Meal Seç / Sure Seç

Fussilet Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

41 - Fussilet
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
40. sureden (Ğâfir) hemen sonra nazil olan bu sure, onun ele aldığı temayı, insanın ilahî vahiyleri bilinçli olarak kabul etmesi veya kasden reddetmesi temasını işlemeye devam etmektedir. Surenin başlığı, 3. ayetinde geçen ve Kur'an'ın mesajlarının "apaçık bildirildiği"ne işaret eden fussilet fiilinden çıkarılmıştır.
1. Hâ-Mîm. (1)

1 - Bkz. EK II.

2. [BU VAHYİN] indirilişi, Rahmân ve Rahîm'dendir:
3. bir ilahî kelâm ki, (taşıdığı) mesajlar, anlama ve kavrama yeteneğine sahip insanlar için Arapça (2) bir hitabe olarak apaçık beyan edilmiştir;

2 - Bkz. 12:2 ve ilgili not 3.

4. güzel haberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak. Fakat [bu ilahî kelâm insanlara ne zaman tebliğ edilse] çoğu yüz çevirir ki [mesajını] duymasınlar; (3)

3 - Bir önceki ayette zikredilen "anlama ve kavrama yeteneğine sahip insanlar", bu ilahî kelâmın manevî kasdını/esprisini kavrayan ve bu sebeple onun rehberliğine teslim olan insanlardır. O halde bunlar, yukarıdaki ifadede ve sonraki ayette işaret edilen "çoğu kimseler"in kapsamına girmezler. Tersine, "çoğu"ndan kasdedilen, böyle bir yetenekten yoksun bulunan ve sonuçta, Kur'an'ı anlamsız gören insanlardır. Zımnen işaret olunan -ve belki de İbni Kesîr dışında hemen hemen bütün müfessirler tarafından gözardı edilen- bu ayrım ancak cümlenin başındaki parantez içi ifade aracılığıyla yansıtılabilirdi.

5. ve "[Ey Muhammed!]" derler, "Kalplerimiz bizi çağırdığın her şeye kapalıdır, kulaklarımız sağırdır ve bizimle senin aranda bir engel vardır. (4) Öyleyse, sen [ne istersen] yap, unutma ki biz de [her zaman yaptığımızı] yine yapacağız!"

4 - Hicâb teriminin bu karşılığı için bkz. 7:46'nın ilk cümlesi ile ilgili not 36, aynı zamanda 6:25. Kur'an mesajından yüz çevirenlerin "sözleri" elbette mecazî olup onların tutumunu tasvir etmeye yarar.

6. [Ey Muhammed] de ki, "Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. (5) Bana tanrınızın yalnızca Tek Tanrı olduğu vahyedilmiştir: öyleyse O'na yönelin ve O'ndan bağışlanma dileyin!" O'ndan başkasına ilahlık yakıştıranların vay haline;

5 - Karş. 6:50 ve ilgili not 38.

7. [vay haline] karşılıksız harcamadan kaçınanların: işte böyleleridir ahireti inkar edenler! (6)

6 - Allah'ın birliğine inanmak ve insanlara karşılıksız yardımlarda bulunmak, İslam'ın iki temel buyruğudur. Bu itibarla, bu iki buyruğa kasıtlı şekilde karşı çıkmak, insanın Allah'a karşı sorumluluğunun ve sonuçta hayatın öteki dünyada da devam edeceğinin inkarı anlamına gelir. (Zekât'ın bu bağlamda "karşılıksız harcama" olarak çevrilmesi konusunda bkz. sure 2, not 34. Unutulmamalıdır ki, zekât'ın Müslümanlar üzerinde zorunlu bir vergi yükümlülüğü şeklinde anlaşılması Medine döneminde başlar, halbuki bu sure Mekke dönemine aittir.)

8. [Ama,] imana erip doğru ve yararlı işler yapanlar kesintisiz bir mükafat kazanacaklardır!
9. DE Kİ: "Siz, arzı iki evrede (7) yaratmış olan Allah'ı gerçekten inkar mı ediyorsunuz? Ve O'na, âlemlerin Rabbine rakip güçlerin bulunduğunu mu iddia ediyorsunuz?" (8)

7 - Yevm (lafzen, "gün") teriminin yukarıdaki gibi "evre" olarak çevrilmesi konusunda bkz. 7:54 ile ilgili not 43. Kozmik olaylar ile ilgili birçok Kur'an ayetinde olduğu gibi, evrenin yaratıldığı "altı çağ" ya da "altı evre" -bunların "iki"si, yukarıdaki ayete göre, dünya da dahil, inorganik evrenin gelişmesi ile geçmiştir- tam bir temsîlî muhtevaya sahiptir: bu durumda, evrenin "ezelî" olmadığına, zaman içinde belli bir başlangıcının olduğuna ve bu hale gelinceye kadar belli bir zamanın geçmesi gerektiğine işarettir.

8 - Lafzen, "O'na ortaklar (endâd) mı koşuyorsunuz?" Bunun açıklaması için bkz. 2:22, not 13.

10. O, [arzı yarattıktan sonra,] üzerine [kuleler gibi] sarsılmaz dağlar yerleştirdi, ona [sayısız] nimetler bağışladı ve oradaki geçim araçlarını onları arayanlar arasında eşit şekilde paylaştırdı: (9) [ve bütün bunları] dört evrede (10) [yarattı].

9 - Yani, ilahî adalet ilkelerine göre, yoksa beşerî "eşitlik" ya da "ihtiyaç" kavramlarına göre değil.

10 - Hemen hemen bütün klasik müfessirler, bu "dört evre"nin önceki ayette zikredilen "iki"yi de kapsadığında hemfikirdirler: "ve bütün bunları … yarattı" şeklindeki parantez içi ifadelerin sebebi budur. 12. ayetteki "iki evre" ile birlikte toplam temsîlî sayı altıya yükselir.

11. Ve (11) O, [sadece] duman halinde (12) olan göklere şekil verdi; onlara ve arza, "İkiniz de isteyerek yahut istemeden [varlık alanına] gelin!" diye buyurdu. İkisi birden: "Peki, boyun eğerek geliriz!" dediler. (13)

11 - Sümme edatı, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, her ne zaman paralel ifadeleri -yani, zaman içinde bir düzene/sıraya tâbi olmayan ifadeleri- birleştirmek için kullanılmışsa basit bir bağlaç fonksiyonuna sahip olmuştur ve bu nedenle de "ve" olarak çevrilmesi uygundur.

12 - Yani, gaz halinde: fizikçilerin, evrenin bütün maddî unsurlarının kaynağını teşkil eden asal bir element olarak gördükleri hidrojen gazı. Semâ' teriminin ("gök" veya "gökler" yahut "cennet") kozmik delaleti için bkz. 2:29, not 20.

13 - Bu pasaj ile ilgili açıklamasında Zemahşerî şunları söyler: "Allah'ın göklere ve yere ‘gelmeleri'ni emretmesi ve onların da [bu emre] boyun eğmelerinin anlamı şudur: Allah, onların varlık alemine çıkmalarını istedi, onlar da, Allah'ın iradesine uygun şekilde var oldular... ve bu, temsîl (allegory) olarak adlandırılan bir mecâz türüdür... O halde [bu pasajın] maksadı, sadece, Allah'ın, [O'nun tarafından] var edilmiş bütün varlıklar üzerindeki sonsuz kudretinin sonuçlarını tasvir etmekten ibarettir…" (Anlaşılıyor ki, Zemahşerî'nin açıklaması çok sık tekrarlanmış olan şu Kur'ânî ifadeye dayanmaktadır: "Allah bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece ‘Ol!' der -ve o şey oluverir." Zemahşerî, yukarıdaki pasajın yorumunu şöyle sürdürür: "‘İsteyerek veya istemeden'[sözlerinin] anlamı bana sorulsaydı, onun, Allah'ın iradesinin kaçınılmaz bir şekilde tecellî edeceğini gösteren mecazî bir ifade (mesel) olduğunu söylerdim.")

12. Ve onları iki evrede yedi gök (14) olarak yarattı, her göğe kendi işlevini yükledi. Biz, yere en yakın olan gökleri ışıklarla süsledik. Ve onları emniyetli kıldık: (15) İşte bu, Kudret Sahibi ve Her şeyi Bilen'in takdiridir.

14 - Yani, çok sayıda kozmik sistem (karş. 2:29, not 20).

15 - Karş. 15:16-18 ve ilgili notlar 16 ve 17 ile 37:6 vd.

13. [BÜTÜN bu kozmik gerçeklere rağmen] onlar yine de yüz çevirirlerse (16) de ki: "Sizi, ‘Âd ve Semûd (17) [kabilelerinin başına düşen] yıldırımlara benzer bir yıldırıma (18) karşı uyarıyorum!"

16 - Bu, yukarıdaki 9. ayetin ilk cümlesi ile bağlantılıdır: "siz … yaratmış olan Allah'ı gerçekten inkar mı ediyorsunuz".

17 - Bkz. 2:55, not 40.

18 - Bu iki eski kabilenin kıssası için bkz. 7:65-79 ve ilgili notlar, özellikle 48 ve 56 ile 26:123-158.
14. Hani, onlara [Allah'ın] elçileri gelmişti ve önlerine serilmiş olanla [halen] bilgi ve kavrayış alanlarının dışında tutulan (19) hakkında konuşmuşlardı, [ve onlara]: "Yalnız Allah'a kulluk edin!" [diye çağrıda bulunmuşlardı]. Onlar, "Eğer" demişlerdi, "Rabbimiz [sizin söylediklerinize inanmamızı] dileseydi, [mesajının tebliğcisi olarak] melekler gönderirdi. (20) Bakın işte biz, getirdiğiniz[i iddia ettiğiniz] şeyde bir gerçek payı bulunduğunu inkar e-diyoruz!"

19 - Lafzen, "onların elleri arasından ve arkalarından gelerek ...": yani, onların bilmediği bazı şeyleri -mesela, daha önce yaşamış olan kendileri gibi günahkarlara ne olduğunu- hatırlatarak ve hakikati inkarda ısrar etmeleri halinde başlarına neler geleceği hakkında onları uyararak (Zemahşerî, Hasan Basrî'den naklen). Ama, yukarıdaki ifadeyi (ki 2:255, not 247'de açıklanmıştır) başka, daha dolaysız bir yolla anlamak da mümkündür: Allah'ın elçileri, bu günahkar toplumların, bilmeleri gereken (kelime anlamıyla, "elleri arasındaki") bazı şeyleri, yani dünyadaki sosyal ilişkilerinde ve moral anlayışlarındaki yanlış tavırları -ve aynı zamanda hâlâ onların bilgi alanlarının dışında (lafzen, "arkalarında") kalan şeyleri, yani ölümden sonraki hayatı ve Allah'ın nihaî yargılamasını inkar etmelerinin saçmalığına işaret ettiler.

20 - Karş. 6:8-9 ve 15:7.

15. ‘Âd [kavmine] gelince, onlar, doğru olan her şeye karşı [çıkarak] yeryüzünde küstahça dolaştılar ve "Bizden daha güçlü kim varmış?" diye böbürlendiler. Hayret! Onları yaratan Allah'ın kendilerinden daha güçlü olduğunu görmediler mi? Ama onlar mesajlarımızı reddetmeye devam ettiler;
16. bunun üzerine, bu dünya hayatında aşağılanmanın azabını tattırmak için o bahtsız günlerde (21) üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik: onların öteki dünyadaki azap[lar]ı ise daha da aşağılayıcı olacak ve bir yardımcı da bulamayacaklar.

21 - Bkz. 69:6-8.

17. Semûd [kavmine] gelince, onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler: ve böylece, yaptıkları [kötülükler]in bir karşılığı olarak onların üzerine alçaltıcı bir azap yıldırımı düştü:
18. Biz, [yalnızca] imana ermiş olan ve Bize karşı sorumluluk bilinci duyanları kurtardık.
19. Bu nedenle, [bütün insanları,] Allah düşmanlarının ateşin başında toplanacakları ve sonra içine atılacakları Gün[e karşı uyar],
20. ve onlar (ateşe) yaklaştıklarında, kulakları, gözleri ve derileri onlara karşı tanıklık yapacak ve onların [yeryüzünde] yaptıklarını anlatacaklar.
21. Derilerine soracaklar: "Neden aleyhimize tanıklık yaptınız?" Onlar da: "Her şeye konuşma imkanı veren Allah, bize [de] vermiştir: Sizi yoktan var eden O'dur, [şimdi] yine O'na döndürülüyorsunuz.
22. Ve kulaklarınız, gözleriniz yahut deriniz size karşı tanıklık yapmasın diye [günahlarınızı] gizlemeye çalışanlardan olmadınız: üstelik, Allah'ın yaptıklarınız hakkında fazla bir şey bilmediğini sandınız.
23. Ve Rabbiniz hakkında taşıdığınız bu düşünce sizi helake uğrattı, böylece kendinizi hüsrana uğrayanlar arasında buldunuz!"
24. [Başlarına gelene] sabırla katlansalar [bile,] onların mekanı, yine ateş olacak: (22) ve kendilerini düzeltmelerine izin verilmesi için yalvarsalar da buna izin verilmeyecek; (23)

22 - Zımnen, "Allah onlara mühlet vermeyi dilemedikçe": bkz. 6:128'in son paragrafı ve ilgili not 114; ayrıca ayet 40:12, not 10'da nakledilen Hadis.

23 - Lafzen, "onlar, kendilerini düzeltmelerine izin verilenlerden olmayacaktır": günahkarların, Hesap Günü, kendilerine "ikinci bir şans" verilmesi için yalvarışlarına ve Allah'ın bu dileği reddetmesine bir işaret (karş. 6:27-28 ve 32:12).

25. ve [Bize karşı isyankar olduklarından,] onlara [şeytanî dürtülerini] öteki kişilikleri (24) [olarak] musallat ettik; ve bunlar, önlerine serilmiş olan ile, bilgi alanlarının dışında kalanı (25) kendilerine güzel gösterdi. Ve böylece, kendilerinden önce gelip geçmiş olan diğer [günahkar] insan ve görünmeyen varlık (26) toplulukları için geçerli olan [ceza] vaadi onlar için de geçerli olacak: kuşkusuz onlar[ın hepsi] hüsrana uğrayacaktır!

24 - Yahut: "can yoldaşları" (karş. 4:38). Karîn isminin türetildiği karane fiili "bağladı" veya "sıkı bir şekilde birleştirdi" yahut "birbirine [bir şeyi diğerine] kattı" anlamına gelir. Karş. 43:36 -"Rahmân'ın uyarısını görmezden gelmeyi tercih eden kimseye gelince, biz onun içine öteki kişiliğini oluşturmak üzere [kalıcı] bir şeytanî dürtü yerleştiririz".

25 - Lafzen, "onların elleri arasında olan ve arkalarında bulunanları", yani kendi şeytanî dürtüleri (ki, belirtildiği gibi, onların "öteki kişilikleri" olmuştur), önlerine serilmiş bulunan bütün dünyevî cazibelerin sınırsız zevklerini, hiçbir ahlakî seçme yapmaksızın, onlar için baştan çıkarıcı kıldı ve aynı zamanda, yeniden dirilme ve Allah'a hesap verme düşüncesini bir yanılsama gibi görerek dışlamalarına yol açtı ve böylece, bilgi alanları dışında kalan şeyler konusunda onlara yanlış bir güvenlik duygusu verdi.

26 - Cinn teriminin bu karşılığı -ve anlamı- için bkz. Ek III.

26. HAKİKATİ inkar edenler [birbirlerine]: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, ve onun hakkında saçma, anlamsız şeyler uydurun ki onu(n gücünü) bastırasınız!" (27) derler.

27 - Bu, Kur'an'ı Muhammed (s)'in kendi -kişisel ve politik- amaçları için "uydurdu"ğu bir kitap, eski kutsal metinlerden bir "yanlış anlaşılmış alıntılar" serisi, bir "halüsinasyon/vehim" ürünü vb. olarak tanımlamak suretiyle onu değersiz kılmayı amaçlayan çabalara bir işarettir. Bütün bu çabalar, Kur'an mesajına karşı çıkanların Kur'an'ın gücünü içgüdüsel olarak hissettiklerini ve aynı zamanda Kur'an'ın kendi çıkarcı, materyalist hayat görüşlerini tehlikeye soktuğu ve bu nedenle ona karşı çıkılması gerektiği düşüncesinde olduklarını gösterir. Bu, 28. ayetin sonundaki, onların Allah'ın mesajlarını "bilerek reddettikleri" ifadesini de açıklamaktadır.

27. Fakat hakikati [böylece] inkar edenlere kesinlikle şiddetli bir azabı tattıracak ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız!
28. O Allah düşmanlarının cezası, [öteki dünyadaki] ateş olacaktır: Onlar, mesajlarımızı bilerek reddetmelerinin karşılığı olarak içinde sonsuza kadar kalacakları bir yere mahkum olacaklardır. (28)

28 - Cehade fiilinin yukarıdaki şekilde çevirisi için bkz. sure 29, not 45.

29. Ve [yeryüzündeki hayatlarında] hakikati inkar etmiş olanlar [bunun üzerine] feryad edecekler: "Ey Rabbimiz! Bizi saptıran şu insanları ve görünmeyen varlıkları göster bize: (29) onları ayaklarımızın altına al(ıp çiğneyel)im ki hepimizin en alçağı olsunlar!" (30)

29 - Bkz 6:112 -"insanlar ve görünmez varlıklar arasından ... şeytanî güçleri (şeyâtîn) her peygambere düşman kıldık-" ve ilgili dipnot 98.

30 - Karş. 7:38.

30. [Fakat,] "Rabbimiz Allah'tır!" diyen ve sebatla doğru yolu izleyenlere gelince, onların üzerine sık sık melekler iner [ve şöyle derler:] "Korkmayın ve üzülmeyin, işte alın size vaad edilmiş olan cennet müjdesini!
31. Biz bu dünya hayatında sizin dostunuzuz ve öteki dünyada [da dostunuz olacağız]: orada canınızın çektiği her şeye sahip olacak ve istediğiniz her şeye kavuşacaksınız,
32. bağışlayıcı ve rahmet kaynağı olan Allah'tan bir karşılama [olarak]!"
33. [İnsanları] Allah'a çağıran, doğru ve adil olanı yapan ve "Şüphesiz ben Allah'a teslim olanlardanım!" diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
34. (Madem ki) İyilik ile kötülük bir değil, sen [kötülüğü] daha güzel olan ile sav; (31) bak, o zaman seninle arasında düşmanlık olan kimse, [eski bir] dostun, gerçek bir arkadaşınmış gibi davranır!

31 - Bkz. 13:22, not 44. Bu örnekteki "[kötülüğü] daha güzel olan bir şey ile savma" emri Kur'an'a karşı yapılan kaba itirazlara ve düşmanca eleştirilere yöneliktir. Bu pasajın bütünü (33. ayet vd.) 26. ayet ile bağlantılıdır.

35. Ama [bu mazhariyet] sadece sıkıntıya karşı sabredenlere verilmiştir; yalnızca (faziletten) en büyük payı almış olanlara verilmiştir.
36. Bu nedenle, eğer Şeytandan gelen bir vesvese seni [anlamsız, sebepsiz bir öfkeye] sürükleyecek olursa, hemen Allah'a sığın: şüphesiz yalnız O, her şeyi işiten, her şeyi bilendir! (32)

32 - Yani, yalnız O, insanların kalplerinden neler geçtiğini görür ve yalnız O, Kur'an'ı düşmanca bir şekilde eleştirenlerin kendilerinin de farkında olmadıkları iç saiklerinden haberdardır. -Bkz. 7:199-200 ve ilgili notlar, özellikle not 164.

37. Gece ile gündüz, güneş ile ay O'nun işaretlerindendir: [o halde,] güneşe ve aya secde etmeyin, ama onları yaratmış olan Allah'a secde edin; eğer [gerçekten] O'na kulluk etmek istiyorsanız. (33)

33 - Bu, Râzî'ye göre, yukarıda 33. ayetteki "[insanları] Allah'a çağırma" ifadesi ile bağlantılıdır. Allah bütün mevcudatın yegane sebebi ve kaynağıdır: var olan her şey, O'nun yaratıcı gücünün olağanüstü bir işaretidir. Bu nedenle, yaratılmış herhangi bir şeye -bu ister somut bir fenomen, ister soyut bir tabiat gücü, ister bir durumlar dizisi veya bir fikir demeti olsun- gerçek bir güç ve etki yakıştırmak (ki "secde etme"nin buradaki anlamıdır), mantıksız olduğu kadar küfürdür de.

38. Bazısı [bu çağrıya kulak kapatacak kadar] büyüklük tasladığı halde [içlerinden] Rableri ile birlikte olanlar gece gündüz hiç bıkmadan, usanmadan O'nun sınırsız şanını yüceltirler.
39. O'nun işaretlerinden biri de şudur: Sen toprağı çorak görürsün ama üzerine yağmur yağdırdığımızda hemen harekete geçer ve [hayata] uyanıverir! Ona hayat veren, şüphesiz, ölü [kalbe de] hayat verir: çünkü O, her şeye kâdirdir. (34)

34 - Toprağın canlanması benzetmesi, insanın nihaî olarak yeniden dirilmesinin bir temsîli olarak Kur'an'da çok sık zikredilmesine rağmen, bu bağlamda (ve 33-39. ayetleri kapsayan pasajın tamamı ile uyumlu olarak) Allah'ın, O'nun varlığı ve kudreti gerçeğine şimdiye kadar kapalı kalmış olan kalplere ruhî bir hayat bağışlama gücünün tasviri olarak görünmektedir. Bu nedenle, müminlerin, "hakikati inkar edenler"in günün birinde Kur'an mesajının özünü kavrayabilecekleri ümidini asla terk etmemeleri gereğinin bir ifadesidir.

40. MESAJLARIMIZIN anlamını saptıranlar Bizden gizlenemezler: öyleyse [şu iki kişiden] hangisi daha iyidir: ateşe atıl[maya mahkum edil]en mi, yoksa Kıyamet Günü [huzurumuza] güvenle gelecek olan mı? Dilediğinizi yapın: O, yaptığınız her şeyi görür.
41. Gerçek şu ki, kendilerine gelen bu uyarıyı inkar edenler [var ya, işte onlar hüsrana uğrayanlardır]; çünkü o yüce bir ilahî kelâmdır:
42. Hiçbir boşluk ve anlamsızlık ona ne açıkça yaklaşabilir, ne de gizlice: (35) [çünkü o] hikmet Sahibi ve övgüye layık olan tarafından indirilmiştir.

35 - Lafzen, "ne elleri arasından, ne arkasından"; yani ilahî kelâm, ne ekleme veya çıkarmalar yoluyla açıkça (Râzî), ne de düşmanca veya bilerek yapılan saptırıcı/yanıltıcı yorumlar yoluyla gizlice değiştirilemez. Yukarıdaki ayet, büyük müfessir Ebû Müslim el-İsfehânî'nin (Râzî tarafından da nakledildiği gibi) "nesih" teorisini kesin olarak reddederken dayandığı ayetlerden biridir (Bunun için bkz. 2:106, not 87). Herhangi bir Kur'an ayetinin "nesh"i, onun iptali -yani, nesihden sonra artık geçersiz ve hükümsüz olduğunun açıktan veya zımnen ilanı- anlamına geldiğinden, neshedilen ayetin, Kur'an'ın mevcut anlam örgüsü içinde "bâtıl" (gereksiz ve anlamsız) olarak görülmesi gerekecekti: ve bu, Ebû Müslim'in işaret ettiği gibi, yukarıdaki "hiçbir bâtıl (boşluk ve anlamsızlık) ona yaklaşamaz" ifadesi ile açık şekilde çelişirdi.

43. [Sana gelince, ey Muhammed,] senin için söylenenler, senden önceki [Allah'ın] elçiler[i] için söylenenlerden başka bir şey değildir. (36) Bak, senin Rabbin bağışlayıcıdır, ama aynı zamanda en şiddetli şekilde cezalandırmaya da kâdirdir!

36 - Bu, Hz. Peygamber'in düşmanlarının, o'nun ilahî vahiy olduğunu iddia ettiği şeyin kendisi tarafından "yazıldı"ğı şeklindeki iddialarına ve peygamberlik misyonunun gerçekliğini bir mucize göstermek suretiyle "isbat" etmesi gerektiği şeklindeki taleplerine bir işarettir: bu, bütün eski peygamberlerin şu veya bu dönemde karşı karşıya kaldıkları ve münkirlerin bu surenin 5. ayetinde zikredilen "sözler"inde ifadesini bulan tezyîf edici tavırdır.

44. Eğer bu [ilahî kelâmın] Arapça dışında bir dilde [indirilmiş] bir hitabe olmasını dileseydik, onlar, [şimdi onu reddedenler,] bu defa, "Neden onun mesajları anlaşılır bir şekilde (37) ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında bir dil[de indirilmiş bir mesaj bu] ve (tebliğ eden de) bir Arap [elçi]?" diyeceklerdi. De ki: "Bu [ilahî kelâm,] iman edenler için bir rehber ve bir şifa kaynağıdır; ona inanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir sağırlık var ve bundan dolayı [Kur'an] onlara kapalı, anlaşılmaz gelir: onlar çok uzaklardan (38) seslenilen [insanlar gibi]ler".

37 - Zımnen, "anlayabileceğimiz bir dilde". Hz. Peygamber bir Arap olduğundan ve Arap toplumunda yaşadığından, o'nun mesajı, hitab ettiği kitlenin anlayabileceği Arapça dilinde ifade edilmeliydi: bkz. bu bağlamda 13:37'nin ilk cümlesi ile ilgili not 72 ve 14:4'ün ilk bölümü -"Biz her elçiyi kendi halkının diliyle [vahyedilmiş bir mesajla] gönderdik ki [hakikati] onlara açıkça ulaştırabilsin". Kur'an'ın mesajı Arapça'dan başka bir dilde gönderilmiş olsaydı, Hz. Peygamber'in muhalifleri, "bizimle senin aranda bir engel vardır" (bu surenin 5. ayeti) sözlerinde haklı olurlardı.

38 - Lafzen, "çok uzak bir yerden": yani onlar, söyleneni yalnız işitebilirler, ama anla-yamazlar.

45. Biz Musa'ya da daha önce vahiy indirmiştik, sonra onun üzerinde ihtilaflar başlamıştı. (39) Ve [o zaman, şimdiki gibi,] Rabbinden gelen bir buyruk bulunmamış olsaydı, her şey onlar arasında [başından] kararlaştırılmış olurdu. (40) Aslında onlar, [bu ilahî kelâma inanmayanlar,] onun uyarı ve öğütleri hakkında (41) şüpheye varan büyük bir tereddüt içindedirler.

39 - Kur'an gibi, Hz. Musa'ya vahyedilmiş olan ilahî mesaj da bazı insanlar tarafından kabul edilirken bazıları onu reddettiler (Zemahşerî, Râzî), diğer bir kısmı ise o'nun getirdiği öğretinin muhtevasına ve uygulamasına itiraz ettiler (Taberî).

40 - Bu pasajın ve insanların daha önceki kutsal metinlere ve Kur'an'a yaklaşımlarındaki paralelliğin bir açıklaması için bkz. 10:19'un ikinci cümlesi ve ilgili not 29.

41 - Lafzen, "onun hakkında", yani Kur'an'ın, insanın beden ve ruh problemine yaklaşımı -ve, özellikle, insan hayatının bu iki cephesinin temel bütünlüğünü vurgulaması (karş. 2:143'ün ilk cümlesi ile ilgili not 118)- konusunda şüphe duymaktaydılar. İnkarcıların hakikat ile ilgili bu şüpheleri, daha geniş anlamda dinin insan toplumu için "yararlı" mı yoksa "zararlı" mı olduğu sorusu -onlar tarafından bütün dinî inançlara karşı şiddetli bir önyargı ile ortaya konmuş ve cevaplanmış bir soru- ile yakından ilişkilidir.

46. KİM doğru ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur; ve kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur: Allah hiçbir zaman kullarına haksızlık yapmaz.
47. Son Saat'in ne zaman geleceği bilgisi yalnız O'nun katındadır. O'nun bilgisi olmadan ne meyveler kabuklarını çatlatır, ne de bir dişi gebe kalır veya doğurur. O Gün Allah, onlara: "Benim şu [sözde] ortaklarım neredeler şimdi?" diye seslendiğinde [hiç tereddütsüz] cevap verecekler: "İtiraf ederiz ki hiç birimiz [başkasının senin ilahlığına ortak olduğuna] tanık olmuş değiliz!"
48. Böylece, onların önceden yalvarıp durdukları bütün güçler, kendilerini terk etmiş olacak: ve kendileri için bir kaçış imkanı olmadığını kesinlikle öğreneceklerdir.
49. İNSAN, [hayatın] güzel [şeyler]ini isteyip aramaktan asla bıkmaz: kötü bir olayla karşılaşınca da endişeye kapılarak bütün ümitlerini kaybeder. (42)

42 - Bkz. 11:9, not 17.

50. Ama başına bir bela geldikten sonra kendisine rahmetimizden tattırırsak, emin bir şekilde "Bu zaten benim hakkımdır!" der; ve devam eder, "Son Saat'in geleceğini de sanmıyorum: (43) ama eğer [gelirse ve] ben Rabbime döndürülürsem, O'nun katında beni mutlak bir güzellik bekler!" (44) Fakat hakikati (45) inkara şartlanmış olanlara [Hesap Günü] yaptıkları her şeyi apaçık gösterecek ve onlara [bu şekilde] şiddetli bir azap tattıracağız. (46)

43 - Yani insan, kural olarak, bu dünya sevgisi ile o kadar körleşmiştir ki onun bir gün sona ereceğini hiç aklına getirmez. Burada işaret edilen, ölümden sonraki hayatın gerçekten var olup olmadığı ve insanın mahşerde Allah tarafından gerçekten yargılanıp yargılanmayacağı konusundaki kuşkudur.

44 - İnsan kendi üstünlüğüne inandığından ("bu zaten benim hakkımdır" sözlerinde ifade edildiği gibi), ölümden sonra gerçekten bir hayat varsa kendisi hakkındaki abartılı görüşünün Allah tarafından teyid edileceğine emindir.

45 - Yani, yeniden dirilmeyi ve Allah tarafından yargılanmayı.

46 - Yani, hayatlarının tümünü kapsayan manevî körlüğün farkına varmaları, öteki dünyada bizâtihî bir azap kaynağı olacaktır: karş. 17:72 -"bu [dünya]da [kalben] kör olan, ahirette[de] kör olacaktır".

51. Ne zaman insana nimetlerimizi bağışlasak yan çizer ve [Bizi anmaktan] uzaklaşır, başına bir kötülük gelince de hemen dualar okumaya başlar! (47)

47 - Lafzen, "uzun [yani, geniş veya kapsamlı] yakarışlarda bulunur".

52. DEKİ: Ya inkar ettiğiniz bu [vahiy], gerçekten Allah'tan ise [halinizin ne olacağını] hiç düşündünüz mü? Kendisini kötülüğe ve eğriliğe [bu kadar] çok kaptırandan daha sapık kim olabilir?" (48)

48 - Râzî'ye göre bu, -bu surenin 4 ve 5. ayetlerinde de zikredildiği gibi- insanların, "[Ey Muhammed,] kalbimiz, bizi çağırdığın her şeye kapalıdır, kulaklarımız sağırdır ve bizimle senin aranda bir engel bulunmaktadır" diyerek Kur'an mesajından "yüz çevirmeleri" şeklindeki tavırlarına bir işarettir.

53. Zamanı geldiğinde insana mesajlarımızı [evrenin] uçsuz bucaksız ufuklarında ve kendi öz benliklerinde [bulduklarıyla] (49) tam olarak anlatacağız (50) ki bu [vahy]in tartışılmaz bir gerçek olduğu, apaçık ortaya çıksın. Rabbinin her şeye tanık olduğu[nu bilmeleri onlara] hâlâ yetmez mi? (51)

49 - Yani, insanın bilinçli bir Yaratıcı'nın varlığına tanıklık eden kendi ruhunun derinliklerini kavraması ve kainatın ihtişamına daha derin ve kapsamlı bir şekilde bakması su-retiyle.

50 - Lafzen, "onlara göstereceğiz" yahut "onların görmelerini temin edeceğiz".

51 - Yani, O, kudret Sahibidir ve her şeyi görür: bu, başlı başına, insanın Allah'a karşı sorumluluğunu hatırlatmaya yetecek temel bir hakikattir.

54. Gerçek şu ki onlar, [Hesap Günü] Rableri ile karşılaşıp karşılaşmayacaklarından tam emin değiller! Şüphesiz O, her şeyi kuşatır!
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: