarız, o zaman bu [kentte] sana çok az bir süre komşu kalacaklardır: (79)

76 - Le-in edatının yukarıdaki şekilde çevrilmesi konusunda bkz. sure 30, not 45. Bu pasaj ile birlikte 1. ayette değinilen ve 9-27. ayetlerde daha ayrıntılı olarak üzerinde durulan konuya yeniden dönülmektedir: Hz. Peygamber'in ve Ashâbı'nın Yesrib'in (ki o zaman Medînetu'n-Nebî, "Peygamber Kenti" olarak anılmaya başlamıştı) ilk yıllarında karşılaştıkları muhalefet.

77 - Bkz. yukarıdaki not 16.

78 - Zemahşerî, murcifûn terimini yukarıdaki şekilde açıklamaktadır.

79 - Yani, "seninle onlar arasında açık bir mücadele başlayacaktır" ve bu mücadele onların Medine'den kovulmalarıyla sonuçlanacaktır.

61. ve onlar, Allah'ın rahmetinden yoksun olduklarından görüldükleri yerde yakalanacaklar ve teker teker ortadan kaldırılacaklardır. (80)

80 - Lafzen, "[büyük] bir ölümle öldürüleceklerdir". Bu bağlantı için bkz. 2:191, not 168. Mel‘ûnîne'yi "Allah'ın rahmetinden yoksun olan" şeklinde çevirmem konusunda bkz. yukarıdaki 73. not.

62. Daha önce gelip geçen [bu tür günahkar]lar için Allah'ın tatbik ettiği yol budur; ve sen Allah'ın tatbikatında bir değişiklik göremezsin! (81)

81 - Karş. 35:42-44 ve özellikle 43. ayetin son paragrafı.

63. İNSANLAR sana Son Saat hakkında soracaklar. De ki: "Onun bilgisi Allah katındadır; senin bütün bildiğin ise, Son Saat'in yakın olduğudur!" (82)

82 - Bkz. 7:187.

64. Gerçek şu ki, Allah hakikati inkar edenleri rahmetinden kovmuş ve onlar için yakıcı bir ateş hazırlamıştır;
65. onlar orada sonsuza kadar kalacaklar: ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.
66. Yüzlerinin ateşte darmadağın olduğu o Gün, (83) "Eyvah" diye feryad ederler, "keşke Allah'a itaat etseydik, keşke Elçi'ye uysaydık!"

83 - Kur'an'ın başka birçok yerinde olduğu gibi burada da "yüz", insan kişiliğinin en anlamlı ve değerli parçası olarak bütün bir insan kişiliğini temsil eder; ve yüzün "ateşte darmadağın olması", günahkarların iradelerinin tükenmesini ve tam bir çaresizliğe itilmelerini ifade eden sembolik bir deyimdir.

67. Ve "Ey Rabbimiz!" diyecekler, "Biz liderlerimize ve ileri gelenlere uyduk, bizi doğru yoldan uzaklaştıranlar onlardır!
68. Ey Rabbimiz! Onlara iki misli azap çektir ve rahmetinden tamamen mahrum bırak!" (84)

84 - Lafzen, "onlara büyük bir lânetle lânet et (il‘anhum)", yani rahmetinden kov.

69. SİZ EY imana ermiş olanlar! Musa'ya eziyet eden [İsrailoğulları] gibi olmayın; [unutmayın ki] Allah, [o'nu kendisine karşı veya kendisi hakkında] ileri sürdükleri iddialardan temize çıkardı: (85) çünkü o, Allah katında büyük şeref ve itibar sahibiydi.

85 - Bu, Ahd-i Atîk'de (mesela, Sayılar xii, 1-13) zikredildiği gibi, bazı takipçilerinin Hz. Musa'ya attıkları iftiralara ve Kur'an'ın değindiği bazı aşırı taleplere bir işarettir. Mesela, "Ey Musa, biz Allah'ı kendi gözümüzle görmedikçe sana inanmayız" (2:55), yahut "sen ve Rabbin, ikiniz gidin ve savaşın!" (5:24). Bu örnekler, Kur'an'ın Muhammed (s) tarafından "uydurulduğu" ve sonra Allah'a yakıştırıldığı ve onun bir meczup olduğu şeklinde sıkça ileri sürülen isnadlar ile ve ayrıca Muhammed (s)'den, mucize göstermek ve -bu surenin 63. ayetinde de vurgulandığı gibi- Son Saat'in tarihini bildirmek suretiyle peygamberliğini isbat etmesini beklemek gibi saçma talepler ile paralellik göstermektedir.

70. Siz ey iman etmiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve [her zaman] hakkı ve doğruyu konuşun; (86)

86 - Kavl-i sedîd ifadesi, kelime anlamıyla, "taşı gediğine koyduran söz", yani doğru ve yerinde söylenen söz anlamına gelir. Kur'an'da geçtiği öteki tek yerde (4:9'un sonu), "hakkı konuşmak"/"dürüst ve insaflı konuşmak" şeklinde çevrilebilir; bu örnekte ise başkaları hakkında, bütün gizli anlamlardan, îmalardan ve yersiz kuşkulardan arınmış bir şekilde konuşmayı ve gerçeği, abartmadan ve azaltmadan, olduğu gibi aktarmayı ifade eder.

71. [o zaman,] Allah işlerinizi değerli kılar ve günahlarınızı affeder. Ve [bilin ki] kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse büyük bir zafere erişmiş olur.
72. Gerçek şu ki, Biz [akıl ve irade] emaneti[ni] göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; (87) ama (sorumluluğundan) korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler. O (emanet)i insan üstlendi; (88) zaten o, daima haksızlığa ve akılsızlığa son derece meyyal biridir.

87 - Klasik müfessirler, bu örnekte geçen emânet ("emanet etmek") terimi için akıllarına gelen her türlü açıklamayı yapmışlardır. Ama bu açıklamaların en ikna edici olanı (yukarıdaki ayet ile ilgili olarak Lane I, 102'de değinilen açıklama), emânet'in "muhakeme" yahut "akıl" (intellect) ve "irade" -yani, iki veya daha fazla hareket tarzı veya eylem biçimi arasında, dolayısıyla iyi ve kötü arasında seçim yapabilme yeteneği- olduğu şeklindeki açıklamadır.

88 - Zımnen, "Ama sonra, sahip olduğu akıldan ve nisbî serbest iradeden kaynaklanan ahlakî sorumluluğa layık olduğunu gösteremedi" (Zemahşerî). Bu, elbette genel insan türüne özgü olup onun bütün fertlerinin mutlaka böyle olduğu anlamına gelmez.

73. [İşte böylece] Allah, ikiyüzlü erkek ve kadınlara ve kendisine eş koşan erkek ve kadınlara (89) azab edecektir. Ve mümin erkeklere ve mümin kadınlara rahmetiyle yönelecek olan [da] Allah'tır: Allah gerçekten çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır!

89 - Başka bir deyişle, kendi akılları ve vicdanlarının gereğine uygun davranmayanlara İnsanın hem bu dünyada hem de öteki dünyada karşılaşacağı azap, -bu cümlenin başındaki lâmu'l-‘âkibe'nin de gösterdiği gibi- Allah'ın keyfî bir takdiri olmayıp insanın manevî/ahlakî yozlaşmasının zorunlu bir sonucudur. (Karş. Allah'ın hakikati inkar edenlerin kalplerini "mühürlediği"nden söz eden 2:7, not 7.)

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: