Meal Seç / Sure Seç

Sura Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

42 - Sura
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu surenin başı ve sonu, ilahî vahiy realitesini ve bütün peygamberlerin her dönemde tek ve aynı temel -yani, Allah'ın varlığı ve birliği hakikatini- ve aynı etik prensipleri tebliğ ettikleri gerçeğini vurgulamaktadır. Her iki bölümde de, tek Allah'a inanan bütün müminlerin, tarihsel kökenleri ne olursa olsun kendilerini "bir tek toplum" telakki etmeleri gerektiği emredilmektedir. (Bkz. ayet 13 ve ilgili not 14 ile ayet 15.) Bu nedenle Allah'ın "zâtı" hakkındaki bütün spekülasyonlar, "Rableri nazarında geçersiz ve boş"tur (ayet 16), çünkü "Hiçbir şey O'na benzemez" (ayet 11) ve bundan dolayı, O'nu hiçbir şeyle tanımlayamayız. Allah tanımlanamaz ve tam olarak kavranamaz olduğundan, Allah'ın bütün varlıklar dünyasını kapsayan ve insanın bu dünyada yapıp-ettiklerinin ürününü öteki dünyada toplamasını sağlayan bir sebeb-sonuç kanunu koymuş olması dışındaki ef‘alini tam olarak kavramak insan için mümkün değildir. Bu sureye adını veren anahtar kelime, gerçek müminler topluluğunu tavsif eden temel sosyal prensiplerden birini ortaya koyan 38. ayetindeki şûrâ beynehum ("aralarında danışma") ifadesinden alınmıştır.
1. Hâ-Mîm.
2. ‘Ayn-Sîn-Kâf. (1)

1 - Bkz. Ek II.

3. KUDRET ve hikmet Sahibi olan Allah, [ey Muhammed,] sana ve senden öncekilere [hakikati] şöyle vahyetti: (2)

2 - Yani, Kur'an'ın tebliğ ettiği temel hakikatler -bir kısmı ileride özetlenecektir- daha önceki peygamberlere vahyedilenler ile aynıdır.

4. Göklerde ve yerde olan her şey O'nundur; O, yücedir, uludur.
5. En üstteki gökler [O'nun korkusundan] neredeyse parçalanır; melekler Rablerinin sonsuz ihtişamını hamd ile yüceltir ve yeryüzündekiler (3) için bağışlanma dilerler. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

3 - Yani, (her zaman bilinçli, akıl sahibi bir varlığa işaret eden men ilgi zamirinin gösterdiği gibi) bütün insanlık. Buradan çıkarılan anlam şudur: bütün insanlar -ister inansın, ister inanmasınlar- hata yapmaya ve günah işlemeye yatkın olduklarından, Allah, "işledikleri zulümlere rağmen insanlara karşı hep bağışlayıcıdır" (13:6). Ayrıca 10:11'in ilk cümlesi ve ilgili dipnot 17.

6. ALLAH'TAN başkasını koruyucu edinenlere gelince; Allah onları görüp gözetlemektedir ve sen onların yaptıklarından sorumlu değilsin.
7. [Sana sadece Bizim mesajımız emanet edilmiştir:] işte Biz sana Arap dilinde (4) bir hitabe gönderdik ki, bütün kentlerin atasını ve çevresinde oturanları (5) uyarabilesin; yani, [varlığı] her türlü şüphenin üstünde olan Toplanma Günü'ne karşı [onları] uyarasın: [O Gün] bazısı cennete girecek, bazısı da yakıcı ateşe.

4 - Karş. 14:4 -"Biz her elçiyi, mutlaka kendi halkının diliyle [vahyedilmiş bir mesajla] gönderdik." Bkz. ayrıca 13:37'nin ilk cümlesiyle ilgili not 72.

5 - Yani, bütün insanlığı (Taberî, Beğavî, Râzî). Mekke'nin "kentlerin atası" olarak adlandırılması konusunda bkz. 6:92'deki benzer ifade ile ilgili not 75.

8. Eğer Allah dileseydi onları tek bir ümmet yapardı: (6) bununla birlikte O, [kavuşturulmayı] dileyeni rahmetine kavuşturur; (7) halbuki [Hesap Günü] zalimler ne kendilerini koruyacak bir kimse, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.

6 - Zımnen, "ama dilememiştir": bkz. 5:48'in ikinci paragrafı ve ilgili notlar 66-67 ve 16:93, not 116 ve 10:19, not 29.

7 - Yahut: "dilediğini rahmetine kabul eder" -tıpkı çok sık tekrarlanan Allâhu yehdî men yeşâu ve yudillu men yeşâu ifadesindeki çifte anlam gibi: ki bu ifade hem "Allah dilediğini doğru yola ulaştırır ve dilediğini şaşırtır", hem de "Allah dileyeni doğru yola ulaştırır, dileyeni şaşırtır" şeklinde çevrilebilir. Bkz. özellikle, 14:4'ün ikinci bölümü ile ilgili 4. notta aktarılan Zemahşerî'nin titiz yorumu.

9. Yoksa onlar, Allah'tan başka koruyucular edi[nebileceklerini mi sa]nıyorlar? Hayır, yalnız Allah'tır [bütün varlıkların] koruyucusu; çünkü yalnız O'dur ölüye can veren ve yalnız O'dur her şeye kâdir olan.
10. ÖYLEYSE [ey müminler biliniz ki,] ayrılığa düştüğünüz her konuda hüküm Allah'a aittir. (8) [De ki:] "İşte Allah! Benim Rabbim budur: O'na dayanıp güvendim ve her zaman O'na yönelirim!"

8 - Bu ayet yukarıdaki 8. ayetin ilk cümlesiyle bağlantılı olup itikad ve dinî hukuk meseleleri ile ilgilidir (Beğavî, Zemahşerî). Yukarıdaki ayet, İslam hukukunun bazı büyük temsilcilerinin -İbni Hazm da onlar arasında bulunmaktadır- ‘nass'ın yani, Kur'an'ın sözlerinin zâhirinin ve Hz. Peygamber'in açık emirlerinin formüle etmediği dinî hukuk ilkelerini "tesis etme"nin bir aracı olarak kıyâs'ın kullanılmasına karşı çıkarken dayandıkları bir ayettir. Râzî'nin işaret ettiği gibi, "ayrılığa düştüğünüz her konuda hüküm Allah'a aittir" ifadesinin anlamı budur. (Bkz. bu bağlamda 5:101, not 120, ayrıca State and Government adlı kitabımdaki "İslam Hukuku'nun Alanı" bölümü, s. 11-15.)

11. [O'dur] gökleri ve yeri yoktan var eden. O, nasıl ki hayvanlar arasında eşler [bulunmasını] irade etmişse size de kendi cinsinizden (9) eşler vermiştir ve sizi böylece çoğaltıp durmaktadır: [ama] hiçbir şey O'na benzemez ve yalnız O'dur, her şeyi işiten, her şeyi gören. (10)

9 - Bkz. 16:72, not 81.

10 - İlahî irade eseri olan cinsiyete ve tabiattaki canlıların -insan ve hayvanların- tümünde aşikar olan çokluk ve iki kutupluluğa işaret eden önceki ifadenin amacı, Allah'ın birliğine ve mutlak eşsizliğine ilişkin yukarıdaki ifadeyi vurgulamaktır. "Hiçbir şey O'na benzemez" ifadesi, O'nun mevcut olan veya olabilecek her şeyden yahut insanların düşünebileceği, hayal edebileceği veya tanımlayabileceği şeylerden köklü bir "farklılık" -yalnız sıfatlardaki farklılık değil- taşıdığına işaret eder (bkz. 6:100, not 88); ve "hiçbir şey O'na denk tutulamaz" (112:4) olduğundan O'nun başka her şeyden "nasıl" bir "farklılık" gösterdiği bile, beşerî düşünce kategorilerini aşan bir konudur.

12. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur; O, dilediğine bol rızık verir, dilediğine az: çünkü O her şeyi bilendir. (11)

11 - Yani O, insanların yalnız neye "layık olduğu"nu değil, aynı zamanda kendi yaratılış planı içinde neyin tabiat/öz olarak -her zaman açıkça görülemese de- iyi ve gerekli olduğunu da bilir. Ayrıca var olan her şey yalnız O'na aittir ve insanın durumu, genelde "mülk" olarak bilinen şey üzerinde "intifa hakkı sahibi" olmaktan öteye geçmez.

13. O, itikadî konularda, (12) Nûh'a emrettiğini -ve sana [ey Muhammed,] vahiy aracılığıyla öğrettiğimizi (13) ve aynı zamanda İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya emrettiğimizi- sizin için uygun gördü: [sahih] itikada sağlam bir şekilde sarılın ve o konuda bütünlüğünüzü bozmayın. (14) Onları çağırdığın bu [itikad bütünlüğü] başka varlıkları veya güçleri Allah'a ortak koşanlara ağır gelse [bile], Allah dileyen herkesi Kendine çeker ve O'na yönelenleri doğru yola ulaştırır.

12 - Bkz. 2:256, not 249'un ilk paragrafı. Ayetin siyâk ve sibâkının gösterdiği gibi dîn terimi, bu bağlamda, ardarda gelen her sistemde farklı mahiyetler kazanan dinî kanunları da kapsayan (karş. 5:48, not 66) en geniş anlamıyla "din"i (religion) göstermez. Burada, daha çok, dinin (religion) yalnızca etik ve ruhî boyutunu, yani en genel anlamda "imanı/itikad"ı gösterir. Bu ayetle, surenin başında dile getirilmiş olan temaya, yani bütün vahiylerin gerisindeki manevî ve ahlakî prensiplerin değişmez aynılığı temasına yeniden dönülmektedir.

13 - Lafzen, "sana vahyettiğimizi". Bu, Peygamber Muhammed (s)'in ancak vahiy aracılığıyla "Allah'ın Nûh'a emrettiği" şeyi öğrenebildiğine işaret eder.

14 - Karş. 3:19 -"Allah katında tek [hak] din, [insanın] O'na teslimiyetidir" ve 3:85 -"kim Allah'a teslimiyetten başka bir din ararsa bu hiçbir zaman kabul edilmeyecektir". Allah'ın bütün elçileri tarafından ortaya konulan bu prensip ile bir paralellik, 21:92 ve 23:52'deki kesin ifadede de görülebilir: "[Siz ey inananlar,] gerçek şu ki, bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir: çünkü hepinizin Rabbi Benim." Büyük müfessirlerin çoğu (mesela Zemahşerî, Râzî, İbni Kesîr), bunu, Zemahşerî'nin bu ayet ile ilgili yorumunda ifade edildiği gibi, "farklı toplumların [zaman içinde değişen] şartlarıyla uyumlu olarak (‘alâ hasebi ahvâlihâ) getirilen [özel] durum ve uygulamalar" ile ilgili bütün farklılıklara rağmen Tek Allah inancına dayanan bütün dinlerin evrensel bütünlüğüne açık bir atıf olarak görmüşlerdir.

14. [Geçmiş vahiylerin mensuplarına gelince,] onlar [hakikati] tanıyıp öğrendikten sonra, aralarındaki kıskançlık ve çekişmelerden dolayı bütünlükten uzaklaştılar; (15) ve Rabbinden [O'nun koyduğu] belli bir vadeye kadar [bütün hükümleri iptal eden] bir hüküm gelmemiş olsaydı, onlar arasında [baştan] her şey karara bağlanmış olurdu. (16) İşte bakın, öncekilerden ilahî kelâmı devralanlar (17) [şimdi] onun öğretileri hakkında (18) şüpheye varan büyük bir tereddüt içindeler.

15 - Lafzen, "kendilerine bilgi gelinceye kadar bütünlüklerini bozmadılar" -yani, Allah'ın bir olduğu ve peygamberlerin tümünün öğretilerinin temelde aynı olduğu bilgisi. Karş 2:213 ve özellikle, "sizin ümmetiniz bir tek ümmetir" ifadesinden hemen sonra gelen 23:53 (bkz. ayrıca ilgili not 30).

16 - Bu pasajın bir açıklaması için bkz. 10:19, not 29.

17 - Lafzen, "onlardan sonra ilahî kelâma/kitâba varis olanlar": Kitâb-ı Mukaddes'e ve onun daha sonraki izleyicilerine açık bir atıf.

18 - Lafzen, "onun hakkında" -yani sözkonusu metnin gerçekten Allah tarafından vahyedilmiş olup olmadığı ve "ilahî vahiy" kavramında bir doğruluk payı bulunup bulunmadığı konusundaki şüphe.

15. İşte bunun için (19) sen [bütün insanlığa] çağrıda bulun ve [Allah tarafından] emrolunduğun gibi dosdoğru ol; onların heva ve heveslerine uyma ve de ki: "Ben, Allah'ın bütün vahyettiklerine inanırım: sizin değişik görüşleriniz arasında (20) adaleti gözetmekle emrolundum. Allah benim de, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımızın hesabı bize çıkacaktır, sizin yaptıklarınız da size. Bizimle sizin aranızda bir çekişme olmamalı: Allah hepimizi bir araya toplayacaktır; çünkü varış O'nadır."

19 - Yani, insanların tek Allah'a inançlarının orijinal bütünlüğünün parçalanması sebebiyle.

20 - Lafzen, "sizin aranızda," -yani, "başkalarına daha hoşgörülü olmaya sizi teşvik için": bütün vahyedilmiş dinlerin çeşitli ekol ve mezhepleri arasındaki karşılıklı anlayışın önünde duran keskinliğe/katılığa bir îma.

16. O'nu(n çağrısını) kabul ettikten sonra Allah hakkında (21) [hâlâ] tartışanlara gelince: onların bütün itirazları Rableri katında geçersizdir, boştur. [O'nun] gazabı üzerlerine çökecektir; ve onları şiddetli bir azap beklemektedir:

21 - Yani, tamamen insan aklının kavrayış sınırlarını aşan Allah'ın sıfatları ve varlığının "mahiyeti" hakkında.

17. çünkü indirdiği vahiy ile hakikati ortaya koyan ve [böylece insana, doğru ile eğriyi tartacağı] bir terazi veren O'dur. (22) Senin bütün bildiğin ise, Son Saat'in yakın olduğudur.

22 - Yukarıdaki parantez içi açıklama, bu ayetin temelindeki düşüncenin açıkça ifade edildiği 57:25'e dayanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Allah insana birbirini izleyen vahiyler yoluyla doğru ile yanlış arasında ayırım yapmasını sağlayan bir ölçü verdiği için O'nun varlığı ve nihaî yargılaması ile ilgili itirazda bulunmak saçmalık ve haddini bilmezliktir: bu ayetin ikinci bölümündeki ve bundan sonra gelen ayetteki Son Saat'e ve dolayısıyla Hesap Günü'ne yapılan atfın sebebi budur.

18. O (Kıyamet Saati)ne inanmayanlar, [alay edercesine] onun çabucak gelmesini isterler, (23) halbuki imana ermiş olanlar ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. Gerçek şu ki, Son Saat'i tartışanlar, tam bir sapıklık içindeler!

23 - Bu, yalnızca Muhammed (s)'in düşmanlarının, o'nun Allah'ın elçisi olmasının bir kanıtı olarak "azabı çabucak getirmesi" şeklindeki alaycı taleplerine (Kur'an'da defalarca bahsedilen) bir atıf değil, aynı zamanda hiçbir kanıtları olmaksızın, yeniden dirilme ve hesap fikrini kesinlikle reddeden her dönemdeki inançsızlara dolaylı bir îmadır.

19. ALLAH kullarına çok lütufkardır: dilediğine rızık verir, çünkü yalnız O güçlüdür, yücedir!
20. Kim öteki dünyada kazanç elde etmeyi isterse onun kazancında bir artış sağlarız: bu dünyada bir kazanç isteyene ise ondan bir şeyler ver[ebil]iriz fakat böyle biri, öteki dünya[nın nimetlerin]den hiçbir pay alamayacaktır. (24)

24 - Yani, dürüst ve erdemlice yaşayan ve davranışlarını manevî hedeflere yöneltenler öteki dünyada ümit ettiklerinden daha fazlasını göreceklerine emin oldukları halde, özellikle dünyevî ödüllerin peşinde koşanlar hedeflerinin yalnızca bir kısmını gerçekleştirebilirler, öteki dünyada dürüst ve erdemlileri bekleyen "nimetlerden bir pay" alacaklarını ümit etmeleri için de hiçbir sebep yoktur.

21. Yoksa onlar, [bu dünyadan başka bir şeyi önemsemeyenler,] Allah'ın asla izin vermediği şeyleri kendileri için (hukukî ve) ahlakî bir yükümlülük haline sokan (25) sözde uluhiyet ortağı güçlere mi inanırlar? (26) Nihaî hüküm ile ilgili [Allah'ın] bir kararı (27) bulunmasaydı, onlar arasında her şey [bu dünyada] hükme bağlanmış olurdu: (28) ama zalimleri [öteki dünyada] acı bir azap beklemektedir.

25 - Yani onları, adeta manevî bir coşku ile kendilerini kaybederek Allah'ın tasvip etmediği -tamamen materyalist hedeflerin ardında koşmak ve bütün manevî ve ahlakî değerleri görmezden gelmek gibi şeylere- sarılmaya zorlayan. Din'in bu bağlamda taşıdığı "ahlakî yükümlülük" anlamı konusunda bkz 109:6, not 3.

26 - Lafzen, "yoksa onlar [Allah'ın] ortaklarına mı sahipler" -yani "onlar, servet, güç, ‘şans' vb. gibi arızî olguların kendileri üzerinde ilahî bazı etkilere sahip olduklarını mı zannederler?" Sonuçta böyle "güçler"e inanmanın insanın yalnızca dünyevî hedefler peşinde koşmasının temelinde yatan olgu olduğu anlatılmaktadır. (Şürekâ' teriminin -lafzen, [Allah'ın] "ortakları" veya "eşler"i- yukarıdaki açıklayıcı çevirisi için bkz. 6:22, not 15.)

27 - Lafzen, "karar verme sözü", yani O'nun nihaî yargılamasının/hükmünün Mahşer Günü'ne erteleneceği sözü (bkz. bir sonraki not).

28 - Yani, Allah, öteki dünyayı özlemle bekleyenler ile dünyevî başarıdan başka bir şeyi önemsemeyenler arasında, birincilere sınırsız bir mutluluk bahşetmek, ötekileri ise sıkıntıya uğratmak suretiyle, bu dünyada kesin bir ayrım yapmış olacaktı: Ama insanın hayatı ancak öteki dünyada gerçekten ikmal edilmiş olacağından Allah, bu ayrımı o zamana kadar ertelemeyi dilemiştir.

22. Zalimlerin [öteki dünyada] kazandıkları şey[i düşünmek]ten korktuklarını göreceksin: zaten korktukları başlarına mutlaka gelecektir. İmana erip doğru ve yararlı işler yapanları ise [cennetin] çiçek dolu bahçelerinde [bulacaksın]; onlar Rablerinin katında diledikleri her şeye sahip olacaklardır: [ve] bu, büyük bir lütuftur, ki
23. Allah onu iman edip doğru ve yararlı işler yapan kullarına bir müjde olarak vermektedir. De ki, [ey Muhammed]: "Bu [mesaj] karşılığında sizden yol arkadaşlarınızı sevmenizden (29) başka bir şey beklemiyorum". Kim güzel bir iş yap[ma erdemine ulaşır]sa ona daha büyük güzellikler bağışlarız: ve gerçek şu ki Allah, çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını verendir.

29 - Lafzen, "yakın olanları (kurbâ) sevmekten". Bazı müfessirler bunu "bana yakın olanlar," yani Muhammed (s)'in akrabaları şeklinde anlarlar; oysa böyle "kişisel" bir talebin, "sizden hiçbir şey istemiyorum" şeklindeki önceki beyan ile çeliştiği açıktır; ayrıca, kurbâ terimi ile ilgili olarak hiçbir mülkiyet zamirinin bilerek kullanılmaması bunun herhangi bir kişisel ilişki ile sınırlı olmadığını, tersine bütün insanlık için geçerli olan ortak bir ilişkiye işaret ettiğini göstermektedir: yani, kardeşlik/dostluk ilişkisine -bir başkasının maddî ve manevî iyiliğini düşünmeyi öngören temel ahlakî varsayıma işaret eden bir ilişki.

24. YOKSA onlar, "[Muhammed] kendi yalanlarını Allah'a isnad etmektedir" mi diyorlar? Eğer Allah dileseydi, senin kalbini [ebediyyen] mühürlerdi: nitekim Allah bâtılı silip süpürür ve hakkı sözleriyle ortaya koyar. (30) Gerçek şu ki O, [insanların] kalplerinde olanı tümüyle bilir;

30 - Bkz. 10:82, not 103.

25. ve O'dur kullarının tevbelerini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptığınız her şeyi bilen,
26. inanıp doğru ve yararlı işler yapanların dileklerini kabul eden; ve [O'dur öteki dünyada] lütfuyla onlara [hak ettiklerinden] fazlasını verecek olan. Hakikati inkar edenleri [yalnızca] çetin bir azap beklemektedir.
27. Eğer Allah [bu dünyada] kullarına bol rızık vermiş olsaydı, yeryüzünde küstahça davranırlardı: (31) halbuki O, [rahmetini] gereği kadar dilediğince ihsan etmektedir: çünkü O, kullarının [ihtiyaçlarından] tamamiyle haberdardır ve onları görmektedir.

31 - Bu pasaj, önceki ayette geçen, "Allah iman edip doğru ve yararlı işler yapanların dileklerini kabul eder" ifadesi ile bağlantılı olup onu açıklayıcı niteliktedir. Bu ifade, ilk bakışta, birçok zalimin mutlu ve müreffeh olduğu, buna karşılık birçok iyi insanın da yoksulluk ve sıkıntı içinde kıvrandığı gerçeğine ters gibi görünmektedir. Ancak yukardaki ayet, bu itiraza cevap verirken, insanın yaratılış gereği "daima daha fazlasını istediği"ne (bkz. 102:1), bunun da onu "ne zaman kendisini yeterli görse çabucak azdırdığı"na (bkz. 96:6) işaret eder. Kur'an, bu eğilimi dengelemek için Allah'ın iyilere -ve aynı zamanda, kötülük yapanlara- vereceği "karşılığın", mutlaka, her şeye rağmen insan varlığının ilk ve kısa bir safhasını oluşturan bu dünyada değil, ancak öteki dünyada tam olarak ortaya çıkacağını tekrar tekrar vurgulamaktadır.

28. O, [insanlar] bütün ümitlerini yitirdikten sonra yağmuru indiren ve [bu suretle] rahmetini sergileyendir: (32) çünkü [insanların] koruyucusu yalnız O'dur, hamd O'na mahsustur.

32 - Hayat kaynağı yağmur sembolüne yapılan bu atıf, daha önce geçen "O, [rahmetini] gereği kadar dilediğince ihsan etmektedir" ifadesi ile bağlantılıdır ve bir sonraki ayette geçen, bütün varlıklar âleminin Allah'ın varlığının, etkinliğinin ve aynı zamanda hayatın öteki dünyadaki devamlılığının görünen bir "işaret"i veya "tecelli"si olduğu ifadesine bir giriş mahiyetindedir.

29. Gökleri ve yeri ve bunların içinde (33) üretip çoğalttığı bütün canlı varlıkları yaratması, O'nun işaretlerindendir: [bunları yaratan] Allah, dilediği zaman onları [kendi katında] toplama gücüne de sahiptir.

33 - Lafzen, "ikisi üzerinde". "Gökler ve yer" ifadesi, Kur'an'da, her zaman evrenin bütünlüğünü göstermektedir.

30. [Hesap Günü] başınıza gelecek her felaket kendi ellerinizle yapıp-ettiklerinizin bir ürünü olacaktır; (34) bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır;

34 - Çok sık tekrarlanan bu ifade, insanın bu dünyada yaptıklarını ve bilinçli tavırlarını anlatan Kur'ânî bir mecaz olup, bu eylem ve tavırların kişinin ruhî karakterinin bir "ürünü" olduğu ve bu sebeple öteki dünyadaki hayatın niteliği üzerinde tartışılmaz bir etki yaptığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu ikinci hayat yeryüzündeki hayatın organik bir devamı olduğundan, insanın daha sonraki manevî gelişme ve olgunlaşması, yahut tersine, bunalımı ve sıkıntısı -sembolik olarak Allah'ın "mükafat"ı ve "azab"ı, yahut "cennet" ve "cehennem" olarak tanımlanmıştır- kişinin daha önceden "kazandığı"na bağlıdır ve onun bir sonucudur.

31. ve siz O'nu yeryüzünde bertaraf edemezsiniz, [öteki dünyada da] sizi Allah(ın cezasın)dan koruyacak ve size yardım edecek kimse bulamazsınız.
32. Denizler üzerinde, dağlar[ın salınıp durması] gibi akıp giden gemiler de O'nun işaretlerindendir: (35)

35 - Ayetin siyâk ve sibâkından anlaşılacağı gibi âyet terimi (lafzen, "işaret" yahut "[ilahî] mesaj") bu örnekte "kıssa"/"temsîl" anlamında kullanılmıştır. (Bkz. sonraki not.)

33. dilerse rüzgarı dindirir, o zaman denizin üstünde hareketsiz kalıverirler; bunda, şüphesiz, sıkıntılara göğüs geren ve [Allah'a] gönülden şükreden herkes için mesajlar vardır;
34. ya da yapıp-ettiklerinden dolayı (36) onları yok eder: [her şeye rağmen] Allah çok bağışlayıcıdır.

36 - Yani, işledikleri kötülükler yüzünden. Yukarıdaki pasajın öteki dünyadaki üç muhtemel seçeneğe temsîlî bir atıf olduğuna inanıyorum: ruhsal gelişme ve mutluluk (deniz üzerinde serbestçe gezen gemiler), ruhsal donuklaşma/durgunluk (deniz yüzünde hareketsiz duran gemiler ile sembolize edilmekte); manevî çöküş ve azap ise (yok olma/yok etme kavramında özetlenmektedir). Bu üç seçeneğin ikincisi 7:46'da ve devamında dile getirilen ve buna ait 37. notta açıklanan ârâf'ta (‘ale'l-a‘râf) olanların durumuna işaret etmektedir.

35. Ve bilsinler ki, mesajlarımızı sorgulayanlar (37) için kurtuluş yoktur.

37 - Yucâdilûn'un bu şekildeki çevirisi için bkz. 40:35, not 25.

36. [UNUTMAYIN Kİ,] size ne verildiyse bu dünya hayatından [geçici] bir zevk almanız içindir. Allah katında olan ise daha iyi ve daha kalıcıdır. [Bu ödül,] iman eden ve Rablerine güvenenler [içindir];
37. bağışlanmaz günahlardan ve hayasızlıktan kaçınanlar ve öfke bastığında da kolayca affedenler [için];
38. Rablerinin [çağrısına] karşılık verenler ve namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar [için]; ve [bütün ortak meselelerini] aralarında danışma ile karara bağlayanlar [için]; (38) ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden başkalarına harcayanlar (39) [için];

38 - Gerçek müminlerin bu özel vasıfları -ki Hz. Peygamber'in arkadaşları tarafından o kadar önemsenmiştir ki, bu sureyi daima "şûrâ" anahtar kelimesi ile anmışlardır- ikili bir anlama sahiptir: birinci olarak, Kur'an'ın bütün izleyicilerine bir tek topluluk (ümmet) içinde bir araya gelmelerini hatırlatmakta; ikinci olarak da, toplumu ilgilendiren bütün işlerini aralarında danışma ile yürütmeleri gerektiği prensibini koymaktadır. (Bu prensibin politik sonuçları için bkz. State and Government, s. 44 vd.)

39 - Bkz. 2:3, not 4. Toplumsal bütünlük ve danışma/katılım çağrısının hemen ardından gelmesi sebebiyle "başkaları için harcama" burada genel bir sosyal adalet yüklemi taşımaktadır.

39. ve bir zorbalık ile karşılaştıkları zaman kendilerini savunanlar [için].
40. Ama [unutma ki,] kötülüğü cezalandırma [teşebbüsü] de, bizâtihî bir kötülük olabilir; (40) o halde, kim [düşmanını] affeder ve barış yaparsa mükafatı Allah katındadır, çünkü O, zalimleri sevmez. (41)

40 - Lafzen, "onun gibi bir kötülüktür" [veya "olabilir"]. Başka bir deyimle zorbalığa (ki önceki ayetin son cümlesindeki bağy isminin karşılığıdır) karşı yürütülen başarılı mücadele, bazan, önceki zalimlere karşı benzer bir zorbalığa dönüşebilir. Bu nedenle, klasik müfessirlerin çoğu (Beğavî, Zemahşerî, Râzî, Beydâvî gibi) kişinin kendisini zorbalığa ve baskıya karşı savunurken "saldırganlık yapma"sının (i‘tidâ') kesinlikle yasak olduğunu vurgulamışlardır. (Karş 2:190 ve devamında, "size karşı savaş açanlar"la mücadele etmeyi konu alan pasaj.)

41 - Yani, bu bağlamda, kendilerine daha önce baskı yapmış olanlara karşı yersiz intikam eylemlerine kendilerini kaptıranları.

41. Zulme uğradıklarında kendilerini savunanlara gelince; onlara hiçbir suç isnad edilemez:
42. ancak [başka] insanları baskı altına alan ve yeryüzünde gaddarca davranarak her türlü haksızlığı yapanlar suç işlemişlerdir: onları şiddetli bir azap beklemektedir.
43. Ama bilin ki, kim sıkıntıya göğüs gerer ve affederse işte bu, gönülden istenen bir şeydir. (42)

42 - Karş. 41:34-35 ve 13:22'ye ait not 44.

44. İŞTE [böyle:] Allah kimi saptırırsa (43) artık onun hiçbir koruyucusu olmaz; böylece sen bu zalimlerin (44) [Kıyamet Günü kendilerini bekleyen] azabı görür görmez, "[Eyvah!] Bunun dönüşü yok mu?" (45) diye feryad ettiklerini görecek [ve duyacak]sın.

43 - Bkz. 14:4'e ait not 4.

44 - Bu, "[başka] insanları baskı altına alan ve yeryüzünde gaddarca davranarak her türlü haksızlığı yapanlar"a (ayet 42) bir atıf olduğu halde terim, her türlü bilinçli zalime uygulanabilen genel bir anlama sahiptir.

45 - Yani, yeryüzünde bir "ikinci şans": karş. 6:27-28.

46 - Ehl terimi, öncelikle bir şehrin, ülkenin veya ailenin "mensuplar"ını ve aynı zamanda bir ırkın, dinin veya mesleğin "üyeler"ini gösterir. Daha geniş ideolojik anlamıyla bu terim, belli ortak karakteristiklere sahip olan insanlar, mesela ehlu'l-‘ilm ("ilim adamları", yani bilginler); yahut tek ve aynı inancı veya öğretiyi izleyenler, mesela ehlu'l-kitâb ("[eski] vahiylerin mensupları/izleyicileri"), ehlu'l-kur'ân ("Kur'an'ın izleyicileri") vb. için uygulanabilir. Yukarıdaki pasaj, 44. notta işaret edildiği gibi öncelikle -özellikle olmasa bile- 42. ayette zikredilen zorbalara ve zalimlere işaret ettiğinden, ehluhum terimi, açıkçası, "onların mensupları/izleyicileri" anlamını taşır. Böylece, yukarıdaki cümle, her türlü zulmün ve özellikle başkalarına baskı uygulamanın kaçınılmaz sonucu olarak, onu yapanları ve/veya onların ardından gidenleri manevî olarak yaraladığını ve sonuçta onların kendi kendilerini yok etmelerine yol açtığını anlatır.

45. Ve sen onları, zavallı şekilde boyunlarını bükerek [çevrelerine] göz ucuyla bakarken o [akibet]e atladıklarını göreceksin; o zaman iman edenler, "[Bu] Kıyamet Günü hüsrana uğrayanlar, kendilerini ve arkalarından gidenleri mahvedenlerdir!" (46) diyecekler. Gerçek şu ki zalimler, ebedî azaba mahkum olacaklar,
46. ve Allah'a karşı kendilerine yardım edecek bir koruyucu bulamayacaklar: çünkü Allah'ın saptırdığı için [kurtuluş] yolu yoktur.
47. [O halde, ey insanlar,] Allah'ın buyruğu ile (47) geri dönüşün imkansız olduğu Gün gelmeden önce Rabbiniz[in daveti]ne uyun: [çünkü] o Gün ne sığınacağınız bir yer bulabilirsiniz, ne de [yaptığınız hataları] inkar edebilirsiniz.

47 - Lafzen, "Allah'tan".

48. AMA onlar, [ey Peygamber, senden] yüz çevirip uzaklaşırlarsa [bil ki] Biz seni onların bekçisi olarak göndermedik: sana düşen, yalnız [emanet edilen] mesajı iletmektir. Ve bakın, [Bizim mesajlarımıza yüz çevirmek, insan tabiatının zayıflığı ve kaypaklığından kaynaklanır; (48) böylece,] Biz insana rahmetimizi tattırdığımız zaman onunla övünç duyar, (49) ama kendi eliyle yaptıklarının sonucu olarak başına bir bela gelirse, o zaman, şükürden ne kadar uzak olduğunu gösterir. (50)

48 - Bu parantez içi açıklama -ki, metnin daha doğru şekilde anlaşılması için zorunludur- Râzî'nin bu pasajın önceki ile bağlantısı konusundaki ikna edici açıklamasına dayanmaktadır. İnsan, kural olarak, maddî servet ve rahatlık içinde kendini kaybetmekte ve bu başarısını "mutluluk" ile özdeşleştirmektedir: bu nedenle manevî amaçları ve değerleri küçümsemekte, özellikle bireysel/bencilce çıkarlarının ardından koşmayı bırakıp -kendisi için hâlâ farazî olan- öteki dünya hayatına yönelmeye çağrıldığında bu tavrı göstermektedir.

49 - Yani, Allah ona belli maddî kazançlar bağışladığında insan bu "başarı" ile övünür ve onu bilhassa kendi yeteneklerine ve zekasına bağlar (karş. 41:50'nin ilk cümlesi).

50 - Yani, geçmişteki mutluluğunu şükranla anmak yerine Allah'ın varlığını sorgulamaya çalışır ve Allah gerçekten var olsaydı bu kadar çok şanssızlığın ve mutsuzluğun yeryüzüne hakim olmasına "izin vermezdi" iddiasında bulunur: bu yanıltıcı/saptırıcı bir itirazdır, çünkü öteki dünya realitesini dikkate almamakta ve Allah kavramına sadece beşerî düşünceler ve beklentiler açısından yaklaşmaktadır.

49. Göklerin ve yerin hakimiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır: dilediğine kız çocukları bağışlar, dilediğine erkek;
50. yahut [dilediğine] hem erkek hem kız (çocuklar) verir ve dilediğini de kısır yapar: çünkü O, her şeyi bilendir, sınırsız güç Sahibidir. (51)

51 - Bu pasajın amacı, insanın başına gelen her şeyin, derinliğine ve hikmetine tam vakıf olunamayan ilahî iradenin bir sonucu olduğu gerçeğini vurgulamaktır: ayetin sibâkında insan hayatının bu genel ve sürekli fenomeni -doğacak çocuğun erkek veya kız olacağının ve sağlıklı doğup doğmayacağının bilinememesi- çerçevesinde bu gerçek anlatılmaktadır; diğer taraftan, Allah'ın dünyevî mutluluk ve mutsuzluk ihsan etmesi, insanın kendi "görev ve sorumluluğu" terimleriyle tanımlanıp ölçülemez.

51. Allah, insanla, ancak apansız gelen bir ilham (52) aracılığıyla yahut bir perde arkasından [seslenerek,] yahut [vahyedilmesini] dilediği şeyi kendi izniyle vahyeden (53) bir elçi göndermek suretiyle konuşur: O, şüphesiz yücedir, hikmet Sahibidir.

52 - Bu karşılık, apansızlık ve iç aydınlanma kavramlarını birleştiren vahy teriminin öncelikli anlamıdır (Râğıb): Kur'ânî kullanımda, bu terim, genellikle -her zaman olmasa bile- Allah'tan gelen "vahiy" ile eş anlamlı kullanılmıştır. Yukarıdaki pasaj, Hz. Peygamber'e emanet edilen ilahî mesajdan bahseden 48. ayetin ilk paragrafı ile bağlantılıdır.

53 - Karş 53:10.

52. İşte sana da (54) [ey Muhammed,] kendi buyruğumuz altında hayat veren bir mesaj (55) vahyettik. [Bu mesaj sana gelmeden önce,] sen vahiy nedir, iman [nedir] bilmezdin: (56) ama [şimdi] bu [mesajı] bir ışık yaptık ki onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola ulaştıralım: şüphesiz sen de [insanları onunla] doğru yola ulaştıracaksın,

54 - Yani, önceki ayette zikredilen her üç yoldan da

55 - Rûh terimi (lafzen, "can" veya "ruh") Kur'an'da çoğu zaman "ilahî ilham" anlamında (bkz. sure 16, not 2) kullanılmıştır. Bu bağlamda Muhammed (s)'e indirilen ilahî ilhamın yani, Kur'an'ın ihtiva ettiklerini gösterir (Taberî, Zemahşerî, Râzî, İbni Kesîr), ki bu da insanı daha yoğun bir manevî hayata yöneltmeyi amaçlar. Çeviriyi yukarıdaki şekilde yapmamın sebebi budur.

56 - Yani, "iman" kavramının insanın Allah'a tam teslimiyeti (islâm) anlamına geldiğini.

53. göklerde ve yerdeki her şeyin maliki olan Allah'a götüren yola. Gerçek şu ki, her şeyin başı ve sonu Allah'tadır. (57)

57 - Lafzen, "Bütün şeyler/olgular (umûr) yönlerini Allah'a döndürürler"; yani her şey asıl kaynağı olan Allah'a geri döner ve girdiği yolda O'nun iradesine tâbi olarak yürür (Beydâvî).

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: