Meal Seç / Sure Seç

Nisa Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

4 - Nisa
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu sure, büyük bölümüyle miras hukuku, belli derecede kan bağı olanlar arasında evliliğin yasaklanması ve evlilik ilişkileri gibi konuları kapsayan aile hayatı ile ilgili genel sorunları ve kadın haklarını ele aldığından, Nisâ' ("Kadınlar") olarak adlandırılmıştır. Başlangıç ayeti, insan soyunun temel bütünlüğünü ve bu bütünlükten doğan, kadın ile erkeğin birbirine karşı yükümlülüklerini vurgulamaktadır. Surenin büyük bölümü, savaş ve barış hallerine ilişkin pratik düzenlemelere ve müminlerin kafirler ile, özellikle de ikiyüzlüler (münafıklar) ile ilişkilerine ayrılmıştır. 150-152. ayetler, peygamberlere inanmadan Allah'a inanmanın imkansızlığını vurgular ve bu da yalnız Muhammed (s)'in değil, Hz. İsa'nın da peygamberliğini inkar eden Yahudiler ve Hz. İsa'yı "Allah'ın kulu olmaktan kaçınacak kadar asla gurura kapılmadığı" (172. ayet) halde tanrılaştıran ve Muhammed (s)'i inkar eden Hristiyanlar konusuna götürür. Nihayet, insanın amaç(lar)ının sosyal davranış(lar)ından ayrılmazlığını vurgulamak istercesine son ayet ile tekrar miras hükümlerine dönülür. Bu surenin bir bütün olarak Medine dönemine ait olduğunda şüphe yoktur. Vahiy sıralamasında ya hemen Âl-i ‘İmrân'ın arkasından gelir, yahut -bazı otoritelere göre- zaman olarak ikisinin arasına Ahzâb ve Mümtehine sureleri girer. Ancak, birkaç ayeti daha erken bir döneme ve 58. ayeti de daha sonraya ait olmasına rağmen, surenin tümünün hicretten sonra dördüncü yılda nazil olmuş bulunması kuvvetle muhtemeldir.
1. EY İNSANLAR! Sizi bir tek can(lı)dan yaratan, ondan eşini var eden (1) ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Kendisi adına birbirinizden [haklarınızı] talep ettiğiniz Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyun ve bu akrabalık bağlarını gözetin. Şüphesiz Allah, üzerinizde daimî bir gözetleyicidir.

1 - Klasik müfessirlerin çoğu, nefs terimine yüklenen pek çok anlam içerisinden -can, ruh, akıl, canlı varlık, canlı, insan, şahıs, kimlik (şahsî kimlik anlamında), insanlık, hayat özü, temel ilke ve diğerleri- "insan"ı tercih ederler ve bu terim ile burada Hz. Âdem'in kasdedildiğini kabul ederler. Ama Muhammed Abduh bu yorumu reddeder (Menâr IV, 323 ve diğerleri.) ve onun yerine, insan soyunun ortak kökenini ve kardeşliğini vurguladığı için (ki yukarıdaki ayetin amacı da budur) "insanlık" karşılığını tercih eder; ayrıca bunu Hz. Âdem ile Havva'nın yaratılması konusundaki Kitâb-ı Mukaddes'in tasvirlerine yersiz şekilde bağlamaz. Nefs'i bu bağlamda "canlı" olarak çevirmemin mantığı da aynıdır. Zevcehâ ("eşi") ifadesine gelince, zevc ("bir çift", "çiftten biri" veya "bir eş") terimi, canlı varlıklarla ilgili olarak bir çiftin veya bir ikilinin hem erkek hem de dişi tarafı için kullanıldığından, insanlarla ilgili olarak da hem kadının eşini (kocasını), hem de kocanın eşini (karısını) ifade eder. Râzî'nin naklettiğine göre, Ebû Müslim "Ondan (minhâ) eşini yarattı" ibaresini, "Onun kendi cinsinden (min cinsihâ) eşini (karşı cinsini) yarattı" anlamında yorumlar ve böylece Muhammed Abduh'un yukarıda işaret edilen görüşünü destekler. Minhâ'nın lafzen, "ondan" şeklinde çevrilmesi, metin ile uyumlu olarak, her iki cinsin "bir tek canlıdan" türetildiği biyolojik gerçeğini yansıtır.

2. O halde yetimlere mallarını verin, [kendi] değersiz malları[nızı] [onlara ait] güzel şeyler ile değiştirmeyin ve onların mallarını kendi mallarınız ile birleştirerek tüketmeyin. (2) Bu, doğrusu büyük bir suçtur.

2 - Bu hüküm, yetimlerin çocukluk dönemlerindeki kanunî vasîleri ile ilgilidir.

3. Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman, size helal olan [diğer] kadınlardan (3) biri ile evlenin –[hatta] ikisi, üçü veya dördü [ile]; ama onlara adil bir tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman [sadece] bir tane ile– yahut meşru şekilde sahip olduklarınız (4) ile (evlenin). Bu, doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur.

3 - Lafzen, "sizin için iyi ve güzel olanlar"dan -Yani, bu surenin 22-23. ayetlerinde sıralanan yasaklanmış olanlar dışındaki kadınlardan (Zemahşerî, Râzî). Hz. Peygamber'in dul eşi Hz. Ayşe tarafından yapılan bir yoruma göre bu, yeterli mehir verme gücü bulunmayan veya mehir vermeye hazır olmayan velilerinin evlenmek istediği yetim kızların (farazî) durumuna işaret etmektedir. Bunun anlamı, sözkonusu velilerin böyle bir adaletsizlikten kendilerini korumaları ve onlar yerine başka kadınlarla evlenmeleri gerektiğidir (karş. Buhârî, Kitâbu't-Tefsîr; Müslim ile Neseî). Ancak bu ayetin açıklanması konusunda Hz. Ayşe'nin çağdaşlarının tümü kendisiyle aynı kanaatte değillerdi. Bu bakımdan Sa‘îd b. Cübeyr, Katâde ve diğer Tâbiîn'e göre yukarıdaki pasajın anlamı şudur: "Nasıl ki yetimlerin haklarına tecavüz etmekten haklı olarak çekiniyorsanız, aynı şekilde evlenmeye niyetlendiğiniz kadınların hak ve çıkarları için de aynı ihtimamı göstermelisiniz". Taberî, bu pasaj ile ilgili yorumunda, yukarıdaki açıklamanın değişik bazı şekillerini nakleder ve onu kesin olarak tasvip ettiğini belirtir.

4 - Lafzen, "sağ ellerinizin sahip oldukları" -Yani, Allah yolunda girişilen bir savaşta esir alınanlar (bu konuda bkz. sure 2, not 167 ve 168, sure 8, not 72). Açıktır ki "ikisi, üçü veya dördü (ile); ama ... korkarsanız" ibaresi, hem cümlenin ilk bölümünde değinilen hür kadınlar, hem de esirler -çünkü bu her iki isim de "evlenin" emir-fiili ile bağlantılı olarak kullanılmaktadır- ile ilgili bir yan cümleciktir. Böylece cümlenin tümü şu anlama gelir: "Size helal olan [diğer] kadınlar arasından veya meşru şekilde sahibi olduklarınız [arasın]dan biri ile evlenin; [hatta] ikisi, üçü ya da dördü [ile]. Ama onlara adil bir tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, [sadece] bir tane [ile]". Bununla, kadınların hür mü yoksa menşe itibariyle esir mi olduğuna bakılmaksızın evlenilecek kadın sayısının dördü geçmemesi îma edilmektedir. Muhammed Abduh, yukarıdaki ayeti işte bu şekilde anlamıştır (bkz. Menâr IV, 350). Bu görüş, ayrıca hem bu surenin 25. ayeti, hem de kadın esirler ile evlilikten bahseden 24:32. ayet ile desteklenmiştir. Yaygın görüşün ve geçen yüzyıllardaki pek çok Müslümanın uygulamasının aksine, ne Kur'an ne de Hz. Peygamber'in örnek hayatı, evliliğe dayanmayan cinsel ilişkiye hiçbir şekilde izin vermemektedir. Birden fazla (azamî dörde kadar) evliliğe izin verilmesine gelince, bu, "Onlara adil bir tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman [sadece] bir tane ile [evlenin]" hükmü ile öylesine sınırlandırılmıştır ki böylesi çok evlilikten yalnızca çok istisnaî durumlarda ve istisnaî şartlar altında söz edilebilir (bkz. 24:32'nin ilk cümleciği ve ilgili 42. not). Aynı iznin neden kadınlara verilmediği de sorulabilir. Ama cevabı basittir: Kadın-erkek ilişkilerini etkileyen ruhsal sevgi faktörüne rağmen cinsel isteği belirleyici biyolojik faktör, her iki cinste de üremedir; ve kadın bir defada sadece bir erkekten hamile kalıp diğerine hamile kalmadan önce dokuz ay beklemek zorunda olduğu halde bir erkek her kadınla birlikteliğinden çocuk babası olabilir. Böylece eğer kadına fıtraten çok-evlilik içgüdüsü verilmiş olsaydı sadece israfta bulunulmuş olurdu; ama erkeğin çok-evlilik eğilimi, biyolojik bir temele sahip bulunmaktadır. Açıktır ki biyolojik faktör, evlilikteki sevginin unsurlarından yalnızca bir tanesidir ve elbette her zaman en önemlisi değildir; ama yine de temel bir faktördür ve bu nedenle de evlilik kurumunun belirleyicisidir. İnsan tabiatını daima hesaba katan bir geniş-görüşlülükle İslam Şeriatı, erkeğin birden fazla kadın sahibi olmasına izin verip kadının bir defada birden fazla erkek ile evlenmesine müsaade etmeyerek sadece evliliğin sosyo-biyolojik işlevini (neslin korunması da dahil) korumayı amaçlar; oysa ölçülemez olan ve bu nedenle hukukun kapsamı dışında kalan evliliğin ruhsal yönü, tarafların tercihine bırakılmıştır. İslam'da evlilik tamamen serbest bir sözleşmeye dayandığından, boşanma başvurusu, her iki tarafa da daima açıktır. (Evliliğin kadın tarafından sona erdirilmesi konusunda bkz. sure 2, not 218.)

4. Kadınlara mehirlerini hiçbir karşılık beklemeden verin; (5) ama eğer onlar, kendi rızalarıyla bir kısmını size bırakırlarsa ondan hoşnutluk ve gönül rahatlığıyla faydalanın.

5 - Nihle ifadesi, kişinin hiçbir karşılık beklemeden, kendi rızasıyla bir şeyi isteyerek vermesi anlamına gelir (Zemahşerî). Ayrıca, damadın geline vermesi gereken mehrin miktarının hukuken belirlenmemiş olduğu da unutulmamalıdır. Bu tamamen iki tarafın anlaşmasına bağlıdır ve herhangi bir şeyi kapsayabilir, hatta sadece sembolik bir şeyi bile... Hadis Külliyatı'nın çoğunda kaydedilen bazı sahih rivayetlere göre, Hz. Peygamber, eğer gelin kabul etmeye istekli ise, "demir bir yüzüğün" veya "daha da azı"nın, hatta "Kur'an'ın bir ayetinin öğretilmesi"nin bile yeterli olabileceğini belirtmiştir.

5. Allah'ın koruyasınız diye sizin sorumluluğunuza bıraktığı malları muhakeme yeteneği zayıf kimselere emanet etmeyin; (6) ama bu mallarla onların geçimlerini karşılayın, onları giydirin ve onlarla nazik bir şekilde konuşun.

6 - Lafzen, "Allah'ın size emanet ettiği mallarınızı". İfadenin anlam örgüsü, bunun henüz reşit olmamış ve bu nedenle "muhakemesi zayıf olan" (lafzen, "sefîh") yetimler ile ilgili olduğunu açık şekilde göstermektedir.

6. [Sorumluluğunuz altındaki] yetimleri evlenebilecekleri yaşa gelinceye kadar deneyin; sonra aklen olgunlaştıklarını tesbit ederseniz, mallarını onlara iade edin; (sakın,) onlar büyümeden önce, aceleyle ve müsrifçe harcayarak mallarını tüketmeyin. Zengin olan kimseyi [vesayeti altındakinin malından] tamamen uzak tutun. Fakiri ise ondan uygun bir şekilde istifade ettirin. Mallarını kendilerine teslim ettiğinizde, onlar adına şahitler bulundurun ve [unutmayın ki] nihai hesap sorucu olarak Allah kafidir.
7. EBEVEYNİN ve akrabanın geride bıraktıklarından erkekler bir pay alacaklardır. Ebeveynin ve akrabanın bıraktığında, ister az ister çok olsun, kadınların da bir payı olacaktır; [Allah tarafından] tayin edilen bir paydır bu!
8. [Mirasın] bölüştürülmesi sırasında [öteki] akrabalar, yetimler ve muhtaçlar (7) hazır bulunduklarında, onlara geçinmeleri için bir kısmını ayırın ve onlarla nazik bir şekilde konuşun.

7 - Yani, miras üzerinde hiçbir yasal hakları olmayan, ama yine de (mirasın bölüştürülmesi sırasında) gözönüne alınmaları gereken insanlar.

9. Ve onlar, [o kanunî mirasçılar] [Allah'tan] korksunlar; eğer kendileri arkalarında kendi haklarını koruyamayacak durumda olan çocuklar bıraksalardı onlar için mutlaka endişe duyarlardı; işte böyleleri, Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olsunlar ve [yoksulların hakları konusunda] dürüst ve insaflı olan neyse onu dile getirsinler.
10. Yetimlerin mallarını günahkarca yiyip bitirenler, sadece karınlarını ateşle doldurmuş olurlar. Çünkü [öteki dünyada] yakıcı bir ateşe mahkum olacaklar.
11. ÇOCUKLARINIZ[ın varisliği] konusunda Allah size [şunu] emreder: (8) Erkek, iki kadının hissesine eşit [bir miktar] alacaktır; ama ikiden fazla kadın varsa, onlara, [ebeveynlerinin] geride bıraktıklarının üçte-ikisi verilecektir; sadece bir tane varsa, onun yarısını alacaktır. [Ölenin] anne-babasına gelince, geride bir çocuk bırakması durumunda, her biri terekenin altıda-birini alacaktır; ama hiç çocuk bırakmamışsa ve anne-babası onun [tek] mirasçısı ise, annesi üçte-birini alacaktır; eğer [ölenin] erkek ve kız kardeşleri varsa, o zaman annesine, yapmış olduğu herhangi bir vasiyeti veya [ödemek zorunda olduğu] borcu düşüldükten sonra [terekenin] altıda-biri verilecektir. Anne-babalarınıza ve çocuklarınıza gelince, hangisinin sizin bırakacağınız fayda ve imkanlara daha layık olduğunu bilemezsiniz. [İşte bu nedenledir] Allah'tan gelen emirler... Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

8 - Yakın akrabaya düşen kanunî miras paylarını açıklayan 11-12. ayetler ile ilgili notlarımda, bu emrin bütün hukukî sonuçlarını tahlil etmeye girişmedim. Miras kanunları, İslam Hukuku'nun çok özel ve ayrıntılı dallarından birinin konusudur ve onların kapsamlı şekilde incelenmesi, Kur'an metnini belli bir ihtisası olmayan okuyucunun anlayışına sunmaktan başka bir amaç gütmeyen açıklama notlarının ilgi alanı dışında kalmaktadır.

12. Çocukları olmayan kadınlarınızın terekelerinin yarısı sizin olacaktır; ama bir çocuk bıraktılarsa, yapmış oldukları vasiyet veya [ödemek zorunda oldukları] borçları [düşüldük]ten sonra terekelerinin dörtte-birini alacaksınız. Eğer çocuğunuz yoksa, dul zevceleriniz, (9) terekenizin dörtte-birini alacaktır; ama eğer geride çocuğunuz varsa, yapmış olduğunuz vasiyet veya [ödemek zorunda olduğunuz] borçlar düşüldükten sonra terekenizin sekizde-birine sahip olacaklardır. Eğer kadın veya erkek, birinci dereceden bir mirasçıya sahip değilse, ama bir erkek veya kız kardeşi varsa, bunların her birine altıda-bir düşer; ama ikiden fazla kişi (10) varsa, o zaman, yapılmış olan vasiyetler veya [ödenmekle yükümlü olunan] borçlar [düşüldük]ten sonra [kalan mirasın] üçte-birini alacaklardır. Bu her iki durumda da [mirasçılar] bir zarara uğratılmamalıdır. (11) [Bu], Allah'ın bir emri[dir]; ve Allah, her şeyi bilendir, halîmdir.

9 - Lafzen, "onlar".

10 - Lafzen, "ondan daha fazlası". Klasik müfessirlerin çoğunluğuna göre bu pasaj, üvey erkek ve kız kardeşlere atıfta bulunmaktadır. Öz erkek ve kız kardeşlerin mirasları ise bu surenin sonunda (ayet 176) ele alınmaktadır.

11 - Bu tenbih, mirasçıları yasal haklarından mahrum etmeyi amaçlayan gerçek-dışı borçlara ve vasiyetlere işaret etmektedir. Birçok sahih Hadis'e göre Hz. Peygamber, yasal mirasçıların bulunduğu hallerde, başka kimselere, sahip olunan mal varlığının üçte-birini aşan miktarda vasiyette bulunmayı yasaklamıştır (Buhârî ve Müslim). Fakat miras üzerinde yasal hak sahibi bir yakın akraba yoksa, miras bırakacak kişi, servetini istediği şekilde vasiyet etmekte serbest bırakılmıştır.

13. Bunlar Allah tarafından konulan sınırlardır. Kim Allah'a ve Elçisi'ne tâbi olursa, Allah onu, mesken olarak içinden ırmaklar akan hasbahçelere koyacaktır; bu büyük bir mazhariyettir.
14. Kim de Allah'a ve Elçisi'ne isyan eder ve O'nun [koyduğu] sınırları ihlal ederse, onu içinde yerleşip kalacağı ateşe atacaktır; ve onu alçaltıcı bir azap beklemektedir.
15. HAYASIZCA davranışlarda bulunan kadınlarınıza gelince, aranızdan onların işlediği suça şahit olan dört kişi çağırın; bunlar onun için şahitlik yaparlarsa, suçlu kadınları (12) ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara [tevbe etmeleri suretiyle] bir kapı açıncaya kadar evlerine hapsedin.

12 - Lafzen, "onları".
16. Suçluların her ikisini de [böyle] cezalandırın; (13) ama eğer ikisi de tevbe eder ve gidişatlarını düzeltirlerse, onları kendi hallerine bırakın: çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, rahmet kaynağıdır. (14)

13 - Lafzen, "ve aranızdan bu suçu işleyen iki kişi (çıkarsa), her ikisini de cezalandırın". Müfessirlerin çoğuna göre, bu hem bir kadının ve erkeğin hayasızca davranışlarına, hem de eşcinsel ilişkilere işaret etmektedir.

14 - Bazı müfessirler fâhişeh terimine (ki burada "hayasızca davranış" olarak çevrilmiştir) zinâ veya "(kadın ile erkek arasındaki) gayrimeşru ilişki" anlamını yüklemişler ve sonuçta bu ayetin, her iki suçlu tarafın da yüz kırbaçla cezalandırılması esasını getiren 24:2 tarafından "neshedildiği"ni ileri sürmüşlerdir. Ancak bu mesnetsiz varsayım kabul edilemez niteliktedir. Kur'an'ın herhangi bir ayetinin başka bir ayet ile "neshedilmiş" olduğunu kabul etmenin imkansızlığı bir tarafa (bkz. sure 2, not 87), fâhişeh ifadesi, bizâtihî, gayrimeşru cinsel ilişki anlamını ihtiva etmez: Daha çok, söz veya davranış olarak aşırı, çirkin, müstehcen, yakışıksız yahut iğrenç şeyleri ifade eder (karş. Lane VI, 2344 vd.) ve hiçbir şekilde cinsel suçlarla sınırlandırılamaz. Bu bağlamda ve 24:2 ile birlikte okunduğunda bu ifade, açıkça, zinâ olarak tanımlanan şey (yani, "fuhuş" veya "gayrimeşru ilişki") ile mutlaka sınırlanamayacak olan hayasızca davranmayı gösterir ve bu nedenle, dayak ile cezalandırılan isbatlanmış zinânın aksine samimî bir pişmanlık ile telafi edilebilir. Bütün cinsel tecavüz veya hayasızca davranış iddialarında Kur'an'ın, diğer bütün hukukî olaylarda istenen iki şahit yerine dört şahidin doğrudan şahitliğini mahkumiyet için bir olmazsa olmaz şart (sine qua non) olarak belirlemesi, kayda değer bir husustur. Hem bu emre temel teşkil eden sebepler, hem de onun hukukî sonuçları için bkz. 24:4 ile ilgili not 7.

17. Doğrusu, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi, ancak bilmeyerek kötülük işleyen ve sonra, zaman geçirmeden (15) tevbe edenlere mahsustur. Allah onlara rahmetiyle tekrar yönelecektir, zira Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

15 - Burada zaman olarak yakınlığı ifade eden min karîbin ifadesi, "hemen" diye de çevrilebilir; yani, kötülük işledikten hemen sonra. Ancak klasik müfessirlerin çoğunluğu, bu bağlamda, ölümün fiilen yaklaşmasından önceki zamanı gösterdiği kanaatindedirler. Bu yorum, sonraki ayet tarafından da teyid edilmektedir.

18. Oysa ne ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında "Şimdi tevbe ediyorum!" diyenlerin (16) tevbesi kabul edilecektir, ne de hakikat inkarcısı olarak ölenlerin; Biz, işte böylelerine şiddetli bir azap hazırlamışızdır.

16 - Lafzen, "onlardan birine ölüm yaklaştığı anda ... deyinceye kadar".

19. SİZ EY imana ermiş olanlar! Hanımlarınıza, onların arzusu hilafına [baskı yaparak] mirasçı olma[ya çalışma]nız (17) helal değildir. Ve açık bir şekilde hayasızca davranma suçu işlemedikçe (18) vermiş olduğunuz herhangi bir şeyi geri almak amacıyla onlara baskı yapmayın. Ve hanımlarınızla (19) güzel bir şekilde geçinin; çünkü onlardan hoşlanmıyor olsanız bile, olabilir ki hoşlanmadığınız bir şeyi Allah büyük bir hayra vesile kılmış olabilir. (20)

17 - Zemahşerî tarafından yapılan yorumlardan birine göre bu, erkeğin, yukarıdaki 12. ayetin ilk cümlesinde belirtilen hükümler çerçevesinde malına mirasçı olmak ümidiyle sevmediği kadını zorla tutmasına -ve dolayısıyla, başka bir erkek ile evlenmekten onu alıkoymasına- işaret eder. Ancak bazı otoriteler, bunun anlamının, "kadınlara arzuları hilafına mirasçı olmak sizin için meşru değildir" şeklinde olduğu -ve böylece, İslam'dan önceki, ölmüş yakın akrabaların hanımlarına mirasçı olma âdetinin yasaklanmasını ifade ettiği- görüşündedirler. Ancak İslam'ın, hiçbir şart altında (sadece "onların arzuları hilafına" değil) kadınlara "mirasçı olma"ya izin vermediği gerçeği karşısında önceki yorum kesinlikle daha ikna edicidir.

18 - Yukarıdaki 15. ayetin öngördüğü gibi, bir kadının hayasızca davranışının dört şahidin doğrudan şahitliği ile isbatlanabildiği durumlarda, koca, onu boşadığında nikah akdi sırasında kendisine verdiği mehrin kısmen veya tamamen iade edilmesini isteme hakkına sahiptir. Eğer -İslam Hukuku'nda izin verildiği gibi- mehir, evlenme sırasında kadına fiilen tevdi edilmemiş ama koca açısından yasal bir yükümlülük halini almışsa, karısının sübût bulmuş gayriahlakî davranışı ile koca bu mecburiyetten kurtulmuş olur.

19 - Lafzen, "onlarla".

20 - Lafzen, "Allah, içinde bir hayır takdir etmiş olabilir".

20. Ama eğer bir kadını bırakıp yerine başka birini almak isterseniz, birincisine verdiğiniz hiçbir şeyi -ne kadar çok da olsa- geri almayın. (21) Ona iftira ederek ve bu yüzden açık bir günah işleyerek (22) verdiğinizi geri almak hiç olur mu?

21 - Lafzen, "Eğer bir kadın yerine başka bir kadın almak isterseniz ve onlardan birine bir hazine (kıntâr) vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şey almayın". Bir kadının yerine başka bir kadın alınması, Kur'an'ın, tek-eşli evliliğin daha tercihe şayan olduğu şeklindeki görüşüne açık bir işarettir.

22 - Yani, gerçek olmadığı halde, mehrini geri almak amacıyla onu gayriahlakî davranışta bulunmakla suçlayarak (bkz. yukarıdaki 18. not).

21. Kendinizi birbirinize adadıktan ve eşiniz (23) sizden sağlam bir taahhüt aldıktan sonra onu nasıl geri alabilirsiniz?

23 - Lafzen, "onlar"; bütün evli kadınlara yapılan bir atıf.

22. BABALARINIZIN daha önce evlenmiş olduğu kadınlarla evlenmeyin, ama geçmişte olanlar geçmişte kalmıştır. (24) Bu, kesinlikle utanç verici bir fiildir, çirkin bir şeydir ve kötü bir yoldur.

24 - Lafzen, "daha önce geçmiş olanlar dışında"; yani, bu Kur'an buyruğunun ilanından önce yahut (daha sonra İslam'a girenlerin durumunda olduğu gibi) İslam'ı kabul etmeden önce bu fiili işleyenler affedilecektir.

23. Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız ve teyzeleriniz; kız ve erkek kardeşlerinizin kızları; ve süt anneleriniz ile süt kardeşleriniz; eşlerinizin anneleri; ve kendileriyle gerdeğe girmiş olduğunuz eşlerinizden doğmuş olan üvey kızlarınız -ki onlar sizin evlatlıklarınızdır- size haram kılınmıştır; fakat gerdeğe girmemişseniz [kızlarıyla evlenmenizde] bir günah yoktur; ve kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri de [size haramdır]; aynı anda ve birlikte iki kız kardeşi [eş olarak] almanız da [yasaklanmıştır]; ama geçmişte olanlar geçmiştir. (25) Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

25 - Bkz. önceki not.

24. Meşru şekilde [nikah yoluyla] sahip olduklarınız dışında bütün evli kadınlar [size haramdır]. (26) Bu, üzerinize farz olan Allah'ın buyruğudur. Bunların dışında kalan bütün [kadınlar], kendilerine mal varlığınızdan [bir kısmını] vermeniz (27) ve gayrimeşru bir ilişki ile değil de evlilik bağı yoluyla meşru bir şekilde almak kaydıyla size helaldir.Kendileriyle evlenmek istediğiniz kadınlara hak ettikleri mehirlerini verin; ama bu meşru yükümlülük [üzerinde anlaştık]tan sonra [başka] bir şey üzerinde serbestçe anlaşmanızda sizin için bir sakınca yoktur. (28) Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

26 - Muhsane terimi, lafzen, "(iffetsizliğe karşı) güçlü kılınmış kadın"ı ifade eder ve üç anlam taşır: (1) "evli bir kadın", (2) "iffetli bir kadın" ve (3) "hür bir kadın". Hemen hemen bütün otoritelere göre, el-muhsanât terimi, yukarıdaki bağlamda "evli kadınlar"ı ifade eder. Mâ meleket eymânukum ("sağ ellerinizin sahip oldukları"; yani, "meşru şekilde sahip olduklarınız") ibaresi ise, çoğunlukla, Allah yolunda yapılan savaşlarda esir alınan kadınlar olarak anlaşılır (bkz. bu bağlamda 8:67 ve ilgili not). Bu anlamı tercih eden müfessirler, kendi ülkelerinde evli olsalar da, bu köle kadınlar ile evlenilebileceği kanaatindedirler. Ancak bu tür bir evliliğin meşruiyyeti konusunda Hz. Peygamber'in Ashâbı arasında bile meydana gelen temel görüş farklılıklarının ötesinde, bazı önde gelen müfessirler, mâ meleket eymânukum ibaresinin burada "nikah yoluyla meşru şekilde sahip olduğunuz kadınlar" anlamına geldiği görüşündedirler. Mesela Râzî, bu ayet ile ilgili yorumunda ve Taberî alternatif açıklamalarından birinde (Abdullah b. ‘Abbâs, Mücâhid ve diğer bazı isimlere kadar uzanarak) bu görüşü paylaşır. Râzî, özellikle, "bütün evli kadınlar"a (el-muhsanât mine'n-nisâ') yapılan atfın yasaklanmış ilişkilerin sayılmasından hemen sonra gelmesinin kişinin kendi meşru eşinden başka herhangi bir kadınla cinsel ilişkiye girmesinin yasaklandığını vurgulamayı amaçladığına işaret eder.

27 - Lafzen, "mallarınızla istemeniz"; yani, Hukuk'un öngördüğü gibi, onlara uygun bir mehir teklif etmeniz.

28 - Karş. bu surenin 4. ayeti ve ilgili dipnot.

25. Aranızdan her kim, içinde bulunduğu şartlardan dolayı hür bir mümin kadın ile evlenecek durumda değilse, (29) onu, meşru şekilde sahip olduğunuz (30) mümin genç kızlardan biri [ile evlendirin]. Allah, imanınız ile ilgili her şeyi bilir; her biriniz diğerinizin bir benzeridir. (31) O halde fuhuşta bulunmayan, dost tutmayan (32) ve meşru evlilik bağını gözeten kadınlarla sahiplerinin iznini alarak evlenin ve mehirlerini uygun şekilde kendilerine verin. Onlar evlendikten sonra gayriahlakî bir davranışta bulunurlarsa, hür evli kadınların tâbi oldukları cezanın yarısıyla cezalandırılırlar. (33) Bu [cariyeler ile evlenme izni], günah işlemekten korkanlarınız (34) içindir. Fakat sabırla direnmeniz [ve bu tür evliliklerden kaçınmanız] sizin için daha hayırlıdır. Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.

29 - Lem yesteti‘ tavlen ibaresi, çoğunlukla, malî açıdan "güç yetirecek durumda değilse" şeklinde anlaşılır; ama Muhammed Abduh, oldukça ikna edici bir yorumla bunun, ister malî isterse kişisel veya sosyal nitelikte olsun, bütün engelleyici şartları kapsadığını ifade eder (Menâr V, 19).

30 - Mâ meleket eymânukum (lafzen, "sağ ellerinizin sahip olduğu") ibaresi, bu bağlamda, bir cihad sırasında esir alınan ama daha sonra İslam'ı kabul eden kadınları göstermektedir. Yukarıdaki ibarede "siz" zamiri, bir bütün olarak topluma işaret eder.

31 - Yani, bütün insanlar zahirî bakımdan, "sosyal statü"leri ne olursa olsun, tek ve aynı insanlık ailesinin mensupları olduğundan ve bu nedenle Allah katında eşit olduklarından (karş. 3:195), bir kimsenin başka bir kimseye üstünlüğü veya ondan aşağı olması, sadece inancının güçlü veya zayıf olmasına bağlıdır.

32 - Lafzen, "kendilerine gizli dostlar edinmeyen". Bu pasaj, köle kadınlarla cinsel ilişkilere yalnızca evlilik esasları dahilinde izin verildiğini ve bu konuda onlarla hür kadınlar arasında bir farklılık olmadığını ve sonuç olarak cariyeliğin sözkonusu olamayacağını tereddütsüz bir şekilde ortaya koymaktadır.

33 - Bir kölenin daha zayıf olan sosyal statüsü, onu, yoldan çıkmaya hür bir evli kadından daha müsait hale getirir.

34 - Yani, "şu veya bu sebeple hür kadınlarla evlenemeyecek durumda olan ve aynı zamanda bekarlıktan kaynaklanan baştan çıkarıcı dürtülerin etkisinde bulunanlar". Bir sonraki cümlede açıklığa kavuşturulduğu gibi, Kur'an, kölelik kurumunu ayakta tutan büyük bir cazibe unsurunu ortadan kaldırmak ve böylece köleliğin ilgasını kolaylaştırmak için bu tür evlilikleri teşvik etmekten kaçınır.

26. Allah [bütün bunları] size açıklamak, öncekilerin [doğru] hayat tarzlarına sizi yöneltmek (35) ve size bağışlayıcılığı ile yaklaşmak ister; zira Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

35 - İnsanın fiziksel tabiatı ile ruhsal talepleri arasında bir uyum meydana getirmeyi amaçlamış olan geçmişin sahih dinî öğretilerine bir işaret. Ahlaksızlığa karşı muhtemel tek çözüm yolu olarak ne zaman riyazete başvurulmuşsa bu uyum tahrib edilmiştir (bkz. ayrıca sure 2, not 118). Bu işaret, evlilik ilişkilerini konu alan önceki pasajlardaki cinsel ahlak tartışmasından kaynaklanır.

27. Allah size bağışlayıcılığı ile yaklaşırken [yalnızca] kendi ihtiraslarının ardından gidenler ise doğru yoldan sapmanızı isterler. (36)

36 - Lafzen, "hadsiz-hesapsız bir sapma ile sapmanızı isterler".

28. Allah yüklerinizi hafifletmek (37) ister; zira insan zayıf yaratılmıştır.

37 - Yani, insanın ruhu ile bedenî istekleri arasındaki bütün çatışma ihtimallerini kendi (ilahî) rehberlik araçlarıyla ortadan kaldırmak ve ona, insan tabiatının bu iki unsurunun uyumlu bir hale getirilebileceği ve tam bir olgunluğa ulaştırılabileceği bir hayat tarzını göstermek.

29. SİZEY imana ermiş olanlar! Birbirinizin mallarını haksız yollarla -karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla da olsa- (38) heba etmeyin ve birbirinizi mahvetmeyin; zira Allah, sizin için bir rahmet kaynağıdır.

38 - Yukarıdaki cümleciğin başındaki illâ edatına alışılmış karşılığı olan "hariç" veya "olmadıkça" anlamları verildiği takdirde ibareyi şu şekilde çevirmek gerekecektir: "Karşılıklı anlaşmaya dayanan ticar(î bir faaliy)et olmadıkça". Ancak bu formül birçok müfessiri şaşırtmıştır. Çünkü lafzî anlamıyla alındığında yukarıdaki ibare, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaretten doğan haksız kazançların, "birbirinizin mallarını haksız yollarla heba etmeyin" şeklindeki genel yasaklamanın dışında tutulduğu intibaını vermektedir. Bu, Kur'an'ın öngördüğü ahlakî çerçeve ışığında kabulü mümkün olmayan bir varsayımdır. Müfessirlerin çoğunluğu, bu güçlüğü aşabilmek için, illâ edatının bu bağlamda "ama" anlamına geldiği ve dolayısıyla yukarıdaki cümleciğin şu şekilde anlaşılması gerektiği görüşünü ifade etmişlerdir: "Ama karşılıklı anlaşmaya dayalı yasal ticaret yoluyla birbirinizin mallarından yararlanmanız sizin için meşrudur". Ne var ki bu yorum, hayli zorlama ve sunî olması dışında, "yasal ticaret"in burada neden başka birinden ekonomik menfaat sağlamanın tek meşru aracı olarak sayıldığını açıklayamamaktadır. Nitekim Râzî'nin bu ayet ile ilgili yorumunda haklı olarak belirttiği gibi, "hediye, vasiyet, kanunî miras, sadaka, mehir veya uğranılan zararlardan dolayı alınan tazminat gibi araçlar yoluyla ekonomik kazanç sağlamak daha az meşru değildir; öyleyse ticaret dışında, [meşru] servet edinmenin pek çok yolu vardır". O halde neden burada yalnızca ticaret vurgulanmıştır -üstelik, özel olarak ticarî konularla ilgili olmayan bir bağlamda? Bana göre, bu bilmecenin gerçekten tatminkar bir cevabı ancak illâ edatının dilbilimsel bir analizi yoluyla elde edilebilir. Bu edat, alışılmış "hariç" veya "olmadıkça" anlamları dışında bazan -Kâmûs ve Muğnî'de de işaret edildiği gibi- sadece "ve" bağlacı anlamına da gelmektedir; aynı şekilde, eğer önüne negatif bir cümlecik gelirse, "ne" veya "ve ne de" (ve-lâ) ile eşanlamlı olur. Mesela 27:10-11'de olduğu gibi, "Benim katımda elçiler için korku yok, ... kimse için de (illâ)". Şimdi illâ'nın bu özel kullanımını konumuz olan pasaja uygularsak şu karşılığı elde ederiz: "Ne de karşılıklı anlaşmaya dayanan ticaret yoluyla [onu yapamazsın]", veya sadece "hatta karşılıklı anlaşmaya dayanan ticaret yoluyla da olsa", ki bu karşılıkta anlam daha bir belirginlik kazanmış olur. Müminler, başka bir kimsenin mal varlığını haksız şekilde tüketmekten alıkonulmuşlardır, bu başka kişi -zayıf taraf olarak- şartların baskısıyla böyle bir haksızlığa veya sömürülmeye razı olsa bile. Ayrıca, benim tercih ettiğim karşılık, müminlere başkasının mal varlığına imrenmemeyi tavsiye eden 32. ayetle de mantıkî bir bağlantı içindedir.

30. Bunu düşmanca bir niyetle ve zulüm için (39) yapana gelince, Biz onu zamanı geldiğinde ateşin [azabın]a mahkum edeceğiz; zira bu Allah için kolay bir şeydir.

39 - Lafzen, "(kasıtlı) düşmanlık ve zulüm yoluyla" (‘udvânen ve zulmen).

31. Uzak durmanız emredilen büyük günahlardan kaçınırsanız, [küçük] kusurlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir meskene yerleştiririz. (40)

40 - Yani, cennete. Ancak bazı müfessirlere göre, mudhal ifadesi, mekanı değil, o mekana "giriş" şeklini göstermektedir (Râzî). Bu durumda yukarıdaki ibare şu şekli alır: "Sizi [ahiret hayatına] şerefli bir halde sokarız".

32. O halde Allah'ın kimilerinize diğerlerinden daha fazla bağışladığı nimetlere imrenmeyin. Erkekler kendi kazançlarından bir fayda sağlarlar, kadınlar da kendi kazançlarından... Bu nedenle lütfu[ndan size bahşetmesini] Allah'tan dileyin; şüphesiz Allah, her şeyin tam bilgisine maliktir.
33. Herkes için [bir şeyler] bırakabileceği mirasçılar tayin etmişizdir: anne-babalar, yakın akrabalar ve kendileriyle ahitleştiğiniz kimseler; (41) öyleyse onlara paylarını verin, zira Allah her şeye şahittir.

41 - Yani, kadınlar ve kocalar (Ebû Müslim'den naklen Râzî).

34. ERKEKLER, kadınları, Allah'ın kendilerine onlardan daha fazla bağışladığı (42) nimetler ve sahip oldukları servetten yapabilecekleri harcamalarla koruyup gözetirler. Dürüst ve erdemli kadınlar, gerçekten Allah'ın koru[nmasını buyur]duğu mahremiyeti koruyan (43) sadık ve itaatkar kadınlardır. Kötü niyetlerinden (44) korktuğunuz kadınlara gelince, onlara [önce] nasihat edin; sonra yatakta yalnız bırakın; sonra dövün; (45) ve bundan sonra itaat ederlerse onları incitmekten kaçının. Allah gerçekten yücedir, büyüktür.

42 - Lafzen, "onlardan bazısına diğerlerinden daha fazla ..." -Kavvâm ifadesi, kâim'in ("bir şeyden sorumlu kişi" veya bir şeyi veya kişiyi "koruyup gözeten") mübalağa halidir. Böylece, kâme ‘ale'l-mer'e ibaresi, "kadının geçimini üstlendi" veya "onun geçimini sağladı" anlamlarına gelir (bkz. Lane VIII, 2995). Kavvâm gramatik kalıbı kâim'den daha kapsayıcıdır ve maddî bakım ve koruma kavramları ile ahlakî sorumluluk kavramının bileşimini ihtiva eder. Bu son zikredilen faktörden dolayı bu ibareyi "erkekler kadınları koruyup gözetirler" şeklinde çevirdim.

43 - Lafzen, "kavranamayanı (ğayb) koruyanlardır, çünkü Allah korumuştur [ve korunmasını istemiştir]".

44 - Nüşûz terimi (lafzen, "isyan"; burada "kötü niyet" olarak çevrildi), günümüzde "ruhsal baskı" olarak tanımlanan durumu da içine alan, kadının kocasına veya kocanın karısına karşı her türlü bilinçli kötü davranışını ifade eder. Bu terim, koca ile ilgili olarak da kocanın karısına fiziksel anlamda "kötü muamele"sini gösterir (karş. bu surenin 128. ayeti). Bu bağlamda kadının "kötü niyet"i, evlilik sorumluluğunu kasıtlı ve sürekli olarak ihmal etmesine delalet eder.

45 - Birçok sahih rivayetten de açıkça anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber'in kendisi, erkeğin karısını dövmesini şiddetle kınamış ve çeşitli vesilelerle, "İçinizden biri, köle döver gibi karısını dövüp sonra da gece onunla yatabilir mi?" buyurmuştur (Buhârî ve Müslim). Başka bir Hadiste ise, "Allah'ın hizmetkarlarını hiçbir zaman dövmeyiniz" sözleriyle kadını dövmeyi yasaklamıştır (‘Iyaz b. Abdullah'dan rivayetle Ebû Dâvûd, Neseî, İbni Mâce, Ahmed b. Hanbel, İbni Hibbân ve Hâkim; Abdullah b. ‘Abbas'dan rivayetle İbni Hibbân ve Ümmü Gülsüm'den rivayetle Beyhakî). İsyankar bir kadını dövme izni veren yukarıdaki Kur'an ayeti vahyedildiğinde Hz. Peygamber'in, "Ben bir şey istedim. Ama Allah başka bir şey irade etti. Allah'ın irade ettiği şey, en hayırlısıdır" dediği rivayet edilmiştir (bkz. Menâr V, 74). Bütün bunlarla birlikte, vefatından kısa süre önce Veda Haccı münasebetiyle yaptığı konuşmada, kadının sadece "gayriahlakî davranışta bulunmaktan açık şekilde suçlu bulunması" halinde dövülebileceğini ve bunun da, "acı vermeyecek şekilde yapılması" (ğayr-i müberrih) gerektiğini bildirmiştir. Bu mealdeki Hadislere Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Neseî ve İbni Mâce'de rastlanmaktadır. Bu Hadisler ışığında bütün otoriteler, eğer her şeye rağmen dayağa başvurulursa, bunun hafif veya sembolik nitelikte olması, "bir misvakla veya benzeri bir şey" ile (ilk dönem alimlerinin görüşlerine dayanarak Taberî) veya hatta "katlanmış bir mendil" ile yapılması (Râzî) gerektiğini vurgulamışlardır; ve bazı büyük İslam bilginleri (mesela Şâfiî) dayağa istisnaî olarak izin verilmiş olduğu ve tercihen bundan sakınılması gerektiği görüşündedirler. Nitekim bu görüşü Hz. Peygamber'in konuya ilişkin şahsî hassasiyetiyle de desteklemişlerdir.

35. Şayet [evli] bir çift arasında anlaşmazlık doğmasından korkarsanız, erkeğin ve kadının ailelerinden birer hakem tayin edin; eğer iki taraf da işi düzeltmek isterse, Allah onları uzlaştırır. Bilin ki Allah, gerçekten her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.
36. [YALNIZCA] Allah'a kulluk edin ve O'ndan başka hiçbir şeye asla ilahlık yakıştırmayın. (46) Anne-babanıza ve yakın akrabanıza, yetimlere ve muhtaçlara, kendi çevrenizden olan komşulara ve yabancı komşulara, (47) yanınızdaki-yakınınızdaki arkadaşa, yolcuya ve meşru yollarla malik olduklarınıza iyilik yapın. (48) Doğrusu Allah böbürlenerek küstahça davrananları sevmez;

46 - Şey'en (burada "asla" olarak çevrilmiştir) ifadesi, şirk'in ("Allah'tan başka bir şeye ilahlık yakıştırma") başka "tanrılar"a kulluk etmekle sınırlı olmadığını, ama aynı zamanda tanrı olarak görülmeyen kişi veya nesnelere ilahî veya yarı-ilahî güçler izafe etmeyi de kapsadığını göstermektedir; başka bir deyişle o, azîzlere vb. tapınmayı da kapsamaktadır.

47 - Yani, "onlar ister sizin cemaatinize, isterse başka cemaatlere ait olsunlar". "Kendi çevrenizden" (zi'l-kurbâ) ifadesinin kişinin gerçek akrabalarına değil de mensup olduğu cemaate işaret etmesi, "yakın akrabalar"ın aynı cümlenin başlarında zaten zikredilmiş olmasından açıkça anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber, bir müminin, inançları ne olursa olsun komşularına karşı sahip olduğu ahlakî sorumluluğu sıkça vurgulamıştır; ve onun bu konudaki tavrı şu sözlerinde özetlenmiştir: "Her kim Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorsa komşularına iyilik yapsın." (Buhârî, Müslim ve diğer hadis kitapları).

48 - Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes‘ûd ve diğer sahâbîlere göre, "yanınızdaki-yakınınızdaki arkadaş" (es-sâhib bi'l-cenb), kişinin karısı veya kocasıdır (Taberî). "Meşru yollarla maliki olduklarınız" (lafzen, "sağ elinizin sahip oldukları") ile, bu bağlamda, her iki cinsten köleler kasdedilmektedir. Bu ayet, "iyilik yapma"nın, kişinin münasebette olduğu bütün insanlara yönelik olmasını emrettiğinden ve bir köleye yapılabilecek en güzel iyilik onu özgürlüğüne kavuşturmak olduğundan, yukarıdaki ayet, dolaylı olarak kölelerin serbest bırakılması için bir çağrıdır (Menâr V, 94). Ayrıca bkz. bir insanı kölelik bağlarından kurtarmanın zekât fonlarının tahsis edildiği hedeflerden biri olarak zikredildiği sure 2, not 146 ve 9:60.

37. [ve] cimrilik yapan, başkalarına da cimriliği tavsiye eden ve Allah'ın kendilerine bağışladığı nimetleri gizleyenleri de... Böylece hakikati inkar eden herkes için utanç verici bir azap hazırladık.
38. Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmadıkları halde mallarından başkalarına [sırf] insanlar görüp takdir etsinler diye harcayanlar[ı Allah sevmez]; yakın dostu şeytan olan kişi, ne kötü dost sahibidir! (49)

49 - Bu, Şeytan'dan "sizi fakirlik ihtimali ile korkutuyor ve size cimrice davranmanızı telkin ediyor" şeklinde söz edilen 2:268'e bir atıf olup şu anlama gelir: Ona tâbi olanlar, "Şeytan'ı yakın dost (karîn) edinmiş olurlar". Bu terimin hangi kökten türetildiği konusunda bkz. 41:25 ile ilgili not 24.

39. Onlar sadece Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorlarsa ve Allah'ın kendilerine rızık olarak bağışladığını [O'nun yolunda] harcıyorlarsa neden korksunlar ki? (50) Allah onlar hakkındaki her şeyi bilir.

50 - Lafzen, "Onlara ne olurdu?" Öyle görünüyor ki bu ibare, Allah'a inanıp erdemli ve dürüst şekilde yaşayan kimselerin "korkuya kapılmayacaklar"ı (lâ havfe ‘aleyhim: lafzen, "onlar için hiçbir korkuya yer yoktur") şeklindeki çok sık tekrarlanan Kur'an ibaresine bir atıftır.

40. Şüphesiz Allah, kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz; eğer hayırlı bir iş varsa onu kat kat arttırır ve rahmetinden (51) büyük bir ödül bahşeder.

51 - Lafzen, "Kendisinden". Yani, iyilik yapanı hak ettiğinden fazla ödüllendirir.

41. Öyleyse [Hesap Günü], her topluluk içinden şahitler (52) getireceğimiz ve seni [ey Peygamber] onlar aleyhine şahit tutacağımız zaman, ne olacak [o günahkarların hali]?

52 - Yani, her toplum veya medeniyete feyiz kaynağı olmuş geçmiş peygamberleri.

42. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ve Peygamber'e itaatsizlik yapanlar o Gün toprağın kendilerini yutmasını (53) isteyecekler; ama onlar, olup-biten hiçbir şeyi Allah'tan gizle[ye]meyeceklerdir.
43. SİZ EY imana ermiş olanlar! Sarhoş iken namaz kılmaya kalkışmayın, (54) ne dediğinizi bilinceye kadar (bekleyin); ve boy abdestini gerektiren bir durumda [iken de] (55) yıkanıncaya kadar -seyahatte olmanız [ve yıkanma imkanından yoksun bulunmanız] hali dışında- [namaza kalkışmayın]. Ama eğer hasta iseniz veya seyahatteyseniz yahut tabii ihtiyacınızı yeni gidermişseniz (56) veya bir kadın ile birlikte olmuşsanız ve hiç su bulamıyorsanız, o zaman temiz toprağı alın, [onunla] yüzünüzü ve ellerinizi hafifçe ovun. (57) Bilin ki Allah, gerçekten günahları temizleyendir, çok affedicidir.

53 - Lafzen, "yerle bir olmayı". "Peygamber" terimi, burada muhtemelen genel anlamda kullanılmış olup Allah'ın mesajını herhangi bir zamanda tebliğ etmiş olan bütün peygamberlere delalet etmektedir.

54 - Burada namaza işaret edilmesi, öteki ayetlerde, insanın bu dünya hayatı boyunca yaptıklarından Allah'a hesap vermek zorunda olacağı Hesap Günü'nün hatırlatılmasından dolayıdır. Çünkü insan, dünya hayatı boyunca namaz esnasında ruhsal olarak Allah ile karşı karşıya gelir ve Yaratıcısı'na karşı sorumluluğunu kendi kendisine hatırlatır. "Sarhoşluk halinde iken" namaz kılmaya kalkışmanın yasaklanması konusunda bazı müfessirler, bu buyruğun alkolün kesin yasaklanmasının ilk safhasını oluşturduğunu ve dolayısıyla, bütün alkollü içeceklerden kesin olarak uzak durulması kuralının (5:90) vaz‘edilmesiyle bu ayetin "neshedilmiş" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak "nesh" doktrininin tamamiyle temelsiz olduğu gerçeği (bkz. sure 2, not 87) dışında, yukarıdaki ayeti, kesin yasaklamanın ilanından sonra geçersiz hale gelmiş olan bir "ilk adım" olarak görmenin hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Kur'an'ın alkol kullanımını sadece namaz sırasında değil, bütün zamanlarda yasakladığı elbette doğrudur; ancak "insan zayıf yaratılmış" olduğundan (4:28), doğru yoldan sapması her zaman ihtimal dahilindedir ve işte onu, sarhoş edicileri kullanma günahına ilaveten sarhoş iken namaza durma günahını işlemekten alıkoymak amacıyla yukarıdaki ayet indirilmiştir. Ayrıca, "sarhoş iken" (sukârâ) ifadesi, sadece alkol türü sarhoş edicileri kapsamaz; çünkü sukr terimi, geniş anlamıyla, insanı zihinsel melekelerini tam olarak kullanmaktan alıkoyan herhangi bir zihinsel uyuşukluk durumunu ifade eder. Yani, bu, aynı zamanda, uyuşturucu kullanma veya sersemleme yahut şehvet yoluyla aklın geçici olarak dumanlanması ve mecazî olarak "uyku sersemliği" şeklinde tanımlanan durumlar için de geçerlidir; kısaca, normal muhakemenin şaştığı veya ortadan kalktığı her türlü durum. Kur'an, bilinçli olmayı her ibadetin vazgeçilmez unsuru olarak sürekli vurguladığından, insan, namaza ancak zihinsel melekelerine tam hakim olduğu ve "ne dediğinin farkında bulunduğu" zaman durabilir.

55 - Yani, cinsel münasebetten sonra. Cunub terimi ("boy abdestini gerektiren durum" olarak çevirdim), cenebe, "[bir şeyi] uzaklaştırdı", fiilinden türetilmiştir ve kişinin cinsel arzuya kapılmasından dolayı namazdan "uzaklığını" ifade eder.

56 - Lafzen, "eğer sizden biri ihtiyacını gidermekten gelirse".

57 - Teyemmüm adı verilen bu sembolik abdest, kişinin ellerinin ayasıyla toprağa veya tozla kaplı herhangi bir şeye dokunup sonra da yüzüne ve ellerine hafifçe sürmesi şeklindeki fiilden meydana gelir. Suya ulaşmanın mümkün olmadığı -veya hastalık sebebiyle suyun kullanılamadığı- durumlarda teyemmüm, hem cinsel münasebetten sonraki boy abdestinin (gusul) ve hem de namazlardan önceki kısmî abdestin (vudû') yerine geçer.

44. KENDİLERİNE ilahî kelâmdan bir pay verilmiş olanların (58) şimdi onu sapıklık ile değiştirdiklerini ve sizin [de] yoldan çıkmanızı istediklerini görmüyor musun?

58 - Burada kasdedilen insanlar, Kitâb-ı Mukaddes'in takipçileridir. Böylece Kur'an, önceki ayette namaz konusuna değindikten sonra ana temasına yeniden döner: insanın eylemlerinden ve özellikle Allah'ın vahiyleri aracılığıyla kendisine sunduğu rehberliğe yaklaşım tarzından doğan bireysel sorumluluğu temasına.

45. Fakat Allah, düşmanlarınızın kimler olduğunu çok iyi bilir. Hiç kimse Allah gibi dost olamaz ve hiç kimse Allah'ın yardım ettiği gibi yardım edemez.
46. Yahudi itikadına mensup olanların bir kısmı, [vahyedilmiş] sözlerin anlamını çarpıtırlar; sözleri asıl bağlamından kopararak, [şimdi yaptıkları gibi] "İşittik ama karşı çıkıyoruz!" ve "Dinleyin ama kulak asmayın!" (59) ve "Asıl sen biz[im sözümüz]e kulak ver [ey Muhammed]!" derler; böylece dilleriyle oyun oynarlar ve [sahih] itikadın yanlış olduğunu îma etmeye çalışırlar. (60) [Halbuki] onlar, sadece "İşittik ve itaat ediyoruz!" ve "[Bizi] dinle, bize katlan!" deselerdi, bu onların gerçekten yararına ve daha dürüstçe bir davranış olurdu: ama hakikati reddettikleri için Allah onları lânetledi; zira onların inandıkları, basit birkaç şeyden ibarettir. (61)

59 - Karş. 2:93. Yahudilerin kendi adamlarına yönelttikleri "kulak vermeden dinleyin" şeklindeki hitabın tarzı, onların hem kendi kutsal metinlerine hem de Kur'an'ın mesajına karşı tavırlarını göstermektedir.

60 - Lafzen, "Dine karşı bir saldırıda (ta‘n) bulunarak"; yani, ona temel bir eksiklik izafe ederek. "Sen bize kulak ver" sözü ile, Peygamber Muhammed (s)'in tebliğ ettiği öğretiden alacakları bir ders bulunmadığı, hatta aksine, onun dinî konularda kendilerinin görüşlerine başvurması gerektiği şeklindeki kanaatlerinin aktarılması amaçlanmıştır. Bu bağlamda bkz. onların 2:88'deki "Kalplerimiz zaten bilgi ile doludur" şeklindeki iddiaları.

61 - Bkz. sure 2, not 74.

47. Siz ey [geçmişte] kendilerine vahiy bahşedilmiş olanlar! [Şimdi,] sahip olduğunuz [hakikati] tasdik edici olarak indirdiğimiz vahye inanın ki ümitlerinizi boşa çıkarmayalım ve onları sona erdirmeyelim, (62) tıpkı Sebt'i ihlal eden o toplumu lânetlediğimiz gibi; zira Allah'ın irade ettiği şey mutlaka icra edilir. (63)

62 - Lafzen, "yüzleri gidermeyelim/silmeyelim diye" -yani, kişinin beklentiyle yöneldiği veya karşılaştığı yüzleri (Abduh, Menâr V, 144 vd.)- "ve onları sonlarına yeniden döndürmeyelim diye". Ayrıca kaydetmeliyiz ki dubur terimi (ki çoğulu edbâr'dır) -mütercimlerin çoğunun varsaydığı gibi- her zaman bir şeyin "arkası"nı göstermez, ama çoğu zaman o şeyin "son parça"sı veya "son"u için kullanılır (karş. Lane III, 846).

63 - Bu, 2:65'de işaret edilen ve 7:163-166'da detaylı olarak açıklanan Sebt ihlalcilerinin (lafzen, "Sebt halkı") kıssasına bir atıftır.

48. ŞÜPHESİZ Allah, dilediği kimselerin daha hafif günahlarını (64) bağışladığı halde, Kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz: zira Allah'a ortak koşanlar, gerçekten korkunç bir günah işlemiş olurlar. (65)

64 - Lafzen, "ondan daha aşağıdaki şeyleri".

65 - Kur'an'da Allah'ın aşkın birliğinin ve benzersizliğinin sürekli vurgulanması, insanın öteki etkilere ve güçlere bağımlılık duygusundan kurtarılmasını ve böylece onun ruhen yüceltilmesini ve bir sonraki ayette işaret edilen "arınma"ya imkan verilmesini amaçlar. Bu amaç şirk ("Allah'tan başkasına ilahî vasıflar izafe etme") günahı ile etkisiz kılındığından Kur'an, onda inat edildiği sürece, yani, günahkar tevbe edinceye kadar ve etmediği sürece onu "bağışlanmaz (bir günah)" olarak tanımlar (karş. bu surenin 17 ve 18. ayetleri).

49. Kendilerini tertemiz sayanların (66) farkında değil misin? Hayır, aksine Allah dilediğini temize çıkarır ve kimseye kıl kadar haksızlık yapılmaz . (67)

66 - Yani, kendilerini "Allah'ın seçkin halkı" olarak gören ve bu nedenle peşinen (a priori) Allah'ın rahmetini hak etmiş sayan Yahudilerin ve Hz. İsa'nın kendisini insanoğlunun günahlarından dolayı "onlar adına feda ettiği"ne inanan Hristiyanların. Burada, aynı zamanda bu tesbit ile bundan önceki ayette şirke yapılan atıf arasında bariz bir ilişki vardır. Çünkü Yahudiler ve Hristiyanlar, aslında Allah'tan başka hiçbir gücün varlığına inanmazlarken belli bazı insanlara çeşitli derecelerde ilahî veya yarı-ilahî vasıflar izafe ederler: Hristiyanlar, Hz. İsa'yı Allah'ın insan şeklindeki bir tezahürü konumuna yücelterek ve bir azîzler hiyerarşisine açıktan açığa tapınarak; Yahudiler ise, yaptıkları hukukî (fıkhî) yorumların kutsal metinlerin buyruklarından daha üstün olduğuna inandıkları büyük Talmud bilginlerine kanun-koyma gücü izafe etmek suretiyle (karş. bu konuda 9:31). Elbette bu kınama, aynı zamanda, kutsal addedilen şahsiyetlere tapınma günahını işleyen ve yalnızca Allah'a gösterilmesi gereken saygı ve bağlılığı onlara gösteren Müslümanlar için de geçerlidir. Sonuç olarak, "kendilerini temiz sayanlar" ibaresi, bu bağlamda, kendilerini tek Allah'a inanıyor sayan (çünkü, birden çok tanrıya bilinçli olarak tapınmayan), ama yine de terimin en derunî anlamıyla şirk günahına saplanmış bulunan herkesi kapsar.

67 - Lisan otoritelerinin çoğuna göre (mesela Kâmûs) fetîl "bir kimsenin parmakları arasında büktüğü zayıf iplik"tir ki aynı zamanda, -ama bazan- hurma çekirdeğinin yarık tarafına sarılan herhangi bir ince lif için de kullanılır (karş. Lane VI, 2334). Deyimsel manasıyla en iyi karşılığı, "bir saç teli kalınlığı" olabilir. Yukarıdaki pasaj, ilk olarak, ruhsal temizliğin herhangi belli bir topluluğun veya grubun imtiyazında olmadığına, ikinci olarak, bir kimsenin ancak Allah'ın rahmetiyle temiz olabileceğine veya kalabileceğine işaret eder; zira "insan zayıf yaratılmıştır" (yukarıdaki 28. ayet). Aynı zamanda bkz. 53:32'nin ikinci paragrafı ile ilgili not 27.

50. Bakın, kendi uydurduklarını nasıl da Allah'a isnad ediyorlar? Bundan daha açık bir günah olamaz. (68)

68 - Lafzen, "ve bariz bir günah olarak bu yeter". Bu paragraf, keyfî mahiyetteki çeşitli akidevî beyanlara işaret eder. Mesela, Yahudilerin, kendilerini "seçilmiş bir toplum" saymaları ve bu nedenle Allah'ın lânetinden korunmuş bulunduklarına inanmaları veya Hristiyanların "vekaleten kefaret" doktrinini benimsemeleri ve Allah'ı, Hz. İsa'nın bir diğer "uknum"unu oluşturduğu bir "teslîs" şeklinde tanımlamaları vb.

51. Kendilerine ilahî kelâmdan bir pay verildiği halde [şimdi] asılsız muammalara ve şeytanî güçlere inananların (69) ve hakikati inkara şartlanmış olanların, müminlerden daha doğru yolda olduklarını iddia edenleri görmüyor musun?

69 - Cibt kelimesi -ki "asılsız muammalar" olarak çevirdim- muhtemelen, Lisânu'l-‘Arab'ın işaret ettiği gibi, Arapça kökenli olmayan bir kelimedir. Bazı otoritelere göre bu kelime, "kendi başına hiçbir değeri olmayan şey" veya "hiçbir faydası olmayan şey" anlamına gelir (Kâmûs, Beydâvî); diğer bazılarına göre de "sihir"i ifade eder (Taberî tarafından nakledildiğine göre Ömer b. Hattâb, Mücâhid ve Şâbî; ayrıca Kâmûs). Bir kısmı da onu, "Allah'ın yerine tapınılan herhangi bir şey" (Zemahşerî) olarak çevirirler ve sonuç olarak onun, putlara ve puta-tapınmaya (Kâmûs, Lisân'ul-‘Arab) ve -Ebû Dâvûd tarafından nakledilen bir Hadise göre- hurafeye bulaşmış her türlü kutsamaya ve falcılığa delalet ettiğini düşünürler. Bütün bu yorumları dikkate alınca cibt, "şaşkınlık verici, kafa karıştırıcı fikirler (dicl), fantazî kuruntular (evhâm) ve asılsız hikayeler (hurâfât) bileşimi" olarak (Menâr V, 157) -başka bir deyişle, hiçbir gerçeğe dayanmayan anlamsız gizler olarak- tanımlanabilir. "Şeytanî güçler" (tâğût) ibaresi ise, burada, tümü Kur'an tarafından lânetlenmiş olan asılsız ve anlamsız inançlara ve uygulamalara -müneccimlik, kehanet, "iyilik" ve "kötülük" habercilerine güvenmek gibi- işaret ediyor olabilir. Bkz. ayrıca sure 2, not 250.

52. Allah'ın lânetledikleri işte bunlardır: ve Allah'ın lânetine uğrayan kişi de kendisine yardım edecek kimse bulamaz.
53. Yoksa onlar [Allah'ın] hükümranlığına ortak mıdırlar? (70) Ama [eğer öyle olsaydı], onlar başkasına bir hurma çekirdeği[ni dolduracak] kadar bile bir şey vermezlerdi!

70 - Kendilerini Allah katında imtiyazlı konumda gören Yahudilere bir îma.

54. Yoksa onlar, Allah'ın zenginlik ve cömertliğinden başkalarına bahşettiği nimetler dolayısıyla onları kıskanıyorlar mı? (71) Oysa Biz İbrahim ailesine vahiy ve hikmet bahşetmiş ve onlara güçlü bir hükümranlık vermiştik.

71 - Yani, Yahudilere göre vahyin yalnızca kendilerine tahsis edilmiş olmasından dolayı.

55. Aralarında o'na (72) [gerçekten] inananlar da vardı, o'ndan yüz çevirenler de... Ve hiçbir şey cehennem [ateşi] kadar yakıcı olamaz!

72 - Yani, Hz. İbrahim'e; bu, onların Hz. İbrahim'in mesajına iman ettiklerine işaret eder. Unutulmamalıdır ki Peygamber Muhammed (s) de, getirdiği mesaj Kur'an tarafından tasdik edilen ve sürdürülen Hz. İbrahim'in birinci dereceden torunu idi.

56. Mesajlarımızın doğruluğunu inkara şartlanmış olanları zamanı geldiğinde ateşe mahkum edeceğiz; [ve] derileri her yanıp döküldüğünde onları yeni derilerle değiştireceğiz ki azabı [tam olarak] tadabilsinler. (73) Şüphe yok ki Allah kudret ve hikmet sahibidir.

73 - Öteki dünyadaki azap ile ilgili bu dehşet verici teşbîh, sözkonusu azabın uzun süreli niteliğini ortaya koymayı amaçlamaktadır (Râzî).

57. Buna mukabil, iman edip doğru ve yararlı işlerde bulunanları içlerinden ırmaklar akan hasbahçelere koyacağız, orada sonsuza kadar kalacaklar; ve orada tertemiz eşlere sahip olacaklar; (böylece) onları sonsuz mutluluğa eriştireceğiz. (74)

74 - Zıll kelimesinin aslî anlamı "gölge"dir; böylece zıllen zalîlen ifadesi, "en ziyade gölge eden gölge" olarak çevrilebilir: Yani, "koyu bir gölge". Ancak eski Arapça kullanımında zıll kelimesi, aynı zamanda, "örtü" veya "sığınak" ve mecazî olarak "koruma" (Râğıb); ayrıca, "bir rahatlık, keyif ve bolluk durumu" (karş. Lane V, 1915) veya kısaca "mutluluk" anlamlarında kullanılmıştır -zıll zalîl terkibinde ise "sonsuz mutluluk" anlamını ifade eder (Râzî)- ki bu, "cennet" teriminin mecazî anlamlarıyla da uyumlu bir karşılıktır.

58. ALLAH, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdî etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. (75) Allah'ın size yapılmasını tavsiye ettiği [şey], mutlaka en güzel [şey]dir: Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, her şeyi görendir.

75 - Yani, hem hukukî anlamda, hem de başka insanların güdülerini, tavırlarını ve davranışlarını yargılama anlamında. -Emânet terimi, ister maddî ister manevî, bir kimseye emanet edilen herhangi bir şeyi gösterir (Râzî). Bu emri kendisinden önceki ve sonraki ayetleri gözönünde bulundurarak okursak açık şekilde görürüz ki burada, ilahî kelâm aracılığıyla müminlere iletilen ve müminlerce, "ona ehil olanlar"a -yani, Kur'an mesajının muhatap aldığı bütün insanlığa- tebliğ edilecek bir kutsal emanet olarak görülmesi gereken ilahî mesaj -veya çoğul emânât kullanımına göre ilahî hakikatler- kasdedilmektedir. Bu, elbette daha kapsamlı bir alan ile ilgili buyrukları da ihtiva eder; bunlar, müminlere emanet edilebilecek olan herhangi bir maddî gücün veya ahlakî sorumluluğun yerine getirilmesine ve özellikle de sonraki ayetin işaret ettiği, bir Müslüman topluluğun veya devletin dünyevî gücü veya politik hakimiyeti uygulamasına ilişkin buyruklardır.

59. Siz ey imana ermiş olanlar! Al-lah'a, Peygamber'e ve aranızdan (76) kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara itaat edin; ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e götürün, (77) eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne [gerçekten] inanıyorsanız. Bu [sizin için] en hayırlısıdır ve sonuç olarak da en iyisidir. (78)

76 - Yani, "müminler arasından".

77 - Yani, Kur'an'a ve Hz. Peygamber'in sünnetine (sözlerine ve uygulamalarına). Ayrıca bkz. bu surenin 65. ayeti.

78 - Allah'tan "bütün mülkün sahibi" -ve bu nedenle, bütün ahlakî ve siyasî otoritenin nihaî kaynağı- olarak söz eden 3:26 ile bağlantılı olarak okununca yukarıdaki pasaj, hem tek tek müminler için temel davranış kurallarını, hem de İslam devletinin uygulamaları için gerekli kavramsal temeli ortaya koymaktadır. Politik güç, Allah'ın bir emanetidir (emânet) ve O'nun iradesi, İslam Hukuku'nu oluşturan emirlerde yansıtıldığı gibi, bütün hakimiyetin gerçek kaynağıdır. Bu bağlamda "aranızdan kendilerine otorite emanet edilmiş olanlar"ın vurgulanması, bir İslam devletindeki otorite sahiplerinin (ulu'l-emr) Müslüman olmaları gerektiğini açıkça göstermektedir.

60. SEN [ey Peygamber], sana ve senden öncekilere indirilene inandıklarını iddia eden, [ama öte yandan] şeytanî güçlerin hakimiyetine teslim olmakta beis görmeyenlerin (79) farkında değil misin? Halbuki, Şeytan'ın kendilerini derin bir sapıklığa yöneltmek istediğini görerek onu inkar etmekle emrolunmuşlardı.

79 - Lafzen, "birbirlerini Şeytanî güçlerin (tâğût) hakemliğine (yahut "yönetimine") çağıranların". Bu, yukarıda 51. ayette zikredilen, Kur'an'ın tâğût olarak tanımladığı güce (bkz. sure 2, not 250) teslim olup vahyin rehberliğinden elde edebilecekleri bütün iyilikleri geçersiz kılan insanlara bir işarettir.

61. Böylece her ne zaman kendilerine, "Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin!" denilse, bu ikiyüzlülerin senden nefretle yüz çevirdiklerini görürsün. (80)

80 - Klasik müfessirler, 60-64. ayetlerde, Hz. Peygamber zamanında zahiren ona tâbi olduklarını ikrar eden ama aslında onun getirdiği öğretiye inanmayan Medine münafıklarına bir atıf olduğunu düşünmüşlerdir. Fakat bana göre bu pasaj, muhtemel tarihî nüzul sebebinin ötesine uzanmaktadır. Çünkü çok sık karşılaşılan bir konu olan inancın psikolojik cephesi problemine değinmektedir. İnsan kavrayışının uzanabildiği alanın ötesindeki bir gerçekliğin (ğayb, sure 2, not 3'de açıklandığı anlamda) varlığına tam olarak kani olmayan insanlar, kural olarak, değer yargılarını kişisel tercihlerinden ve ahlakî olarak kuşkulu arzularından ayırmakta zorlanırlar ve bunun sonucunda, çoğunlukla, "şeytanî güçlerin isteklerine boyun eğerler." Onlar, vahye (bu durumda Kur'an'a) dayalı ahlakî öğretilerin bir kısmının "belli bir doğruluk payı" taşıdığını gönülsüzce itiraf etseler de bunlar kendi kişisel mizaçlarının telkin ettiği arzular ile çatıştığında, bu öğretilerden içgüdüsel olarak uzak dururlar ve böylece, kelimenin en derin dinî anlamıyla nifâk suçu işlemiş olurlar.

62. Fakat bu dünyada yaptıkları yüzünden (81) [Hesap Günü] başlarına felaket geldiğinde ne olacak [onların hali]; o zaman sana gelip Allah'a yeminle, "Bizim niyetimiz, iyilik yapmak ve uyum sağlamaktan başka bir şey değildi" [diyecekler]? (82)

81 - Lafzen, "ellerinin önlerine koydukları yüzünden". Onların ikircikli tavırlarına ve böyle bir tavrın başkaları üzerinde yaratabileceği zihinsel şaşkınlığa bir işaret.

82 - Yani, amaçlarının, Kur'ânî değer sistemini "hümanistik" (insan-merkezli) dünya görüşü ile uzlaştırmaktan başka bir şey olmadığını iddia edecekler: Kur'an'ın, ikiyüzlüce bir davranış ve bir aldatmaca olarak görüp reddettiği bir iddia (karş. 2:11-12). "O zaman sana gelip ..." ibaresi ile ilgili olarak bkz. bu surenin 41. ayeti.

63. Ama Allah onların kalplerindeki her şeyi bilir; o halde kendi hallerine bırak onları, öğüt ver ve onlarla durumları hakkında etraflıca konuş:
64. Zira Biz her peygamberi, ancak, Allah'ın izniyle kendisine tâbi olunsun diye göndermişizdir. (83) Eğer onlar, kendi kendilerine zulmettikten sonra, sana gelip Allah'tan bağışlanma dileselerdi -Peygamber de onların bağışlanması için dua etseydi- Allah'ın tevbeleri kabul edici ve bir rahmet kaynağı olduğunu tereddütsüz görürlerdi.

83 - "Allah'ın izniyle" ifadesi, bu bağlamda "Allah'ın yardımıyla" veya "Allah'ın rahmetiyle" şeklinde anlaşılmalıdır (Zemahşerî, Râzî). Kur'an'da çok sık görüldüğü gibi, aynı cümlede "Biz" veya "Ben" zamirinden "O" zamirine, yahut "Biz"den "Allah"a anî geçişler, Kur'an okuyucusuna veya dinleyicisine, Allah'ın bir "şahıs" olmadığı, tersine, herhangi bir beşerî dilin sınırlı imkanları içinde tanımlanamayan ve hatta yeterince kapsanamayan kuşatıcı (aşkın) bir Güç olduğu gerçeğini anlatmayı amaçlar.

65. Ama hayır, Rabbine andolsun ki onlar, [ey peygamber], aralarında anlaşmazlığa düştükleri her konuda seni hakem yapmadıkça ve sonra da senin kararına kalplerinde hiçbir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle tâbi olmadıkça, [gerçekten] inanmış olmazlar. (84)

84 - Bu ayet, Hz. Peygamber'in, Allah'tan aldığı vahiy ile Kur'an mesajını yaşanılır kılmak ve müminlerin onu pratik durumlara uygulayabilmelerini sağlamak amacıyla verdiği emirlere her Müslümanın teslim olması yükümlülüğünü tereddütsüz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu emir ve talimatlar, Peygamber Muhammed (s)'in sünneti (yani, "metodu") olarak tanımlanan kavramı oluştururlar ve (her türlü şüphe ihtimalinden uzak bir kesinlik taşıdıkları takdirde) Kur'an ile birlikte tam bir hukukî bağlayıcılık taşırlar; bkz. bu surenin 80. ayeti.

66. Fakat biz onlara "Hayatlarınızı feda edin!" yahut "Yurtlarınızı terk edin!" diye emretmiş olsaydık, (85) çok azı bunu yapardı. (86) Oysa, tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları [imanlarında] daha güçlü kılardı;

85 - Yani, Hz. Peygamber tarafından duyurulan ilahî kaynaklı emirler aracılığıyla (bkz. önceki not).

86 - Lafzen, "birkaçı dışında onu yapmazlardı". Buradaki zamir, bariz olarak, imanlarının gerektirdiği fedakarlıklara katlanmaya hazır olmayan yarım-gönüllü kimselere yöneliktir. İnancın ve özgürlüğün savunulması yolunda kişinin hayatını ortaya koymasına ve gerektiğinde ana yurdunu terk etmesine yapılan atıf, Allah yolunda savaşmayı konu alan 71. ayet ile başlayan uzun pasaja bir giriş niteliğindedir.

67. bu durumda Biz onlara rahmetimizden büyük bir mükafat verirdik
68. ve onları dosdoğru bir yola yöneltirdik.
69. Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler, Allah'ın nimetlerini bağışladığı kimselerden olacaklardır: peygamberler, hakikatten hiç sapmamış olanlar, hakikate [hayatlarıyla] şahitlik yapanlar ve dürüst ve erdemli olanlar: işte böylelerininki ne güzel birliktelik[ler]dir!
70. Bu, Allah'ın lütfudur; ve hiç kimse Allah'ın sahip olduğu bilgiye sahip olamaz.
71. SİZ EY imana ermiş olanlar! İster küçük gruplar halinde ister toplu halde, savaşa giderken tehlikelere karşı hazırlıklı olun. (87)

87 - Lafzen, "ve o zaman küçük birlikler halinde yahut hep beraber ilerleyin". Son tanımlama, günümüzde "topyekun savaş" olarak adlandırılan olguyu ifade etmektedir. Hizr terimi, yalnızca kişinin kendisini muhtemel bir tehlikeye karşı korumak için sarf ettiği çabayı değil, ama aynı zamanda (bu bağlamda) askerî organizasyon, teçhizat vb. ile ilgili gerekli bütün hazırlıkların yapılmasını da kapsar. Bu anlamdaki savaş, bu surenin 59. ayetinde öngörülen ideolojik devlet yönetiminin ilkelerinden doğmaktadır. Müslümanların toplumsal hayatlarını Kur'an'da ortaya konulan ideolojik öncüllere dayalı bir devlet çerçevesi içinde organize etmeleri istendiğinden, onların İslam'ın sosyal sistemine ve dünya görüşüne muhalif olan ve -beklendiği gibi- onun yıkılması için şartlanmış bulunan grupların veya milletlerin düşmanlığına karşı hazırlıklı olmaları gerekir. Sonuç olarak, Allah yolunda savunma savaşı kavramı (cihâd) İslam'ın sosyo-politik modelinde hakim bir rol oynar ve Kur'an'ın pekçok yerinde zikredilir.

72. Aranızda mutlaka geride kalanlar olacak ve o zaman, başınıza bir felaket geldiğinde, "Onlarla birlikte bulunmamamız Allah'ın bize bir lütfudur!" diyecekler.
73. Ama Allah'tan size bir zafer ihsan edildiğinde, bu kimseler, (88) kuşkusuz -sizinle kendileri arasında bir sevgi/bağlılık sorunu olmamış gibi- "Keşke onlarla birlikte olsaydık da o büyük başarıdan [bir pay] kapsaydık!" diyeceklerdir.

88 - Lafzen, "o".

74. Öyleyse, bu dünya hayatını ahiret ile takas etmek isteyenler Allah yolunda savaşsınlar! Allah yolunda savaşan herkese, ister öldürülmüş olsun ister zafer kazansın, zamanı geldiğinde büyük bir mükafat ihsan edeceğiz.
75. Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtar[ıp özgürlüğe kavuştur] ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!" diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz? (89)

89 - Lafzen, "Size ne oluyor da ... savaşmıyorsunuz": onların savaşmaktan kaçınmaları için hiçbir ahlakî gerekçelerinin bulunmadığına işaret.

76. İmana ermiş olanlar Allah yolunda savaşırlar, hakikati inkara şartlanmış olanlar ise şeytanî güçler uğrunda. O halde Şeytan'ın dostlarına karşı savaşın; Şeytan'ın hile ve tuzakları kesinlikle zayıftır. (90)

90 - Böylece Kur'an, "kötülüğün" (şeytanîlik) hayatın bağımsız, içsel bir faktörü olmadığına, ama insanın kendi ahlakî zaafından doğan şeytanî eğilimlerine teslim olmasının ve böylece "hakikati inkar etmesi"nin bir sonucu olduğuna işaret eder. Başka bir deyişle, Şeytan tarafından sembolize edilen negatif unsurun "güc"ü, aslî bir gerçekliğe sahip değildir ("Şeytan'ın hile ve tuzakları kesinlikle zayıftır"); o ancak insanın bilerek ve isteyerek yanlış bir hareket tarzı seçmesi suretiyle gerçeklik kazanır.

77. KENDİLERİNE "Ellerinizi çekin, (91) namazlarınızda dikkatli ve daim olun, arındırıcı (malî) yükümlülüğünüzü yerine getirin!" denilenlerden haberdar değil misin? Ama onlara [Allah yolunda] savaşmaları emredilir edilmez, bazısı, Allah'tan korkması gerektiği gibi -hatta daha da büyük bir korkuyla- insanlardan korkmaya başlar ve "Ey Rabbimiz! Neden bize savaşmayı emrettin? Keşke bize biraz mühlet verseydin!" derler. De ki: "Bu dünyanın keyfi ve rahatlığı çok kısa ömürlüdür -ama ahiret, Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için en iyisidir- çünkü hiç biriniz, kıl kadar haksızlığa uğramayacaksınız.

91 - Yani, insanın genellikle yatkın olduğu haksız şiddetten çekinin. İnsanların büyük kısmına şiddetten kaçınmaları gerektiğinin söylenmesi, bir sonraki cümlede, onların büyük kısmının kendilerini haklı bir dâvâ uğruna fiziksel tehlikeye atmaktaki isteksizlikleriyle tezadını vurgulayacak şekilde ifade edilmiştir.

78. Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır, göğe yükselen kulelerde olsanız bile." Onlar güzel şeylere kavuştuklarında, bazıları "Bu Allah'tandır!" derler; ama başlarına bir kötülük gelince, "Bu senin yüzündendir [ey arkadaş]!" diye feryad ederler. (92) De ki: "Hepsi Allah'tandır!" O halde bu insanlara ne oluyor da kendilerine bildirilen hakikati (93) kavramaya yanaşmıyorlar?

92 - Yani, onlar, başlarına gelen kötülüklerin kendi eylemlerinin veya önlerindeki çeşitli yollar arasında yanlış seçim yapmalarının bir sonucu olabileceğini anlamazlar; tersine, onu başkalarının hatalarına atfetmeye çalışırlar.

93 - Lafzen, "[kendilerine] söylenen şeyi" -yani, kendi akıllarının ve bütün peygamberlerin öğretilerinin kendilerine açıkça telkin ettiği hakikati.

79. Size gelen her iyilik Allah'tandır; başınıza gelen her kötülük de kendinizden. (94) SENİ [ey Muhammed,] bütün insanlığa bir elçi olarak gönderdik: ve hiç kimse [buna] Allah'ın şahitliği gibi şahitlik yapamaz.

94 - Bu ifade ile "hepsi Allah'tandır" şeklindeki önceki ifade arasında bir çelişki yoktur. Kur'ânî dünya görüşünde Allah, bütün hadiselerin nihaî kaynağıdır. Sonuçta, insanın karşılaştığı her iyilik ve başına gelen her kötülük, son tahlilde Allah'ın iradesinin bir eseridir. Ancak insanın "kötü kader" saydığı her şey, gerçekte, nihaî sonuçları itibariyle kötü değildir; zira "mümkündür ki nefret ettiğiniz bir şey sizin için iyi olabilir, ve yine mümkündür ki sevdiğiniz bir şey de sizin için kötü olabilir: Allah bilir, ama siz bilmezsiniz" (2:216). Böylece, zahirî birçok "kötülük", çoğu zaman, bir sınavdan ve ilahî kaynaklı bir olgu olan, sıkıntı çekerek ruhsal olgunluğa erişme aracından başka bir şey olmayabilir ve mutlaka başına kötülük gelen kişinin yanlış bir seçiminin veya yanlış fiilinin sonucu olması gerekmez. O halde, açıktır ki bu ayetin sözünü ettiği "kötülük" veya "kötü kader" sınırlı bir muhtevaya sahiptir, çünkü kelimenin ahlakî anlamında kötülüğe işaret etmektedir; yani, kişinin eylemlerinden veya davranışlarından kaynaklanan azaba. Bu da, Allah'ın bütün mahlukatı için koyduğu ve Kur'an'ın "Allah'ın metodu" (sünnetullâh) olarak tanımladığı sebep-sonuç kanunu ile uyum halindedir. Bu gibi sıkıntılar için insan yalnızca kendini suçlamalıdır. Zira "Allah hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz" (4:40).

80. Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur; yüz çevirenlere gelince; Biz seni onlara bekçilik yapman için göndermedik.
81. Onlar, "Biz sana itaat ediyoruz." (95) derler, ama yanından uzaklaştıklarında, içlerinden bir kısmı, gecenin karanlığında, senin dile getirdiğin [i-nançlar]dan başka şeyler tasarlarlar; (96) ve Allah onların böyle gece karanlığında tasarladıkları her şeyi kaydeder. O halde kendi başlarına bırak onları ve yalnızca Allah'a güven; zira hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz.

95 - Lafzen, "Ve onlar ‘İtaat' derler". Bu, Hz. Peygamber zamanındaki Medineli münafıklara ve -dolayısıyla- bütün zamanlardaki İslam'ın ikiyüzlü "hayranlar"ına ve yarım-gönüllü izleyicilerine bir işarettir.

96 - Yani, gizli gizli Allah'ın Elçisi'nin mesajını çarpıtmaya çalışırlar. Bâte fiili, "geceyi geçirdi" anlamına gelir; beyyete halinde ise, "gece boyunca (bir şeyi veya bir şey yapmayı) düşündü," yahut, "gece boyunca (bir şeyler) tasarladı" (Lisânu'l-‘Arab); yani, "gece karanlığı" tarafından sembolize edilen bir gizlilik içinde.

82. Onlar bu Kur'an'ı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allah'tan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık ve) çelişkiler bulurlardı! (97)

97 - Yani, Kur'an'ın -yirmiüç yılı aşkın bir sürede tedricî olarak nazil olmuş bulunmasına rağmen- her türlü iç çelişkiden uzak olduğu gerçeği, onları, Kur'an'ın "Muhammed (s) tarafından telif edilmiş" olmadığı (Hz. Peygamber'e karşı sadece kendi çağdaşları tarafından değil, daha sonraki zamanların inkarcıları tarafından da çok sık yöneltilen bir suçlama), aksine insanüstü bir kaynağın eseri olduğu yolunda ikna etmiş olmalıdır. Bkz. 25:32 ve 39:23

83. ONLAR (98) savaş veya barış ile ilgili herhangi bir [gizli] konuda bilgi sahibi olduklarında onu dışarıya yayarlar; halbuki onu Peygamber'e ve müminler arasından (99) kendilerine otorite e-manet edilmiş olanlara arzetmiş olsalardı, gizli bilgiler elde etmekle uğraşanlar (100) onu[nla ilgili olarak ne yapılması gerektiğini] mutlaka bilirlerdi. Ama Allah'ın size lütfu ve rahmeti sayesinde aranızdan çok az kimse Şeytan'ın ardına takılmıştır.

98 - Yani, "önceki ayetlerde sözü edilen İslam'ın yarım-gönüllü mensupları" (Zemahşerî). Yukarıda savaşa veya barışa -lafzen, "güvenlik veya tehlikeye" (havf)- yapılan atıf, ilk olarak, bu surenin 59. ayetinde zikredilen devlet yönetiminin prensipleri ile; ikinci olarak da, 71. ayet ile başlayan Allah yolunda savaş söylemi ile bağlantılıdır.

99 - Lafzen, "onlar arasından".

100 - Lafzen, "onlar arasından [hakikati] ortaya çıkaranlar"; yani, siyasî ve askerî istihbarat ve değerlendirme ile sorumlu kılınan devletin özel organları.

84. O halde sen (101) Allah yolunda savaş -çünkü sen, yalnızca kendi nefsinden sorumlusun- ve müminleri ölüm korkusunu yenmeleri için teşvik et! (102) Allah, hakikati inkara kalkışanların gücünü kırmaya muktedirdir; çünkü Allah iradesinde güçlü ve cezalandırmasında şiddetlidir.

101 - Öncelikle Hz. Peygamber'e hitab ediyor olmasına rağmen, bu cümledeki "sen", her mümini muhatap almaktadır. Yukarıdaki tavsiye, o sırada devam etmekte olan savaş çerçevesinde anlaşılmalıdır, yoksa bir savaş tahriki olarak değil.

102 - Harad terimi, "zihnin veya bedenin ifsadı" yahut "bir kimsenin davranışlarındaki yozlaşma" ve aynı zamanda, "zihnin sürekli rahatsızlığı" anlamlarına gelir (Kâmûs). Râğıb'a göre, harradahû fiili, "onu her türlü harad'dan kurtardı" anlamını ifade eder; tıpkı marradahû "onu hastalıktan (marad) kurtardı" ifadesindeki gibi. Bu fiil, Kur'an'da geçtiği her iki örnekte de (bu ayette ve 8:65'de) emir kipinde kullanılmıştır: "müminleri her türlü akıl rahatsızlığından uzak kıl" yahut, mecazî olarak, "her türlü ölüm korkusundan" -böylece, "müminlere ölüm korkusunu yenme duygusu kazandır" şeklinde ifade edilebilir. Harridi'l-mü'minîne ibaresinin, "müminleri teşvik et" [veya "harekete geçir" yahut "canlandır"] şeklindeki alışılmış çevirisi, klasik dilbilimcilerin bir kısmı tarafından tercih edilmiş olmasına rağmen, harrada fiilinin tam anlamını yansıtmaz (karş. Lane II, 548).

85. Kim haklı bir dâvâ uğrunda üstün çaba gösterirse, onun kazandıracağı nimetlerden bir pay alacaktır (103) ve kim de haksız bir dâvâ için koşturursa, sorumluluğunun hesabını (104) verecektir: Çünkü Allah, her şeyi gözetleyicidir.

103 - Lafzen, "ondan bir pay (nasîb) alacaktır". Nasîb terimi, burada olumlu bir anlama sahip olduğundan, en doğrusu, "onun kazandıracağı nimetlerden bir pay" olarak çevrilebilir.

104 - Kifl ismi, kefele: "[bir şeyin] sorumluluğunu üstlendi" kök-fiilinden türetilmiştir. Taberî, kelimenin bu bağlamda, "sorumluluk ve günahtan bir pay"ı gösterdiğini söyler. Minhâ ifadesi ("ondan"), failin, hâ (o) zamirinin işaret ettiği haksız fiildeki rolünü anlatır.

86. [Barış] selâmıyla selâmlandığınız-da daha güzel bir selâm ile karşılık verin veya [en azından] benzeri ile. (105) Şüphesiz Allah her şeyin hesabını tutmaktadır.

105 - Lafzen, "ondan daha iyisi ile selamlayın veya aynen karşılık verin". Bu ifade -yukarıdaki bağlamda- müminlerin savaş halinde olduğu insanlar tarafından yapılan barış teklifine, ayrıca düşman saflarında olduğu halde dış görünüşüyle barışçıl niyetler taşıyan tek tek kişilere işaret eder. "Eğer onlar barıştan yana eğilim gösterirlerse sen de barıştan yana ol" (8:61) ve "ama (savaştan) vazgeçerlerse ... tüm düşmanlıklar sona erecektir" (2:193) buyrukları gereğince müminler, makul bir çözüme ulaşmak istediğini gösteren bir düşman ile barış yapmak yükümlülüğü altındadırlar; aynı şekilde, çatışmalarda aktif olarak rol almayan düşmanlar arasındaki münferit kişilere gerekli anlayışı göstermek zorundadırlar (bkz. bu surenin 94. ayeti).

87. Allah -ki O'ndan başka ilah yoktur- [geleceği] hakkında hiçbir şüphe olmayan Kıyamet Günü sizi bir araya toplayacaktır. Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğru olabilir?
88. Allah onları suçlarından dolayı [bizzat] dışladığı halde, (106) münafıklar hakkında nasıl mütereddit olabilirsiniz? (107) Allah'ın sapıklık içinde bıraktığı kimseyi doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Oysa Allah'ın sapıklık içinde bıraktıklarına asla bir çıkış yolu bulamazsın.

106 - Lafzen, "Allah'ın onları kazandıklarından dolayı baş aşağı ettiğini görerek". Bu münafıkların kimliği konusunda, hemen hemen tümü tarihsel nitelikte olan çok çeşitli varsayımlar vardır. Bazı müfessirler, bu ayetin Hicret'ten sonraki ilk yıllarda Medine'deki münafıklara işaret ettiğini düşünürler; diğerleri ise (mesela Taberî) İbni ‘Abbâs tarafından ifade edilen görüşü tercih ederler. Ona göre bu ayet, Hicret'ten önce İslam'ı zahiren kabul eden, ama Kureyş müşriklerini gizlice desteklemeye devam eden bazı Mekkelilere işaret etmektedir. Ancak bana göre, yukarıdaki ayetin "tarihsel" yorumlarını araştırmaya hiç gerek yoktur, çünkü onu genel muhtevası içinde kolayca anlayabiliriz. Önceki ayet Allah'ı konu almakta ve hem O'nun birliğini ve vahyedilen mesajında mevcut olan açık hakikati, hem de Kıyamet Günü yargılanmanın kesinliğini vurgulamaktadır. "O halde" diye devam eder bu yorum; "Allah'ın mesajının gerçekliğini sözde kabul etmiş görünen ama yine de hak ile bâtıl arasında dürüstçe bir seçim yapmak istemeyen insanların ahlakî konumları hakkında nasıl mütereddit olabilirsiniz?"

107 - Lafzen, "iki fırka olursunuz?"

89. Onlar, kendilerinin inkar ettiği gibi, sizin de hakikati inkar etmenizi isterlerdi ki siz de onlar gibi olasınız. O halde, Allah rızası için zulüm ve kötülük diyarını terk edinceye kadar (108) onları kendinize dost edinmeyin; ve eğer [açık bir] düşmanlığa yönelirlerse, onları nerede bulursanız yakalayın ve öldürün. Onlardan hiç birini (109) ne dost, ne de hâmi edinmeyin,

108 - Bkz. sure 2, not 203 ve bu surenin 124. notu.

109 - Yani, "kötülük yurdunu terk etmemiş" olan ve inanç ile inkar arasında yalpalayıp duran kimseleri.

90. eğer bir anlaşma ile bağlı bulunduğunuz insanlarla ilişkisi olanlardan veya size yahut kendi toplumlarına savaş açmak [fikrin]den kalplerine ürküntü geldiği için size yaklaşanlardan değillerse. Halbuki Allah onları sizden daha güçlü kılsaydı, mutlaka size savaş açarlardı. (110) Ama onlar sizi bırakır, savaş açmaktan vazgeçer ve barış teklif ederlerse, Allah onlara zarar vermenize müsaade etmez. (111)

110 - Lafzen, "eğer Allah dileseydi onlara size hükmetme gücü verirdi ki ..." -bu, onları müminlerle savaşmaktan alıkoyan şeyin gerçek bir iyi niyet değil, yeterli güçten yoksun bulunmaları olduğuna işarettir.

111 - Lafzen, "Allah size onların aleyhine bir yol vermemiştir": Yukarıda 86. ayette öngörülen buyruğa atıf.

91. Hem sizden hem de kendi kavimlerinden emin olmak isteyen, [ama] kötülük eğilimi ile her karşılaştıklarında kendilerini gözü kapalı ona kaptıran başkalarını[n da var olduğunu] göreceksiniz. (112) O halde şayet onlar sizi bırakmaz, sizinle barışa yanaşmaz ve üstünüzden ellerini çekmezlerse, onları gördüğünüz her yerde yakalayın ve öldürün: İşte size kendileriyle açıkça [savaşma] izni ver-diklerimiz (113) bunlardır.

112 - Lafzen, "Göreceksin onlar ne zaman fitneye dönerlerse onun içine atılırlar", yahut "onun içine dalarlar".

113 - Lafzen, "Size üzerlerinde açık bir otorite (sultân) vermiş olduğumuz" -yalnızca savunma amacıyla savaşa izin veren buyruğun açık bir teyidi (karş. 2:190 vd. ve ilgili 167 ve 168. notlar).

92. HATAEN olmadıkça bir müminin başka bir mümini öldürmesine asla izin verilemez. (114) Bir mümini hataen öldüren kişi, mümin bir canı özgürlüğüne kavuşturmak ve maktulün akrabalarına (115) diyet ödemekle yükümlüdür, meğer ki onlar bundan vazgeçmiş olsunlar. Maktulün, kendisi bir mümin olmasına rağmen, sizinle savaş halinde olan (116) bir topluluğa mensup ise, [diyet], mümin bir canı özgürlüğüne kavuşturmak [ile sınırlı olacaktır]; ama o, sizin anlaşma ile bağlı bulunduğunuz bir topluluğa mensup ise [ödenecek bedel], mümin bir canı özgürlüğüne kavuşturmanın yanında akrabalarına ödenecek bir diyet[i de kapsayacaktır]. (117) Fakat yeterli imkanlara sahip olmayan, [bunun yerine] peşpeşe iki ay oruç tutmalıdır. (118) [Bu], Allah tarafından emredilen bir karşılık[tır] ve Allah gerçekten her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

114 - Bu ayetin 93. ayet ile bağlantılı olarak okunmasından hareket eden bazı mutezilî alimler, başka bir mümini öldüren müminin kafir sayılması gerektiği görüşüne varmışlardır (Râzî). Bu, elbette yürürlükteki hukukî süreç içinde verilen ölüm cezasının yerine getirilmesini kapsamaz.

115 - Lafzen, "ailesine" -yani, maktûlün mirasçılarına veya aile efradına. Bu ayette üç kez zikredilen "mümin bir canı özgürlüğüne kavuşturmak" ibaresi ilk bakışta, savaşta esir alınan kişilere işaret eder (karş. sure 8, not 72). Ama bkz. ayrıca 58:3, not 5.

116 - Lafzen, "size düşman olan" -bu, onların fiilî bir savaş halinde olduklarına işaret eder.

117 - Bu, maktûlün, Müslümanların normal ve barışçıl bir ilişki içinde bulundukları topluma mensup bir gayrimüslim olması durumuyla ilgilidir. Böyle durumlarda verilecek ceza, aynı şartlarda bir müminin öldürülmesi karşılığı öngörülen cezanın aynısıdır.

118 - Yani, "Ramazan ayındaki oruç için öngörülen şekilde" (bkz. 2:183-187). Bu kolaylık, kefaret ödeyebilecek durumda olmayan ve/veya bir köleyi özgürlüğe kavuşturma gücünden yoksun olan (Râzî) veya, günümüzde olduğu gibi, özgürlüğe kavuşturulacak bir köle bulamayan kişiler için uygulanır (Menâr V, 337).

93. Fakat her kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası, cehennemde kalmak olacaktır. Allah onu mahkum edecek, lânetleyecek ve onun için korkunç bir azap hazırlayacaktır.
94. [O halde] siz ey iman edenler, Allah yolunda [sefere] çıktığınız zaman karşılaştığınız durumu açıkça kavramaya çalışın ve size barış teklif edene -bu dünyevî hayatın gelip geçici kazançlarına duyduğunuz (özlem ve) istekle- "Sen mümin değilsin!" (119) demeyin. Çünkü asıl kazanç Allah katındadır. Siz de bir zamanlar aynı durumdaydınız, (120) ama Allah size karşı lütufkar davranmıştı. Öyleyse muhakemenizi kullanın: Şüphesiz Allah, yap-tığınızdan her zaman haberdardır.

119 - Zımnen, "Ve dolayısıyla bir düşmansın". Bu ayet, savaşa girmeyenleri düşman olarak görmeyi ve farazî inançsızlıklarını onları aşağılamanın bahanesi olarak kullanmayı yasaklar. "Karşılaştığınız durumu açıkça kavramaya çalışın" (tebeyyenû) buyruğu, müminlere, her durumda karşıdaki kişilerin aktif şekilde düşmanlık yapıp yapmadığından emin olma sorumluluğu yükler.

120 - Lafzen, "siz [de] önceden böyleydiniz". Önceki buyruk bütün toplum için geçerli olduğundan, yukarıdaki cümlecik de aynı anlamı ifade ediyor görünmektedir. Yani, Müslüman toplumun, zayıflığı ve sayısal güçsüzlüğü sebebiyle, daha büyük bir güç ile donatılmış olan düşmanların merhametine muhtaç olduğu döneme bir işarettir. Böylece, müminlere adeta şöyle denmektedir: "Önceki zayıflığınızı hatırlayın ve bir zamanlar size davranılmasını beklediğinize benzer şekilde, düşmanlarınıza şefkatlice davranın."

95. BİR MAZERETLERİ olmaksızın mü-cadeleden kaçınan müminler (121) ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla çaba gösterenler (122) bir olamaz: Allah, mallarıyla ve canlarıyla üstün çaba gösterenleri mücadeleden kaçınanlardan daha üstün bir mertebeye yüceltmiştir. Allah bütün [müminler]e nihai güzellik vaad etmiş olmasına rağmen, Allah yolunda üstün çaba gösterenleri, [kendilerine] büyük bir mükafat [vaad ederek] mücadeleden kaçınanlardan üstün kılmıştır,

121 - Lafzen, "[evde] oturanlar" -yani, Allah yolunda maddî veya manevî mücadeleye katılmayanlar.

122 - Mücâhid terimi, "mücadele etti" yahut "üstün gayret gösterdi" yahut "kendini zorladı" -yani, iyilik uğrunda veya kötülüğe karşı- anlamına gelen cehede fiilinden türetilmiştir. Sonuç olarak cihâd en geniş anlamıyla "Allah yolunda çaba gösterenler"i ifade eder. Yani, sadece maddî bir çarpışmayı (kıtâl) değil, ama aynı zamanda ahlakî ve manevî anlamda her türlü haklı mücadeleyi kapsar; mesela, Hz. Peygamber, insanın kendi ihtiraslarına ve zaaflarına karşı mücadelesini (cihâdu'n-nefs) "en büyük cihâd" olarak tanımlamıştır (Câbir b. Abdullah'dan rivayetle Beyhakî).

96. [hesapsız] mertebelerle ve günahların bağışlanmasını ve rahmetini [vaad ederek]; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.
97. Melekler, kendilerine zulmeden kimselere canlarını alırken soracaklar: "Neyiniz vardı sizin?" (123) Onlar: "Biz, yeryüzünde çok güçsüzdük" diye cevap verecekler. [Melekler], "Allah'ın arzı sizin kötülük diyarını terketmenize yetecek kadar geniş değil miydi?" (124) diyecekler. Böylelerinin varış yeri cehennemdir, ne kötü bir varış yeri!

123 - Lafzen, "hangi [durum]daydınız?" -Yani, yaşadığınız sırada. Bu, hiçbir geçerli mazereti olmaksızın Allah yolunda her türlü mücadeleden kaçınan insanlara işaret eder.

124 - Lafzen, "Allah'ın arzı, orada hicret edeceğiniz kadar geniş değil miydi?" Hecera ("göç etti") fiilinden türetilen hicret ("göç") terimi Kur'an'da iki anlamda kullanılmıştır: Biri tarihsel olup Hz. Peygamber'in ve Ashâbı'nın Mekke'den Medine'ye göç etmelerini ifade ederken, diğeri ahlakî bir muhteva taşır -yani, insanın Şeytan'dan Allah'a "hicret"i- ve kişinin ana yurdunu mutlaka maddî anlamda terk etmesini gerektirmez. İşte yukarıdaki pasajın işaret ettiği, hicret teriminin bu daha geniş dinî ve ahlakî anlamıdır. Tıpkı bir önceki pasajın (95-96. ayetler) "Allah yolunda üstün çaba gösterilmesi"ni (cihâd) terimin en geniş anlamıyla, yani, hem maddî hem manevî çabaları ve gerektiğinde kişinin servetini ve hatta canını feda etmesini kapsayan anlamıyla kullanması gibi. Mekke'den Medine'ye maddî anlamda göç, Mekke'nin H. 8. yılda fethinden sonra müminler için zorunlu olmaktan çıktığı halde kötülük yurdundan iyilik yurduna ruhsal göç, İslam'ın temel şartlarından biri olmaya devam etmektedir. Başka bir deyişle, "Şeytan'dan Allah'a hicret etmeyen" kişi mümin olamaz. Bir sonraki cümlede, bu konuda kayıtsız kalanların suçlanmasının sebebi budur.

98. Ama -erkek olsun, kadın olsun, çocuk olsun- hiçbir gücü olmayan ve kendilerine doğru yol gösterilmeyen (125) çaresiz kimseler bunun dışındadır:

125 - Yahut: "[doğru] yolu bulamayan" -onların çaresiz bir şaşkınlık içinde bulunduklarına ve bu nedenle, İslam'ın bu temel şartını kavrayamayacaklarına; yahut, alternatif olarak, bu şart ile ilgili mesajın onlara yeterli biçimde aktarılamadığına ve açıklanamadığına işaret.

99. Allah onların günahlarını silebilir. Çünkü Allah günahları silendir, çok bağışlayıcıdır.
100. Ve kim Allah için kötülük diyarını terk ederse, yeryüzünde çok tenha yollar (126) ve bereketli hayatlar bulacaktır. Kim de Şeytan'dan Allah'a ve Peygamberi'ne göç etmek uğruna e-vini terk eder ve sonra onu ölüm alırsa, onun mükafatı da Allah katındadır; çünkü Allah gerçekten çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

126 - Murâğam kelimesi rağam ("toz-toprak") isminden türetilmiştir ve "burnu toprağa yapıştırıldı"; yani, "aşağılandı ve istemediği şeyi yapmaya zorlandı" anlamına gelen rağime enfuhû deyimsel ifadesiyle bağlantılıdır. O halde murâğam, "kişiyi kendi toplumundan onların arzusu hilafına uzaklaştıran yol"u ifade eder (Zemahşerî) ve kişinin kendi yakın çevresinden bu şekilde kopması murâğam olarak nitelenen şeyi, yani, "[başka bir şeyden] kopma"yı yahut, "dost veya canlı bir topluluktan ayrılma"yı gösterir (bkz. Lane III, 1113). Bu anlam, yukarıdaki bağlamda, en uygun şekilde "tenha yollar" deyimi ile yansıtılabilir: kişinin "şeytandan Allah'a yolculuğu"nun ilk adımlarında hiçbir zaman kendisini bırakmayacak olan buruk bir yalnızlığın mecazî ifadesi. (Bu son ifadeyle ilgili olarak bkz. yukarıdaki 124. not ve sure 2, not 203.)

101. YERYÜZÜNDE [sefere] çıktığını-zda, hakikati inkara şartlanmış olanların âniden üzerinize saldırmasından (127) korkarsanız namazlarınızı (128) kısaltmanız günah olmaz: Çünkü o hakikati inkar edenler sizin apaçık düşmanlarınızdır.

127 - Lafzen, "size zarar vermelerinden" -hemen hemen bütün müfessirlere göre bu, anî bir saldırıya işaret etmektedir.

128 - Lafzen, "namazları". Seyahatte veya fiilî bir tehlike karşısında kısaltılıp birleştirilebilecek olan (öğle namazı ikindi ile, akşam namazı yatsı ile) günlük beş vakit farz namaza -sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarına- işaret. Bu iznin barış zamanındaki seyahatleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi, Hz. Peygamber'in sünneti gereği iken Kur'an onu yalnızca savaş durumu ile bağlantılı olarak zikreder. Bu, başlangıç cümlesine parantez içinde "sefere" deyiminin eklenme sebebini açıklamaktadır. Bir sonraki ayette tanımlanan namaz -cemaat ile nöbetleşe namaz- salâtu'l-havf ("tehlike namazı") olarak adlandırılır.

102. O halde sen müminler arasında (129) iken onlara namazda imamlık yapacaksan, [yalnızca] bir bölümünün, silahlarını kuşanmış olarak seninle namaza durmalarına izin ver. Onlar namazlarını bitirdikten sonra, namazlarını eda etmemiş olan diğer grubun her türlü tehlikeye karşı hazır vaziyette ve silahlarını kuşanmış olarak gelip seninle namaza durmaları sırasında size koruyuculuk yapsınlar; (130) [çünkü] hakikati inkara şartlanmış olanlar sizin silahlarınızı ve teçhizatınızı unutup bırakmanızı isterler ki âni bir baskınla üzerinize saldırabilsinler. (131) Fakat yağmurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz (132) yahut hasta iseniz [namaz kılarken] silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur; ama tehlikeye karşı [daima] hazırlıklı olun. Allah, şüphesiz, hakikati inkar edenler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

129 - Lafzen, "onlar arasında". Bu cümledeki "sen" zamiri öncelikle Hz. Peygamber'e ve dolaylı olarak, "hakikati inkar edenler" ile savaş halinde olan her mümin grubunun liderine yöneliktir.

130 - Lafzen, "onlar secdeye vardıklarında diğerleri [yani, öteki grup] sizin arkanızda dursunlar". Bu deyimsel ifade, lafzî anlamıyla yorumlanmamalıdır. Klasik Arapça kullanımında kâne min verâike (lafzen, "o sizin arkanızda idi") deyimi "o sizi korudu" yahut (askerî deyimle) "o size siper oldu" anlamlarına gelir, yoksa iki kişinin veya grubun karşılıklı maddî konumlarını tanımlamaz.

131 - Lafzen, "anî olarak üzerinize dönebilsinler".

132 - Yani, silahlarının kötü hava şartlarından dolayı zarar görmesi tehlikesi varsa savaşçıların namaz kılarken silahlarını yanlarında bulundurmaları zorunlu değildir. Bu istisna, tabii ki özellikle hassas silahlardan sorumlu olan askerler için geçerlidir; ve aynı kural, ayetin devamında zikredilen münferit hastalık hallerine de uygulanır. Ancak unutulmamalıdır ki matar terimi (lafzen, "yağmur") Kur'an'da çoğunlukla bir "bela"yı göstermek için kullanılmıştır. Bu anlamı kabul edersek yukarıdaki ibare, "eğer bir bela ile karşılaşırsanız" şeklinde çevrilebilir ve dolayısıyla geniş bir muhtemel tehlikeler yelpazesine imkan verir.

103. Namazınızı bitirdiğinizde Allah'ı anın -ayakta iken, otururken ve uzanmış halde- ve yeniden güvenliğinizi sağladığınızda namazlarınızı [eksiksiz] eda edin. Namaz, bütün müminler için [günün] belli zamanları ile kayıtlı kutsal bir yükümlülüktür.
104. [Düşman] ordusunu takib etmekte korkak davranmayın. Eğer sıkıntı çekerseniz, bilin ki onlar da sizin gibi sıkıntı çekiyorlar; ama siz, Allah'tan onların ümit edemediklerini [alacağınızı] ümit ediyorsunuz. Ve Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
105. BİZ SANA, hakikati ortaya koyan bu ilahî kelâmı indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana öğrettiğine göre hüküm verebilesin. (133) O halde ihanet edenlerle tartışmaya girme,

133 - Buradaki ve bundan sonra gelen iki ayetteki -aynı zamanda 113. ayetteki- "sen" zamiri, görünüşte Hz. Peygamber'e yönelikse de dolaylı olarak Kur'an'ın rehberliğini kabul etmiş olan herkese şamildir. Bu, 109. ayette çoğul "siz" zamirinin kullanılmasından da anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, müfessirlerin çoğunun bu pasajı sırf tarihî açıdan açıklama teşebbüsleri fazla ikna edici değildir; çünkü genel bir muhtevanın kendi-kendini açıklayıcı ahlakî öğretisine gereksiz bir sınırlama koymuş olmaktadır.

106. ama Allah'a [onları] bağışlaması için dua et; (134) unutma ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

134 - Bu ifade, bu surenin önceki bölümlerinde değinilen, Kur'an'ın gönülsüz takipçilerine ve münafıklara işaret etmektedir. Her iki grup da kendilerine tevdî edilen emanete ihanet etmekle suçlanmaktadırlar; çünkü Kur'an'ın mesajını kabul etmiş göründükleri halde aslında onu çarpıtmaya çalışırlar (bkz. ayet 81). Kur'an'ın kendilerinden ne istediğini iyi bilmelerine rağmen onun rehberliğine gerçek anlamda teslimiyetten kaçınmaya şartlanmış olmaları nedeniyle onlarla tartışmanın hiçbir faydası yoktur.

107. Kendi kişiliklerine ihanet edenleri savunma! (135) Şüphe yok ki Allah, kendilerine ihanet edenleri ve günahkarlıkta inat edenleri sevmez.

135 - Yani, "Allah'tan onları bağışlamasını dileyebilirsin, fakat onların davranışları için mazeretler bulmaya çalışma". Kur'an'ın, ister ruhî isterse sosyal olsun, emanete her türlü ihaneti "kişinin kendisine ihaneti" olarak tanımlaması önemlidir -tıpkı kasıtlı olarak bir günah işleyen veya zulüm yapan kimseyi "kendisine karşı günah işleyen" veya "kendisine zulmeden" (zâlimun nefsehû) olarak tanımlaması gibi- çünkü her türlü kasıtlı günahkarlık onu yapana ruhsal olarak zarar verir.

108. Onlar yaptıklarını insanlardan gizleyebildiler ama Allah'tan gizleyemezler; çünkü gecenin karanlığında, Allah'ın tasvib etmediği düşünce ve inançları (136) her ne zaman tasarlasalar, Allah onların yanıbaşındadır. Ve Allah onların bütün yaptıklarını [ilmiyle] kuşatır.

136 - Lafzen, "inancın" (mine'l-kavl). Unutulmamalıdır ki kavl kelimesi, yalnızca "deyiş" veya "söz" (ki asıl karşılığıdır) anlamına gelmez; aynı zamanda, mecazî olarak, "kavramsal ifade"; yani, bir düşünce, doktrin veya inanç olarak tanımlanabilecek olan olguyu göstermek için kullanılır ve Kur'an'da da çoğunlukla bu anlamda kullanılmıştır.

109. Sizler belki bu dünya hayatında onları savunabilirsiniz; ya Kıyamet Günü kim onları Allah'a karşı savunacak, kim onların koruyucusu o-lacaktır?
110. Ama kim kötülük yapar yahut [başka şekilde] kendisine zulmeder de daha sonra affetmesi için Allah'a yalvarırsa, Allah'ı çok bağışlayıcı ve rahmet kaynağı olarak bulacaktır.
111. Çünkü günah işleyen kimse, yalnız kendine zarar verir. (137) Ve Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

137 - Lafzen, "günah kazanan, onu yalnız kendi aleyhine kazanmış olur".

112. Ama kim bir hata yapar ve günah işler de sonra onu suçsuz bir kimsenin üstüne atarsa, iftira suçu ve [hatta daha da] iğrenç bir günah yüklenmiş olur.
113. Allah'ın sana lütfu ve rahmeti olmasaydı, o [kendilerine zulmede]n-lerden bazısı seni saptırmaya çalışırdı; ama onlar kendilerinden başka kimseyi saptıramazlar. Sana asla bir zarar da veremezler, çünkü Allah sana bu ilahî kelâmı indirmiş, hikmeti [vermiş] ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu gerçekten büyüktür.
114. YARDIMLAŞMAYI, iyi ve yararlı davranışları ve insanların arasını düzeltmeyi öngören, bunları gerçekleştirmeye çalışan kimselerin yaptığı toplantılar dışında gizli toplanmaların çoğunda hayır yoktur; (138) ve bütün bu güzel eylemleri Allah'ın rızasını kazanmak için yapana zamanı geldiğinde büyük bir mükafat vereceğiz.

138 - Lafzen, "onların gizli toplantılarının (necvâ) çoğunda bir hayır yoktur; ... olan dışında". Böylece, olumlu ve faydalı sonuçları amaçlayan gizli görüşmeler -mesela devletler ve toplumlar arasındaki barış görüşmeleri- "gizli toplantılar" ile ilgili eleştirinin dışındadır. Çünkü olgunlaşmamış bir açıklık bazan sözkonusu amaçların gerçekleşme şansını zedeleyebilir yahut (özellikle karşılıksız yardımların sözkonusu olduğu hallerde) halkın duygularını incitebilir.

115. Ama, kendisine hidayet bahşedildikten sonra Peygamber ile bağını koparan ve müminlerin yolundan başka bir yola sapana gelince, onu kendi tercih ettiği yolda bırakacak (139) ve ona cehennemi tattıracağız: o ne kötü bir sondur!

139 - Lafzen, "Onu [kendisinin] döndüğü yere dön[dür]eceğiz" -İnsanın seçme özgürlüğünün vurgulanması.

116. ALLAH, Kendisinden başka birine ilahlık yakıştırılmasını asla bağışlamaz, [ama] dilediği kimsenin daha hafif günahlarını bağışlar: Çünkü Allah'ın yanısıra başkasına ilahlık yakıştıranlar şiddetli bir sapıklığa düşmüş kimselerdir.
117. Onlar, Allah'ı bırakıp yalnızca cansız sembollere (140) sığınıyorlar; böylece isyankar bir Şeytan'a sığınmış oluyorlar,

140 - İnâs (ünsâ'nın -"dişi varlık"- çoğulu) teriminin, İslam-öncesi Arapların putlarına verdikleri bir ad olduğu sanılmaktadır, çünkü putların çoğunun dişi olduğuna inanılıyordu. Bu nedenle, bazı dilbilimcilere göre inâs çoğul formu, "cansız şeyler"i gösterir (karş. Lane I, 112). İbni ‘Abbâs, Katâde ve Hasan Basrî, onun hareketsiz ve cansız şeyleri gösterdiğini söylemişler (Taberî) ve bu tanımlama Râğıb tarafından da desteklenmiştir. Diğer taraftan Taberî, ‘Urve'den rivayetle bir Hadis nakleder. Buna göre, Hz. Ayşe'nin elindeki bir Kur'an nüshasında inâs yerine evsân (putlar) kelimesi geçmekteydi (karş. ayrıca Zemahşerî ve İbni Kesîr). Bunun "cansız semboller" olarak çevrilmesi bu bağlamda en uygun karşılıktır, çünkü "put" kavramını "cansız şeyler" kavramı ile en güzel şekilde birleştirmektedir.

118. ki onu Allah şöyle dediği için lânetlemiştir: "Senin kullarından kendi istediğimi mutlaka alacağım,
119. onları saptıracağım ve boş hevesler, özlemler ile dolduracağım; ben onlara emredeceğim, onlar da [putperestçe bir kurban âdeti olarak] deve(lerin) kulaklarını kesecekler; ve ben onlara emredeceğim, onlar Allah'ın mahlukatını ifsad edecekler!" (141) Ama Allah'ı bırakıp Şeytan'ı kendilerine rehber edinenler, kesinlikle ziyana uğrarlar.

141 - Karş. 7:16-17. İslam öncesi Araplar, develerinden bir kısmını, kulaklarını keserek veya yararak putlarından birine veya ötekine adamayı âdet edinmişlerdi ve böyle bir hayvan kutsal sayılırdı (Taberî). Bu atıf, yukarıdaki bağlamda, genel olarak putperest uygulamaları veya eğilimleri tanımlamak için mecazî olarak kullanılmıştır. Şeytan'ın insanı "Allah'ın mahlukatını ifsad etmeye" [lafzen,"değiştirmeye"] yöneltmesine yapılan atıf, yeterli dikkatin pek fazla çekilmediği bir anlama sahiptir. Bu yaratma ve onun tezahür biçimi, Allah'ın planlama iradesinin bir ifadesi olduğundan, onun verili/aslî tabiatını değiştirme teşebbüsleri (mahlukatı) ifsad etmeye ve bozmaya dönüşür. Şeytan teriminin ("Şeytan" veya "şeytanî güçler") daha geniş anlamı için bkz. 15:17, not 16'nın ilk bölümü.

120. Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve onları boş özlemlerle doldurur. Ama Şeytan'ın onlara vaad ettiği her şey sadece akıl çelmekten başka bir şeye yaramaz. (142)

142 - Ğurûr terimi, aklı çelen veya saptıran herhangi bir şeyi gösterir -mesela, son haddine kadar dünyevî zevklere teslimiyet yahut, insanın amaçlarının ve başarılarının hiçbir sınırı olmadığı yolundaki saçma inanç.

121. Böylelerinin varacağı yer cehennemdir ve oradan kaçış yolu bulamayacaklardır.
122. Ama imana erip yararlı ve doğru işler yapanları içlerinden ırmaklar akan hasbahçelere koyacağız, orada sonsuza kadar kalacaklar. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğru olabilir?
123. Kötülük işleyen[in] cezalandırılacak [olması] ve kendisini Allah'a karşı savunacak ve yardım edecek bir kimse bulamaması, ne sizin kuruntularınıza uygun düşer, ne de geçmiş vahiy mensuplarının kuruntularına. (143)

143 - Hem Yahudilerin kendilerini "Allah'ın seçilmiş halkı" olarak görmelerine ve bu nedenle öteki dünyada O'nun rahmetinden emin oldukları fikrine, hem de Hz. İsa'nın "Allah'ın oğlu" olduğuna inanan herkese kurtuluş vaad eden Hristiyanların "vekaleten kefaret" dogmasına bir işaret.

124. Halbuki -ister erkek ister kadın olsun- iman edip [yapabileceği] doğru ve yararlı işler yapan kimse cennete girecek ve bir hurma çekirdeği[ni dolduracak] kadar bile haksızlığa uğramayacaktır.
125. Bütün benliğini Allah'a teslim eden, daima iyilik yapan ve her türlü bâtıldan yüz çeviren İbrahim'in inanç sistemine -Allah'ın o'nu sevgisiyle yücelttiğini (144) görerek- uyan kişiden daha iyi iman sahibi kim vardır?

144 - Lafzen, "İbrahim'i samimi bir dost[u] (halîl) olarak seçtiğini".

126. Çünkü göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir ve Allah her şeyi kuşatmıştır.
127. ONLAR, kadınlar ile ilgili düzenlemeler (145) konusunda kendilerini aydınlatmanı istiyorlar. De ki: "[Bizzat] Allah onlarla ilgili hükümler konusunda sizi aydınlatmaktadır"; nitekim kendiniz onlarla evlenmek istediğinizden onlar için emredileni kendilerine vermediğiniz [sorumluluğunuz altındaki] yetim kızlar (146) ile kimsesiz çocuklar ve sizin yetimlere karşı adil davranma yükümlülüğünüz hakkında size tebliğ edilen bu ilahî kelâmda [Allah'ın iradesi tezahür etmiş]tir. Ve ne iyilik yaparsanız, unutmayın ki Allah onu tamamiyle bilir.

145 - Yani, evlilik ilişkileri, kadının mirastaki payı vb. ile ilgili kurallar. Fetvâ yahut iftâ bir soruya cevap olarak "hukukî bir buyruğun açıklığa kavuşturulması"nı ifade eder. Buna paralel olarak isteftâhu fiili, "ondan yasal bir hüküm vermesini istedi" yahut, "[belli] bir yasal hüküm hakkında onu aydınlatmasını istedi" anlamına gelir. Yukarıdaki pasajda atıfta bulunulan hükümler bu surenin ilk bölümlerinde ele alınmış olduğundan, onlara yeniden atıfta bulunulması, hem üzerinde durulan problemlerin önemini hem de insanların psikolojik olarak daha zayıf karşı-cinslerine karşı taşıdıkları sorumluluğu vurgulamayı amaçlamaktadır. Kur'an'da hakim olan sistematiğe göre, bütünüyle manevî veya ahlakî sorunlarla ilgilenen pasajları genellikle -bu örnekte olduğu gibi- sosyal düzenlemelere ilişkin ayetler takip eder ve bununla, insanın ruhî hayatı ile sosyal davranışı arasındaki yakın ilişkinin ortaya konulması amaçlanır.

146 - Karş. bu surenin 3. ayeti: "Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız..." ve onunla ilgili 3. notta nakledilen Hz. Ayşe'nin açıklaması.

128. Eğer bir kadın, kocasının kötü muamelesinden veya kendisini terk etmesinden korkarsa, [iki taraf] aralarında anlaşarak sorunlarını çözebilirler; zira karşılıklı anlaşma en iyi yoldur ve bencillik, insan ruhunda her zaman mevcuttur. Fakat iyilik yapar ve O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursanız, bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
129. Ne kadar isteseniz de eşlerinize adaletle davranmak elinizde değildir. (147) Dolayısıyla diğerlerini dışlayarak ve onları kocası hem var hem de yokmuş gibi bir durumda bırakarak [içlerinden sadece] birine yönelmeyin. (148) Ancak her şeyi yoluna koyar ve O'na karşı sorumluğunuzun bilincinde olursanız, bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

147 - Bu, erkeğin birden fazla eşe sahip olduğu hallere işaret eder- bu surenin 3. ayetinde belirtildiği gibi, erkeğin "onlara adil bir tarafsızlıkla muamele etme" imkanına ve kararlılığına bağlı bir izin. Ahlakî sorumluluğunun tam bilincinde olan bir kişi, eşlerinden birini diğerinden (veya diğerlerinden) fazla severse günah işlemiş olacağı hissine kapılabileceğinden, yukarıdaki ayet, duyguların insanın kontrolü dışında olduğunu, başka bir deyişle, istenen eşit muamelenin yalnızca kişinin eşlerine karşı zahirî davranışına ve onlar ile pratik ilişkisine bağlı olduğunu vurgulamak suretiyle bu konuya "hukukî bir açıklama" getirir. Ancak bir kimsenin başka birine karşı davranışının, uzun vadede, mutlaka o kişiye karşı ne hissettiğine yakından bağlı olduğu gerçeği karşısında, yukarıdaki pasaj -ayet 3 ve özellikle son cümlesi ile bağlantılı olarak okunduğunda- çok evliliklere manevî/ahlakî bir sınırlama getirmektedir.

148 - Lafzen, "onu boşluktaymış gibi (ke'l-mu‘allaka) bırakarak bütün ilginizi diğerine yöneltmeyin"; yani, eşlerden birini her türlü şefkatten yoksun bırakacak şekilde bütün ilginizi diğerine yöneltmeyin. Bu ibareyi çeviri tarzım konusunda bkz. Lane V, 2137.

130. Eğer eşler (149) ayrılırlarsa, Allah her birini lütfu ile besleyip geçindirir. Çünkü Allah (lütfunda) sınırsızdır, hikmet sahibidir,

149 - Lafzen, "ikisi".

131. ve göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir. BİZ, hem sizden önce vahiy verilenlere, hem de size Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olmanızı emretmişizdir. Eğer O'nu inkar ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir ve Allah Kendi kendine yeterlidir, övülmeye layık olandır.
132. Göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir ve hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz.
133. O, eğer dilerse, ey insanlar, sizi yok edip [yerinize] başka varlıklar geçirebilir: Çünkü Allah bunu yapmaya gerçekten muktedirdir.
134. Kim bu dünyanın nimetlerini isterse, [ona hatırlat ki] hem bu dünyanın hem de ahiretin nimetleri Allah katındadır ve Allah gerçekten her şeyi duyan, her şeyi görendir.
135. SİZ EY imana ermiş olanlar! Sizin, ebeveyninizin ve akrabalarınızın aleyhine de olsa, Allah rızası için hakikate şahitlik yaparak adaleti gözetmeye azmedin. O kişi zengin de olsa fakir de olsa, Allah'ın hakkı onların her birinin [hakkının] önüne geçer. (150) Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Çünkü, eğer [hakikati] çarpıtırsanız, bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

150 - Yani, "zengin bir adamın sizi onun lehine veya aleyhine sonuçlanacak bir önyargıya sürüklemesine izin vermeyin ve yersiz bir merhamete kapılarak hakikati (gizleme) pahasına yoksul kimseyi kayırmayın".

136. Siz ey imana ermiş olanlar! Sımsıkı sarılın Allah'a ve Peygamber'e olan inancınıza ve O'nun Peygamberi'ne safha safha indirdiği ilahî kelâma ve daha önce indirdiği vahye: (151) Zira Allah'ı, meleklerini, vahiyleri, peygamberleri ve Ahiret Günü'nü inkar eden, gerçekten şiddetli bir sapıklığa düşmüştür. (152)

151 - Burada kasdedilen, önceki vahiyler olgusuna inanmadır, yoksa önceden vahyedilmiş kitapların -Kur'an'da sıkça ifade edildiği gibi- asıl metinlerinin kapsamlı bir tahrifata uğramasının sonucu olan bugünkü şekillerine değil.

152 - Allah, vahiylerini peygamberlere, melek olarak tanımlanan varlıklar veya güçler aracılığıyla ilettiğinden meleklere iman ile indirilen vahye iman arasında bu şekilde paralellik kurulmuştur.

137. İman edip sonra hakikati inkar eden ve tekrar iman edip yeniden hakikati inkar eden ve sonra hakikati inkar etmedeki inatlarına boyun eğenlere (153) gelince, Allah onları bağışlamayacak ve hiçbir şekilde doğru yola eriştirmeyecektir.

153 - Lafzen, "inkarlarını arttıranlara".

138. Böyle ikiyüzlülere kendilerini şiddetli bir azabın beklediğini duyur.
139. Müminleri bırakıp hakikati inkar edenleri dost edinenlere gelince, onlarla şeref kazanacaklarını mı umuyorlar? Unutmayın ki asıl şeref [yalnız] Allah'a aittir. (154)

154 - Bkz. 3:28. Ancak "dostlar" (evliyâ', tekili velî) terimi bu bağlamda sadece politik ittifakları göstermez. Her şeyden daha fazla, bariz olarak, hakikati inkar edenler ile "ahlakî dayanışmaya" işaret eder. Bu da onlar tarafından "onurlandırılma" veya eşit kabul edilme ümidi ile onların hayat tarzlarını müminlerin hayat tarzına tercih etmeyi ifade eder. İnatçı inkarcıların hayat tarzının taklit edilmesi, sahih inancın talep ettiği ahlakî esaslar ile çatıştığından, bu ilkelerin tedricî olarak terk edilmesine yol açar.

140. Allah bu ilahî kelâmda size buyurmuştur ki ne zaman Allah'ın mesajlarının inkar edildiğini ve onların hafife alındığını duyarsanız, başka şeyler konuşmaya başlayıncaya kadar bunu yapanların yanından ayrılmalısınız, (155) yoksa kesinlikle onlar gibi olursunuz. Bakın, Allah, ikiyüzlüleri hakikati inkar edenlerle birlikte cehennemde toplayacaktır,

155 - Lafzen, "bunun dışında bir konuşmaya dalıncaya kadar onlarla oturmayacaksınız". Burada işaret edilen buyruk, daha erken bir dönemde indirilmiş olan 6:68'de geçmektedir.

141. onlar ki, sadece başınıza gelecekleri görmeyi beklerler: Böylece, eğer Allah'tan size bir zafer ihsan edilirse, "Sizin yanınızda değil miydik?" derler; hakikati inkar edenlerin şanslarının yaver gittiğini görünce de [onlara dönüp]: "Şu müminlere karşı sizi savunarak sevginizi hak etmedik mi?" derler. (156) Ama Allah, Kıyamet Günü aranızda hükmünü verecek; ve hakikati inkar edenlerin müminlere zarar vermelerine asla izin vermeyecektir. (157)

156 - Lafzen, "biz sizin üzerinizde ("kalpleriniz üzerinde" -karş. Lane II, 664) bir hakimiyet sağlamadık mı ve sizi müminlere karşı savunmadık mı?" Burada "müminler" terimi, "el" harf-i tarifi yerine "şu" işaret zamirinin kullanılışını haklı gösteren istihza edici bir îma taşımaktadır.

157 - Bu duyuru, tamamen manevî/ruhî bir muhtevaya sahiptir ve hayatın değişkenlik gösteren maddî şartlarına uygulanamaz; zira (bu son ayetin işaret ettiği gibi) "hakikati inkar edenler" bazan "şanslı" günlerinde olabilirler, yani, müminler üzerinde geçici bir üstünlük sağlayabilirler.

142. Bakın, bu ikiyüzlüler, Allah'ı kandırmaya çalışıyorlar; halbuki Allah onların [kendi kendilerini] kandırmalarını sağlıyor. (158) Onlar namaz için kalktıklarında, gönülsüzce, sadece insanlar görüp takdir etsinler diye kalkarlar; Allah'ı da nadiren anarlar;

158 - Bazı müfessirler (mesela Râzî), huve hâdi‘uhum (lafzen, "O, onları yanıltandır") ifadesini, "onları hilelerinden dolayı cezalandıracaktır" şeklinde yorumlarlar. Ancak benim tercih ettiğim çeviri, aynı türden bir münafıklığın sözkonusu edildiği 2:9 ile daha uyumlu görünmektedir: "Onlar Allah'ı ve imana ermiş olanları kandırmak isterler; halbuki kendilerinden başka kimseyi kandıramazlar ve bunu da fark etmezler." Bkz. ayrıca Menâr V, s. 469. -Orada bu yorumlar, birbirlerini tamamlayıcı olarak mütalaa edilmişlerdir.

143. bu taraftakilerle diğerleri arasında bocalayıp dururlar, ne o tarafa ne de bu tarafa [sadık] kalırlar. Allah'ın saptırdıkları için asla bir çıkış yolu bulamazsın.
144. Siz ey imana ermiş olanlar! Müminleri bırakıp hakikati inkar edenleri dost edinmeyin! Suçluluğunuz konusunda Allah'ın önüne açık bir kanıt mı (159) koymak istiyorsunuz?

159 -
145. Şüphe yok ki, ikiyüzlüler ateşin en dibine atılacaklar ve sen onlara yardım edebilecek birini bulamayacaksın.
146. Ancak tevbe edenler, dürüst ve erdemlice yaşayanlar, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve yalnız O'na yürekten inanıp bağlananlar hariç: Zira bunlar müminlerle birlikte olacaklardır ve zamanı geldiğinde Allah bütün müminlere büyük bir mükafat bahşedecektir.
147. Eğer şükreder ve imana ererseniz neden Allah [geçmiş günahlarınızdan dolayı] sizi azaba uğratsın? Bilirsiniz ki Allah şükredenlere karşılığını her zaman veren ve her şeyi bilendir. (160)

160 - Burada sözü edilen şükür, genel bir mahiyet taşır- hayatta olmanın ve "can" olarak tanımlanan bir vasıf ile donatılmanın karşılığında duyulan şükran duygusu: insanı, bu hayat ve şuur nimetinin tesadüfî olmadığını kavramaya ve böylece, mantıkî bir düşünme süreci içinde Allah'a inanmaya yönelten bir duygu. Zemahşerî'ye göre bu, "şükr"ün yukarıdaki cümlenin kuruluş tarzı içinde neden "inanc"ın önüne konulduğunun sebebini açıklar.

148. Allah, bir kötülüğün, [ondan] zarar gören tarafından söylenmesi dışında, açıkça zikredilmesini sevmez. (161) Allah gerçekten her şeyi duyan, her şeyi bilendir;

161 - Bazı müfessirlerin (mesela, Râzî) işaret ettiği gibi, bu, önceki iki ayette zikredilen "tevbe etmiş günahkarların" -hem münafıklar hem de doğrudan inkarcıların- daha önceki söz veya fiillerini teşhir etmeye bir işaret olabilir: bu ifadenin kullanıldığı bağlamdan çıkarıldığı anlaşılan bir yorum. Ancak yukarıdaki ibare genel bir muhtevaya da sahiptir: Herhangi bir kimsenin kötü söz veya fiillerinin, "[onlardan] zarar görenler tarafından söylenmesi hariç", toplum içinde ifşa edilmesini yasaklar. Bu, aynı zamanda, bir bütün olarak toplumu etkileyen kötü davranışların, zarar gören tarafın -burada tüm toplumun- menfaatleri gerektirdiği takdirde teşhir edilebileceğine işaret eder.

149. sizin, açıktan ya da gizli, iyilik yapıp yapmadığınızı yahut [size yapılmış olan] bir kötülükten dolayı affediciliğinizi gösterip göstermediğinizi [bilir]: u-nutmayın ki Allah, günahları bağışlayandır, kudret ve egemenliğinde sınırsızdır.
150. ALLAH[a inanmak] ile elçileri[ne inanmak] arasında ayrım yapmaya çalışarak, "Birine inanır, ama diğerini inkar ederiz!" (162) demek suretiyle Allah'ı ve elçilerini inkar edenler, (böylece de) arada bir yol tutturanlar (var ya);

162 - Yahut: "Bazılarına inanır, diğerlerini inkar ederiz" -yani, onlar Allah'a inanırlar ama peygamberlere inanmazlar (Zemahşerî), yahut, bazı peygamberlere inanırlar ama diğerlerini inkar ederler (Taberî ve Zemahşerî). Bana göre bu iki yorumdan ilki daha tercihe şayandır; çünkü o sadece bazı peygamberlerin inkar edilmesini kapsamaz, ama aynı zamanda, Allah'ın kendi iradesini seçtiği elçiler aracılığıyla gösterebileceği fikrinin toptan reddini de ifade eder. İslam'a göre, Allah'ın peygamberlerinden birinin veya tümünün reddi, bizzat Allah'ın inkar edilmesi kadar şiddetli bir günah teşkil eder.

151. işte bunlar hakikati gerçekten inkar edenlerdir: ve Biz hakikati inkar edenler için aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır.
152. Allah'a ve peygamberlerine inanan ve onlar arasında hiçbir ayrım yapmayanlara (163) gelince, zamanı geldiğinde Allah, onlara mükafatlarını [tam olarak] bahşedecektir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

163 - Yani, onların Allah'ın elçileri oldukları noktasında.

153. TEVRAT'IN izleyicileri, (164) [ey Peygamber,] gökten kendilerine bir vahiy indirmeni isterler. (165) Onlar Musa'dan bunun daha büyüğünü istemişler ve "Bizi Allah ile yüzyüze getir" demişlerdi de bu çarpıklıkları yüzünden onları bir ceza yıldırımı çarpmıştı. (166) Daha sonra [altın] buzağıya tapmaya başlamışlardı, ve hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra yapmışlardı bunu! Yine de bu [günahları]nı silmiş ve Musa'ya [hakikatin] açık kanıtını bahşetmiştik;

164 - Cümlenin akışından/gelişinden açıkça anlaşıldığı gibi, ehlu'l-kitâb (geçmiş vahiylerin mensupları) terimi, burada özel olarak Yahudilere işaret eder. Bu, onun "Tevrat'ın izleyicileri" şeklindeki çevrilmesini açıklar.

165 - Yani, "peygamberliğinin isbatı için". Alternatif olarak, cümle şu şekilde de anlaşılabilir: "Onlar senden gökten [fiilen] bir kitap indirmeni isterler". Ancak, Yahudilerin, yalnız kendilerinin ilahî vahye mazhar olacaklarına inandıkları şeklinde çok sık tekrarlanan Kur'ânî beyan ışığında benim tercih ettiğim çeviri daha uygun görünmektedir.

166 - Bkz. 2:55 ve ilgili not 40.

154. ve Sina Dağı'nı verdikleri sözün delili olarak üzerlerine yükseltmiştik. Onlara "Kapıdan tevazu içinde girin" demiş (167) ve "Sebt Kanunu'nu ihlal etmeyin!" diye uyarmıştık ve kendilerinden sağlam bir taahhüt almıştık.

167 - Bkz. 2:58-59 ve ilgili dipnotlar.

155. Böylece, taahhütlerini çiğnedikleri, Allah'ın mesajlarını reddettikleri, peygamberleri haksız yere öldürdükleri ve "Kalplerimiz zaten bilgi ile doludur" diye böbürlendikleri için [onları cezalandırdık (168) ], hayır, aslında Allah, hakikati inkar etmelerinden dolayı onların kalplerini mühürlemiştir ve [şimdi] artık çok az şeye inanırlar; (169)

168 - Onların cezalandırılmasına ilişkin -burada açık şekilde îma edilen- beyan, 160. ayette açıklığa kavuşturulmuştur.

169 - Bkz. 2:88 ve ilgili notlar.

156. ve hakikati inkar ettikleri ve Meryem'e korkunç bir iftira attıkları için (170)

170 - Burada işaret edilen iftira, Hz. İsa'nın "gayrimeşru bir çocuk" olduğu şeklindeki yaygın Yahudi iddiasıdır.

157. ve "Bakın, biz, Allah'ın Elçisi [olduğunu iddia eden] Meryem'in oğlu İsa Mesih'i öldürdük!" diye böbürlendikleri için. Aslında o'nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler, sadece onlara öyle [olmuş gibi] göründü; (171) ve o konuda farklı görüşler taşıyanlar da gerçekten şaşkındılar, o'nunla ilgili [gerçek] bir bilgileri yoktu ve sadece bir zanna uymuşlardı. Kesin olan şu ki o'nu öldürmediler:

171 - Böylece Kur'an, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi hikayesini kesinlikle reddeder. Müslümanlar arasında yaygın bazı efsanelere göre, Allah, Hz. İsa'nın yerine son anda ona çok benzeyen bir kişi (bazı rivayetlere göre o kişi Yuda idi) koydu ve Hz. İsa'nın yerine bu kişi çarmıha gerildi. Ancak bu efsanelerden hiçbiri Kur'an'dan ve sahih Hadisler'den en küçük bir destek bile bulmaz ve bu çerçevede klasik müfessirler tarafından üretilen hikayeleri tamamen reddetmek gerekir. Bunlar, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmediği şeklindeki Kur'ânî beyanı İnciller'de o'nun çarmıha gerilişine ilişkin canlı tasvirler ile "uyumlu hale getirme"yi amaçlayan şaşkın teşebbüslerden başka bir şeyi temsil etmezler. Bu şekildeki çarmıha gerilme hikayesi, "sadece onlara öyle olmuş gibi göründü" şeklinde çevirdiğim ve-lâkin şubbihe lehum Kur'an ibaresinde özlü bir şekilde açıklanmıştır ve şuna işaret eder: Zamanın akışı içinde, Hz. İsa'dan uzun zaman sonra, o'nun, insanlığın işlediği ileri sürülen "ilk günah" karşılığında kefaret olarak haç üzerinde öldüğünü söyleyen bir efsane (muhtemelen o zaman güçlü olan Mitraistik inançların etkisi altında) gelişmişti; ve bu efsane Hz. İsa'nın daha sonraki izleyicileri arasında öylesine köklü şekilde yerleşti ki düşmanları olan Yahudiler bile ona inanmaya -olumsuz anlamda olsa da- başladılar (çünkü çarmıha germe, o zamanlar en tehlikeli suçlular için verilen ölüm cezasının berbat bir biçimi idi). Bana göre bu, ve-lâkin şubbihe lehum ibaresinin tek tatmin edici açıklamasıdır. Çünkü, şubbihe lî ibaresi, deyim olarak da huyyile lî ("[bir şey] bana güzel bir hayal oldu", yani, "benim zihnimde" -başka bir deyişle, "bana öyle geldi") ibaresiyle eşanlamlıdır (bkz. Kâmûs, heyele maddesi ve Lane II, 833 ve IV, 1500).

158. Hayır, Allah o'nu Kendi katına yüceltti. (172) Allah gerçekten kudret ve hikmet sahibidir.

172 - Karş. 3:55. O ayette Allah, Hz. İsa'ya "Seni ölüme yollayacağım ve katıma yücelteceğim buyurur. Rafe‘ahû (lafzen, "o'nu yüceltti" yahut "o'nu yukarı çıkarttı"), bir insanın raf‘ edilmesi ("yukarı çıkartma/yükseltme") fiili ne zaman Allah'a atfedilmişse, her zaman "onurlandırma" yahut "yüceltme" anlamlarına gelir. Kur'an'ın hiçbir yerinde, Allah'ın Hz. İsa'yı yaşadığı sırada bedensel olarak cennete "yükselttiği" şeklindeki yaygın inancı destekleyen bir beyan yoktur. Yukarıdaki ayetteki "Allah o'nu kendi katına yüceltti" ibaresi, Hz. İsa'nın Allah'ın özel rahmeti mertebesine yükseltildiğini gösterir; rafe‘nâhu "o'nu yücelttik" fiilinin İdris Peygamber ile bağlantılı olarak kullanıldığı 19:57'den açıkça anlaşılacağı gibi, bu bütün peygamberlerin yararlandıkları bir lütuftur. (Bkz. ayrıca Menâr III, 316 ve VI, 20'de Muhammed Abduh.) Cümlenin başındaki "hayır" (bel) vurgusu, Yahudilerin Hz. İsa'yı haç üzerinde korkunç bir ölüme mahkum ettiklerine inanmaları ile Allah'ın "o'nu kendi katına yücelttiği" gerçeği arasındaki zıtlığı vurgulamayı amaçlar.

159. Nitekim geçmiş vahyin izleyicilerinden hiç kimse yoktur ki, ölümü anında, İsa ile ilgili hakikati kavramamış olsun; (173) ve Kıyamet Günü İsa, [bizzat] onlar aleyhine hakikate şahitlik yapacaktır.

173 - Lafzen, "ölümünden önce o'na inanmamış olsun". Bu ayete göre bütün Yahudiler ve Hristiyanlar, ölümleri anında Hz. İsa'nın Allah'ın bir peygamberi olduğunu -ve ne bir sahtekar ne de "Allah'ın oğlu" olmadığını- anlarlar (Zemahşerî).

160. Böylece, o zaman, Yahudi itikadına mensup olanlar tarafından işlenen zulümden dolayı, [daha önce] tattırdığımız hayatın bazı nimetlerinden onları yoksun bıraktık; (174) [böyle yaptık], çünkü Allah yolundan her an sapmaktaydılar, (175)

174 - Müfessirlerin büyük çoğunluğu, bunun, 3:93 ve 6:146'da atıfta bulunulan, Yahudiler'e konulmuş katı beslenme kısıtlamalarına işaret ettiğini kabul ederler. Ancak 3:93'de, bu kısıtlama ve yasaklamaların "Tevrat onlara gönderilmeden önce" işlenmiş kötü fiillerin bir cezası olduğu açıkça ifade edildiğinden ve şimdi ele aldığımız ayet ise onların daha sonraki günahkar davranışlarıyla ilgili bulunduğundan, burada sözü edilen cezanın başka bir şey olduğu sonucuna varırız: Yahudi toplumunun, diğer milletlerin yararlandığı "hayatın birçok nimetleri"nden çağlar boyu mahrum kalmaları cezası ve başka bir deyişle, onların, yazılı tarihlerinin büyük bölümünde ve özellikle Hz. İsa'dan sonraki dönemde yaşamak zorunda kaldıkları aşağılanma ve sıkıntılar. Harramn⠑aleyhim (lafzen, "onlara yasakladık") ibaresini "onları yoksun bıraktık" şeklinde çevirmem, bu yoruma dayanmaktadır.

175 - Sadde fiili ("saptı") hem geçişsiz hem de geçişli olabileceği gibi ondan türetilen sadd ismi için de aynı şey geçerlidir. Birinci durumda cümle, "Allah yolundan sıkça saptıkları için"; ikinci durumda ise, "[diğer] bir çoğunu Allah yolundan saptırdıkları için" şeklinde okunur. Kur'an'da İsrailoğulları'nın inatçı tabiatlarının sıkça vurgulanması -ve Eski Ahid'de bu mealdeki birçok delil- karşısında fiilin geçişsiz biçimini tercih ettim.

161. yasaklandığı halde faiz alıyorlardı ve başkalarının malını haksız yere harcıyorlardı. (Böylece,) onlar arasından hakikati inkar [etmeye devam] edenler için şiddetli bir azap hazırladık.
162. İçlerinden bilgide derinleşmiş olanlara, (176) sana ve senden öncekilere indirilmiş olana iman edenlere, [özellikle] namazlarında dikkatli ve devamlı olanlara, (177) karşılık beklemeden harcayanlara, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inananlara gelince; işte Biz, bunlara büyük bir mükafat bahşedeceğiz.

176 - Yani, Yahudiler arasından, sadece ibadetlerini yerine getirmekle yetinmeyip inancın en derin anlamına nüfûz etmeye çalışanlara.

177 - Basra ekolüne mensup dil bilginlerine ve özellikle Sîbeveyh'e göre, mukîmîne's-salât "namazlarında dikkatli ve daim olanlar" ibaresinde mansûb halin (accusative) -merfû (nominative) el-mukîmûn hali yerine- kullanılması, namaza ve onu ikame edenlere nisbet edilen özel, övgüye-değer vasfı vurgulamayı amaçlayan uygun bir gramatik araçtır (bkz. Zemahşerî ve Râzî). Parantez içinde "özellikle" kelimesini kullanmamın sebebi budur.

163. BAK, [ey Peygamber,] Biz Nûh'a ve o'ndan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik: tıpkı İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve İsa, Eyyub, Yunus, Harun ve Süleyman dahil onların torunlarına vahyettiğimiz gibi; ve Davud'a bir ilahî hikmet kitabı (178) bağışladığımız gibi;

178 - Yani, Mezmurlar (bkz. sure 21, not 101).

164. ve hem daha önce (179) sana bildirdiğimiz [öteki] elçilere, hem de bahsetmediğimiz elçiler[e vahyettiğimiz] gibi; ve Allah'ın Musa'ya sözünü söylediği gibi:

179 - Yani, bu surenin nüzulünden önce.

165. [Bütün bu] elçileri güzel haberlerin müjdecileri ve uyarıcılar olarak [gönderdik] ki onlar[ın gelişin]den sonra insanın Allah karşısında bir mazereti kalmasın: Allah gerçekten güç ve hikmet sahibidir.
166. Ama Allah, sana bahşettiği hakikate [Bizzat Kendisi] şahitlik yapar: onu kendi hikmetinin bir ürünü olarak bahşetmiş ve melekleri de ona şahit tutmuştur; oysa hiç kimse Allah'ın şahitliği gibi şahitlik yapamaz.
167. Hakikati inkar etmeye ve başkalarını Allah yolundan saptırmaya şartlanmış olanlar, derin bir sapıklık içindedirler.
168. Hakikati inkar etmeye ve zulüm işlemeye şartlanmış olanları, Allah asla affetmeyecek ve onlara bir yol göstermeyecektir;
169. cehennem yolundan başka, orada sonsuza kadar kalacaklardır: Bu, Allah için çok kolaydır.
170. Ey insanoğlu! Elçi size Rabbinizden hakikati getirdi: o halde kendi iyiliğiniz için inanın! Ve eğer hakikati inkar ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir ve Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir!
171. EY İNCİL'in izleyicileri! Dininiz[in temeli olan hakikat]in sınırlarını aşmayın (180) ve Allah hakkında yalnız hakikati söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih sadece Allah'ın Elçisi –O'nun Meryem'e ulaştırdığı vaadi-[nin tahakkuku]– ve O'nun yarattığı bir can idi. (181) O halde Allah'a ve peygamberlerine inanın ve "[Tanrı bir] üçlüdür!" demeyin. Kendi iyiliğiniz için [bu iddiadan] vazgeçin. Allah, Tek İlah'tır; çocuk sahibi olmaktan münezzehtir: göklerde ve yerde olan her şey O'na aittir ve hiç kimse Allah kadar güvene layık değildir.

180 - Yani, Hz. İsa'yı uluhiyet mertebesine yükseltmek suretiyle. Burada özellikle Hristiyanlara hitab edildiğinden, kitâb terimini "İncil" olarak çevirdim.

181 - Lafzen, "Meryem'e ilettiği kelimesi ve O'ndan bir can". Taberî'ye göre "kelime" (kelime), "Allah'ın meleklere Meryem'e iletmelerini emrettiği duyuru" (risâlet) ve Allah'ın ona müjdesi" (3:45'e bir atıf) idi- ki kelimetuhû'nun "O'nun vaadi[nin tahakkuku]" olarak çevrilmesini haklı gösteren bir yorumdur. (Bkz. ayrıca sure 3, not 28). "O'ndan bir can" yahut "O'nun tarafından yaratılan bir can" ifadesi konusunda kayda değer olan husus, rûh kelimesinin Kur'an'da taşıdığı çeşitli anlamlardan (mesela, 2:87 ve 253'deki "ilham" gibi) başka, aynı zamanda, öncelikli olarak "hayat soluğu", "ruh" yahut "can" anlamlarında da kullanılmış olduğudur: mesela, insan embriyosunun sürekli evriminden söz edilen 32:9'daki gibi: Allah, "sonra ona (yaratılış) amacına uygun bir şekil verip kendi ruhundan üfler" -yani, Allah'ın insana yüce armağanını temsil eden ve bu nedenle "O'nun ruhundan bir nefes" olarak tanımlanan bilinçli bir can ile onu donatır. Hz. İsa'nın saf insan tabiatını vurgulayan ve o'nun uluhiyetini reddeden bu ayette ise Kur'an, Hz. İsa'nın, diğer bütün insanlar gibi "O'nun tarafından yaratılan bir can" olduğuna işaret eder.

172. Ne İsa, Allah'ın kulu olmaktan kaçınacak kadar gurura kapıldı, ne de O'na yakın olan melekler. O'na kulluk yapmaktan vazgeçecek kadar gurura kapılanlar ve küstahça böbürlenenler [bilsinler ki Hesap Günü] Allah hepsini Kendi katında toplayacaktır:
173. orada, iman edip doğru ve yararlı işler yapanlara bütün mükafatlarını bağışlayacak ve lütfuyla fazlasını da verecektir; gururlanan ve küstahça böbürlenenleri ise şiddetli bir azap ile cezalandıracaktır: onlar kendilerini ne Allah'tan koruyacak ve ne de yardım edecek birini bulabileceklerdir.
174. EY İNSANLAR! Rabbinizden size hakikatin bir tezahürü geldi ve size aydınlatıcı bir ışık gönderdik.
175. Allah'a iman edenlere ve O'na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları rahmeti ve lütfu ile kuşatacak (182) ve dosdoğru bir yol ile Kendisine yöneltecektir.

182 - Lafzen, "onları rahmeti ve lütfu içine alacak".

176. ONLAR senden, kendilerini aydınlatmanı isterler. (183) De ki: "Allah, birinci dereceden mirasçı bırakmayanlar[dan kalan miras] ile ilgili kurallar konusunda [böylece] sizi aydınlatır: eğer bir erkek, çocuk bırakmadan ölürse ve bir kız kardeşi varsa, onun terekesinin yarısına kız kardeşi sahip olacaktır; kız kardeşin çocuk bırakmadan ölmesi halinde ise erkek onun mirasını alacaktır. Fakat iki kız kardeş varsa, ikisi [birlikte] onun terekesinin üçte-ikisine sahip olacaklar; ve eğer erkek kardeşler ve kız kardeşler (184) varsa, erkek iki kadının payı kadar alacak." Allah [bütün bunları] size açıklar ki sapıklığa düşmeyesiniz; Allah her şeyi bilir.

183 - Yani, sonraki cümlede zikredilen miras hükümleri hakkında. İstiftâ'nın ([belli] bir hüküm hakkında aydınlatılma arzusu) anlamı konusunda bkz. bu surenin 145. notu. Önceki pasajlardan akâid sorunlarıyla ilgili bu pasaja görünürdeki anî geçiş, Kur'an'ın, ahlakî öğütleri pratik düzenlemelerle bilinçli olarak örmesi prensibine uygundur. Bu, insan hayatının –ruhsal, fiziksel, bireysel ve sosyal olarak– parçalanmaz bir bütün olduğu ve bu nedenle, "iyi hayat" kavramı hayata tam olarak geçirilmek isteniyorsa, onun bütün cephelerinin eş-anlı olarak gözönüne alınması gerektiği şeklindeki öğretinin bir sonucudur. Yukarıdaki ayet, bu surenin başlarında ele alınan miras hükümleri demetini de tamamlayıcı niteliktedir...

184 - Lafzen, "kadın ve erkek kardeşler (ihveh)". İhveh tabirinin erkek kardeşleri veya kız kardeşleri ya da hem erkek hem de kız kardeşleri kapsadığını kaydetmeliyiz.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: