Meal Seç / Sure Seç

Fetih Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

48 - Fetih
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Hicret'in 6. yılının sonuna doğru Hz. Peygamber, arkadaşlarıyla birlikte Mekke'ye "küçük hac" ya da "‘umre ziyareti" yapmaya karar verdi. Yaklaşık altı yıllık süre zarfında Medine'deki İslam toplumu ile Mekke'nin müşrik oligarşisi arasında az veya çok sürekli bir savaş durumu bulunmasına rağmen Hz. Peygamber bu ziyareti sırasında herhangi bir çatışma meydana gelmesini beklemiyordu. Çünkü Mekke'yi ziyaret edeceği ay olan Zilkade ayı, kutsal Arap geleneklerine göre, özellikle Mescid-i Harâm içinde ve çevresinde bütün çatışmaların yasak olduğu dört "kutsal/haram ay"dan biri idi. Medine bölgesindeki bazı müttefik bedevî kabilelerine Hz. Peygamber'in bu ziyaretine katılmaları için davet yapıldı, ama çoğunluğu şu veya bu bahane ile katılamayacaklarını bildirdiler (bkz. bu surenin 11. ayeti ile ilgili not 10). Böylece, Mekke'ye doğru yola çıkan Hz. Peygamber'in grubu, yalnız 1400-1500 kişiden oluşuyordu ki bunların çoğu ihrâm kıyafeti içindeydiler ve kınlarındaki kılıçlardan başka bir silahları yoktu. Hz. Peygamber'in yaklaştığını öğrenen Mekkeliler, bütün Arap geleneklerini çiğneyerek hacıların şehre girişini silah zoruyla engellemeye karar verdiler. Hâlid b. Velîd (iki yıldan az bir süre sonra Müslüman olacaktı) komutasındaki ikiyüz atlıdan oluşan bir müfreze, Hz. Peygamber'in adamlarının yolunu kesmek için yola çıkarıldı. Bu arada birkaç bin kişilik ağır silahlı gruplar da Mekke çevresinde mevzilendiler. Hz. Peygamber hem savaşmayı istemediğinden, hem de savaşacak güçte olmadığından Bi'r-i ‘Usfân'dan (Mekke'ye yaklaşık bir günlük yolculuk mesafesinde bulunan bir yer) Batı'ya doğru yöneldi ve arkadaşları ile birlikte sonraki birkaç günü geçireceği Hudeybiye düzlüğünde yerleşti. Orada Müslümanlar ile Mekke oligarşisi arasında müzakereler başladı. Her iki taraftan çeşitli temsilcilerin yürüttüğü bazı ön görüşmelerden sonra, Hz. Peygamber, Osman b. ‘Affân'ı (en etkin Mekke kabilelerinden birine mensup idi) elçi olarak gönderdi. Hz. Osman'ın Mekke'ye varmasından kısa bir süre sonra öldürüldüğü söylentileri Hudeybiye'deki Müslümanların kampına ulaştı. Bunun üzerine, Mekkeli'lerden acımasız bir saldırı beklentisi içinde olan Hz. Peygamber, arkadaşlarını yabani bir akasya ağacının altında toplayarak, büyük bir heyecan içinde, onlardan metin olacakları ve ölünceye kadar savaşacakları taahhüdünü aldı. Ve bu surenin 18. ayetinin nüzulünden sonra bu "Ağaç Andı", tarihe Bey‘atu'r-Rıdvân ("[Allah'ın] Rızası Andı") olarak geçti. Birkaç gün sonra Hz. Osman'ın öldüğü rivayetlerinin yanlış olduğunun anlaşılması ve Hz. Osman'ın Hudeybiye'ye dönmesi ile Mekkelilerin bir uzlaşmaya varmaya hazırlandıkları anlaşıldı. Sonunda, Mekke ile Medine arasında on yıl boyunca hiçbir savaş yapılmamasını ve Hz. Peygamber ile arkadaşlarının o yıl Mekke'ye girmekten vazgeçmelerini ama sonraki yıllarda Mekke'ye gelmekte serbest olduklarını öngören bir anlaşma yapıldı. Hz. Peygamber, ayrıca, Mekkeli bir çocuğun veya velayet altındaki başka bir kişinin babasının veya velisinin izni olmadan Müslümanlara teslim olması halinde, geldiği yere iade edileceğini kabul etti. Ama Hz. Peygamber'in arkadaşlarından biri -genç yahut yaşlı olsun- kendi isteğiyle Kureyş'e giderse geri verilmeyecekti. Bu son hüküm ilk bakışta Müslümanların aleyhine göründüyse de, Hz. Peygamber'in onu "dinde zorlama yoktur" (2:256) prensibi uyarınca kabul ettiği açıktı. Hudeybiye Antlaşması, İslam'ın geleceği açısından bir dönüm noktası oldu. Altı yıllık süre içinde ilk defa Mekke ile Medine arasında barışçı ilişkiler kurulmaya başlandı ve böylece İslamî düşüncelerin Arap müşrikliğinin kalesine nüfûz etme yolu açılmış oldu. Hudeybiye'deki Müslümanların kampını ziyaret etme fırsatı bulan Mekkeliler, Muhammed (s)'in izleyicilerinin birliği ve coşkusu karşısında derinden etkilenmiş olarak döndüler ve birçoğu o'nun tebliğ ettiği inanç sistemine karşı düşmanlıklarında tereddüt göstermeye başladı. Sürekli savaş hali sona erer ermez ve her iki taraftan insanlar serbestçe görüşmeye başlar başlamaz, Hz. Peygamber'in çevresinde yeni Müslümanlar, önce onlarca, sonra yüzlerce, sonra da binlerce yeni Müslüman toplanmaya başladı -öyle ki, iki yıl sonra müşrik Kureyşliler antlaşmayı bozduklarında Hz. Peygamber hiçbir direnişle karşılaşmadan Mekke'yi zaptedebilirdi ve zaptetti de. Böylece, görünüşte olmasa bile gerçekte Hudeybiye Antlaşması İslam'ın bütün Arabistan üzerindeki moral ve politik üstünlüğünün öncüsü oldu. Bütün otoritelerin ittifakıyla, bu zaferi kutlayan sure, Hz. Peygamber'in Hudeybiye'den Medine'ye dönüşü esnasında nazil olmuştur.
1. GERÇEK ŞU Kİ [ey Muhammed,] Biz senin için apaçık bir zaferin (1) önünü açtık,

1 - Yani, İslam'ın Arabistan'da daha sonra kazanacağı zaferlere kapı açan Hudeybiye Antlaşması'nın sağladığı manevî üstünlüğün. (Bkz. daha sonraki ayetlerde anlatılan bu tarihî olaya ilişkin birçok değinmeye açıklama getiren giriş notu.)

2. böylece Allah, senin hem geçmişte hem de gelecekteki bütün hatalarına karşı bağışlayıcılığını gösterecek; (2) ve [böylece] bütün nimetlerini sana verecek ve seni dosdoğru bir yola sevk edecektir; (3)

2 - Lafzen, "ki Allah, hem geçmiş hem de gelecek bütün günahlarını affedebilsin" -böylece hatadan münezzeh olmanın yalnız Allah'a mahsus olduğu, ve ne kadar yüce olursa olsun her insanın zaman zaman hata yapabileceği dolaylı şekilde anlatılmış olmaktadır.

3 - Zımnen, "vazifeni yerine getirmene doğru", ki Hudeybiye Antlaşması bunu açıkça haber vermiştir.

3. ve Allah sana güçlü yardım elini uzatacaktır.
4. Müminlerin kalplerine sükûnet bağışlayan (4) O'dur, ki göklerin ve yerin bütün güçlerinin Allah'a ait bulunduğunu ve Allah'ın her şeyi bilen ve gerçek hikmet Sahibi olduğunu görerek, imanlarını daha da sağlamlaştırabilsinler; (5)

4 - Yani, sayıca az ve gerçek anlamda silahsız olmalarına rağmen onlara çok daha güçlü düşman birlikleri karşısında soğukkanlılık ve cesaret kazandıran.

5 - Lafzen, "imanlarına iman ekleyebilsinler, Allah'ın ... olduğunu görerek." Bu son bölüm açıklayıcı bir yan cümlecik olduğundan, anlamı daha açık verebilmek için çevirimde yerini değiştirip başa getirdim.

5. ve Allah, mümin erkek ve kadınları, mesken olarak, içinden ırmakların geçtiği bahçelere kabul etsin ve [geçmişte işledikleri kötü] fiilleri silsin: bu, Allah katında gerçekten büyük bir kurtuluştur.
6. Ve [Allah] ikiyüzlü erkek ve kadınları ve Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran erkek ve kadınları [öteki dünyada] azaba uğrat[mayı dile]miştir: bunların tümü Allah hakkında kötü, uygunsuz düşünceler taşırlar. (6) Kötülük onları her taraftan kuşatır ve Allah'ın gazabına uğrarlar: O, [rahmetinden] onları dışlamış ve onlar için cehennemi hazırlamıştır: ne kötü bir varış yeridir orası!

6 - Yani, Allah'ın varlığını ve insanın O'na karşı sorumluluğunu inkar ederler yahut O'nun birliği/tekliği kavramını ihlal ederler.

7. Göklerin ve yerin bütün güçleri Allah'a aittir: ve Allah kudret Sahibidir, hikmet Sahibidir!
8. GERÇEK ŞU Kİ [ey Muhammed,] Biz seni [hakikatin] bir şahidi, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik
9. ki siz [ey insanlar,] Allah'a ve Elçisi'ne inanasınız, O'nun izzetini takdir edesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve sabahtan akşama (7) O'nun şanını yüceltesiniz.

7 - Lafzen, "sabah ve akşam", yani her zaman.

10. Sana bağlılıklarını bildirenler, Allah'a bağlılıklarını göstermiş olurlar: Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. (8) O halde, kim ahdini bozarsa yalnızca kendi aleyhine bozmuş olur: ve kim Allah'a karşı taahhüdüne uyarsa [Allah] ona büyük bir ödül ihsan edecektir.

8 - Bu, ilk bakışta, Hudeybiye'de toplanan Müslümanların Hz. Peygamber'e sundukları inanç ve bağlılıklarına (bey‘atu'r-rıdvân) (bkz. giriş notu) işaret etmektedir. Bu tarihsel delaleti dışında yukarıdaki cümle, aynı zamanda, kişinin Allah'ın elçilerine inanmasının, anlam ve amaç olarak bizzat Allah'a inanmakla eş anlamlı olduğunu ve böylece Allah'a itaat etme isteğinin O'nun Elçisi'ne de itaatı gerektirdiğini anlatır. "Allah'ın eli onların elleri üzerindedir" ifadesi, yalnızca, Hz. Peygamber'in bütün arkadaşlarının kendisine bağlılıklarını bildirmek için el sıkışmalarına işaret etmeyip aynı zamanda Allah'ın onların bağlılıklarına şahit olduğunun da mecazî bir ifadesidir.

11. Geride kalan (9) bedevîler sana: "Mallarımız ve ailelerimiz[e bakma mecburiyeti] bizi (gelmekten) alıkoydu: öyleyse [ey Muhammed,] Allah'tan bizim için mağfiret dile!" diyecekler. [Böylece] onlar kalplerinde olmayan bir şeyi dile getiriyorlar. (10) De ki: "Allah size bir zarar vermek veya yarar sağlamak isterse, kim Allah'ın istediği bir şeyi geri çevirebilir? (11) Hayır, (kimse çeviremez,) ama Allah yaptıklarınızdan tamamiyle haberdardır!

9 - Lafzen, "arkada bırakılmış olan": yani, Ğifâr, Muzeyne, Cuhayne, Eşca‘, Eslem ve Zeyl kabilelerine mensup bedevîler. Bu kabileler, Hz. Peygamber'in müttefiki olmalarına ve zahiren Müslümanlığı kabul etmiş bulunmalarına rağmen Hz. Peygamber'in Mekke'ye yaptığı (Hudeybiye Antlaşması ile sonuçlanan) yürüyüşüne katılmayı çeşitli bahaneler ileri sürerek reddettiler, çünkü Mekkeli'lerin savaşa gireceklerini ve sonuçta silahsız Müslümanları imha edeceklerini düşünüyorlardı (Zemahşerî). Ayetin devamında zikredilen mazeretler, Hz. Peygamber'in ve arkadaşlarının Medine'ye başarı ile dönmelerinden sonra beyan edilmişti; gelecek zaman kipindeki se-yekûlûn'un kullanılmasının sebebi budur.

10 - Onların ileri sürdükleri mazeretlerin tamamen iki-yüzlüce olduğuna işaret.

11 - Lafzen, "kim, Allah'tan sizin adınıza [elde edilebilecek olan] bir şeyi elde etme gücüne sahiptir?": çeviride daha anlamlı bir ifade sağlayabilmek için yeni bir karşılık bulmayı zorunlu kılan bir cümle yapısı.

12. Siz zannettiniz ki Elçi ve müminler bir daha ailelerine ve akrabalarına dönemeyecekler: ve bu, kalplerinize güzel göründü. (12) Siz [bu tür] haince düşüncelere kapıldınız, çünkü her zaman güzelliklerden yoksun bir topluluk oldunuz!"

12 - Bu, bedevîlerin gerçekte Müslümanlardan daha çok müşrik Kureyş'e sempati beslediklerine işarettir.

13. Allah'a ve Elçisi'ne inanmayanlara gelince, Biz bu tür bütün hakikat inkarcıları için yakıcı bir ateş hazırlamışızdır!
14. Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah'ındır: O, dilediğini bağışlar, dilediğini azaba uğratır; ve O, gerçekten çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır. (13)

13 - Allah'ın, en katı günahkarları bile gerçekten pişmanlık duyup yollarını değiştirmeleri halinde affedebileceğini anlatmaktadır: Hz. Peygamber'in 16. ayete göre söylemesi gereken söze işaret.

15. Siz [ey müminler,] ganimet vaad eden bir savaşa katılmak için yola çıktığınız zaman (14) [daha önce] geride kalmış olanlar: "Bırakın sizinle gelelim!" diyecekler; Allah'ın Sözünü değiştirmek iste[diklerini böylece gösterecek]ler. (15) De ki: "Bizimle hiçbir zaman gelemeyeceksiniz: Allah daha önce (16) [ganimetleri kimin kazanacağını] bildirmiştir". Bunun üzerine onlar: "Hayır, aslında bizi[m ganimetten alacağımız payı] kıskanıyorsunuz!" diye [kendilerinden emin bir şekilde] cevap verecekler. Hayır, (tersine) onlar hakikati çok az kavrayabilirler!

14 - Lafzen, "ganimet almak için yola çıktığınız zaman": yani, Hz. Peygamber'in kendileriyle bir antlaşma yaptığı Mekkeli Kureyş üzerine yaptığınız sefer dışındaki bir sefer için. Bu, genelde Hayber Yahudilerine karşı girişilecek savaşa (H. 7. yılda) bir atıf olarak görülmekte, ama aslında daha genel bir anlam taşımaktadır.

15 - Bu, 8:1'e atıftır: "Bütün ganimetler Allah'a ve O'nun Elçisi'ne aittir" -ki bu ayet ile ilgili 1. notta işaret edildiği gibi, hiçbir münferit savaşçının savaşta elde edilen ganimet üzerinde bir pay sahibi olamayacağına işaret eder. Ayrıca, ganimet için savaşmak yalnız imanın ve özgürlüğün savunulması için (karş. sure 2, not 167) girişilecek ve "baskı ve zulüm kalmayıncaya ve yalnız Allah'a kulluk edilinceye kadar" (bkz. 2:193 ve ilgili not 170) sürdürülecek "Allah yolunda savaş" prensibi ile çelişir. Ayetin devamında zikredilen Hz. Peygamber'den beklenen cevap bu prensibe atıfta bulunmaktadır.

16 - Yani, H. 2. yılda nazil olan Enfâl suresinin ilk ayetinde (bkz. önceki not).

16. Arkada kalan bu bedevîlere de ki: "Yakında çok güçlü bir topluma karşı [savaşmaya] çağrılacaksınız: (17) onlarla [siz ölünceye], yahut onlar teslim oluncaya kadar savaşacaksınız. Ve sonra, [bu çağrıya] uyarsanız Allah size güzel bir mükafat ihsan edecek: ama şimdi (18) olduğu gibi (yine) vazgeçerseniz sizi şiddetli bir cezaya çarptıracaktır".

17 - Bu, Bizanslılar ile Persler arasında daha sonra vuku bulacak savaşa ilişkin gaybî bir haberdir.

18 - Lafzen, "daha önce", yani Hudeybiye Antlaşması ile sonuçlanan sefer sırasında.

17. Körün, topalın ve hastanın [Allah yolunda savaşmaktan uzak kalmalarından dolayı] bir sorumlulukları yoktur; (19) ama her kim [fiilen veya kalben (20) ] Allah'ın ve Elçisi[nin çağrısı]na uyarsa Allah onu içinden ırmakların geçtiği cennetlere sokacaktır; kim de yüz çevirirse onu büyük bir azaba çarptıracaktır.

19 - Bu üç kategori, kişiyi Allah yolunda savaşa aktif olarak katılmaktan alıkoyan her tür eksiklik veya sakatlığı mecazen ifade eder.

20 - Allah'ın çağrısına kalben uyma, maddî olarak mücadele edemiyecek durumda bulunan, ama kalben savaşçılarla birlikte bulunan kişiler için geçerlidir.

18. [EY MUHAMMED,] o ağacın altında (21) sana bağlılıklarını bildiren müminlerden Allah razı olmuştu, çünkü onların kalplerinden geçeni biliyordu; böylece Allah, onlara bir iç huzuru bağışladı ve yakında gerçekleşecek bir zafer[in (22) müjdesi] ile onları ödüllendirdi.

21 - Yani, Hudeybiye'de (bkz. giriş notu).

22 - Birçok müfessir, bu ifadenin, Hudeybiye Antlaşması'ndan birkaç ay sonra meydana gelen Hayber'in fethi ile bağlantılı olduğunu söylerler. Ama aslında burada kasdedilen anlamın daha geniş olması kuvvetle muhtemeldir: yani, H. 8. yılda Mekke'nin kansız bir şekilde fethedilmesi, İslam'ın bütün Arap Yarımadasında üstünlük sağlaması ve nihayet, Hz. Peygamber'in halifeleri döneminde İslam Birliği'nin olağanüstü genişlemesi.

19. ve elde edecekleri birçok savaş ganimeti [ile]: çünkü Allah gerçekten kudret ve hikmet Sahibidir.
20. [Ey müminler!] Allah size daha birçok savaş ganimeti vaad etti: O, bu [dünyevî kazanç]ları önceden (23) size ihsan etmiş ve [düşman] toplumun ellerini üzerinizden çektirmiştir ki [sizden sonra gelenlere (24)] bu [iç huzurunuz] bir örnek olsun ve Allah hepinizi dosdoğru yola iletsin.

23 - Zımnen, "öteki dünyada verilecek olandan önce".

24 - Râzî'nin yorumu.

21. Hâlâ kavrayışınız dışında bulunan [ama] Allah'ın şimdiden [sizin için] hazırladığı daha başka [kazançlar da] (25) var: çünkü Allah dilediğini yapma gücüne sahiptir.

25 - Yani, öteki dünyada nihaî mutluluğa nail olma.

22. Ve [şimdi,] eğer hakikati inkara şartlanmış olanlar, size karşı savaşa girerlerse muhakkak arkalarını döner[ek kaçar]lar ve ne kendilerini koruyacak ne de yardım edecek kimse bulamazlar: (26)

26 - Bu ilahî haber, Hudeybiye Antlaşması'ndan sonraki kesintisiz İslamî zaferler ve sonuçta Atlantik Okyanusu'ndan Çin sınırlarına kadar uzanan bir imparatorluğun kurulması biçiminde gerçekleşti -yukarıdaki vaadin şartlı özelliği için bkz. 3:111, not 82.

23. Allah'ın yöntemi öteden beri hep böyledir ve siz Allah'ın yönteminde hiçbir değişme bulamazsınız! (27)

27 - "Allah'ın Yöntemi"ne (sünnetullâh) yapılan bu atıf ikili bir anlama sahiptir: bir taraftan, "eğer [gerçekten inanıyorsanız (insanların) en üstünü olursunuz" (3:139); diğer taraftan, "insanlar kendi özlerini/iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez" (13:11): her ikisinde "değişme" kavramının hem olumlu, hem de olumsuz çağrışımlarına atıf yapılmaktadır.

24. Sizi onlara muzaffer kıldıktan sonra Mekke vadisinde onların ellerini sizin üzerinizden, sizin ellerinizi de onların üzerinden çeken O'dur; ve Allah yapmış olduğunuz her şeyi görmektedir. (28)

28 - Hudeybiye Antlaşmasının gerçekleşmesinden kısa bir süre önce, -otuz ile seksen kişi arasında değişen sayıda- bir Kureyş askerî birliği Hz. Peygamber'in kampına saldırdı, ama silahsız Müslümanlar onları yenilgiye uğrattılar ve esir aldılar; antlaşmanın imzalanmasından sonra da Hz. Peygamber, esirleri hiç zarar verilmemiş bir şekilde serbest bıraktı (Müslim, Neseî, Taberî).

25. [Düşmanlarınızı sizin elinizden almam, onların hatırı için değildir: (29) çünkü] onlar, hakikati inkara şartlanmış olan, sizi Mescid-i Harâm'dan (30) alıkoyan ve kurbanlarınızın yerine ulaşmasına (31) engel olanlardır. İstemeden çiğneyip geçebileceğiniz (32) ve bilmeden, kendileri yüzünden büyük bir hata işleyebileceğiniz [Mekke'deki] mümin erkekler ve kadınlar olmasaydı [evet, eğer bunlar olmasaydı şehre savaşarak girmenize izin verilirdi: ama savaşmanız yasaklandı (33) ] ki Allah [zamanı geldiğinde] dilediğine rahmetini ihsan edebilsin. (34) Eğer onlar, [Bizim rahmetimizi hak edenler ile gazabımıza uğrayanlar, sizin tarafınızdan] ayırd edilebilselerdi (35) içlerinden hakikati inkar edenleri [sizin elinizle] acıklı bir azaba çarptırırdık.

29 - Bu parantez içi açıklama, Râzî'nin bu ayet ile önceki arasındaki bağlantı ile ilgili yorumuna dayanmaktadır.

30 - Yani, Kâbe'den; ki H. 7. yıla kadar Müslümanların oraya yaklaşması yasaktı.

31 - Bkz. sure 2, not 175.

32 - Yani, öldürebileceğiniz. Hz. Peygamber'in ve arkadaşlarının Medine'ye hicretinden sonra birçok Mekkeli kadın ve erkek İslam'ı kabul etmiş, fakat müşrik Mekkeliler tarafından göç etmelerine izin verilmemişti (Taberî, Zemahşerî). Onların kimlikleri, Medinedeki Müslümanlar tarafından genellikle bilinmiyordu.

33 - Bu, Zemahşerî'nin yorumu olup Râzî, İbni Kesîr ve diğer bazı müfessirler tarafından da benimsenmiştir.

34 - Yani, inananlar diğerlerinden ayırd edilebilsin ve gerçekte vuku bulduğu gibi, zamanı geldiğinde birçok Mekkeli İslam'ı kabul edebilsin diye.

35 - Lafzen, "birbirlerinden ayırd edilebilmiş olsalardı": yani Mekkeliler arasındaki müminler ile müşrikler. Yukarıdaki ifade, daha geniş anlamda, insanın Allah'ın rahmetini mi, yoksa gazabını mı hak ettiğinin hiçbir zaman bilinemiyeceğine işaret eder.

26. Hakikati inkara şartlanmış olanlar kalplerinde küstahça bir büyüklük duygusu -cahiliyye ürünü bir duygu- (36) taşırken Allah [da] Elçisi'ne ve müminlere iç huzuru [nimetini] ihsan etmiş ve onlara Allah'a karşı sorumluluk duygusu (37) aşılamıştır: çünkü onlar bu [ilahî armağana] en çok layık olanlardı ve onu pekala hak etmişlerdi. Ve Allah her şeyi tam bilendir.

36 - Müşrik Kureyşlilerin küstahça kibrine (hamiyyet) yapılan bu atıf onların Hz. Peygamber'e ve görevine karşı takındıkları genel tutumun bir karakteristiği olmasına rağmen, burada özel olarak vurgulanmasının -Zemahşerî'nin işaret ettiği gibi- Hudeybiye'de Hz. Peygamber ile Mekkeli temsilci Süheyl b. ‘Amr arasında yürütülen müzakereler sırasında meydana gelen bir olay ile bağlantılı olması muhtemeldir. Rivayete göre Hz. Peygamber, Ali b. Ebî Tâlib'e antlaşma teklifinin metnini dikte etmeye başladı: "Yaz, ‘Rahmân ve Rahîm olan Allah adına'". Süheyl hei ve dedi ki: "Rahmân [ifadesini] hiç duymadık, bizim bildiğimiz sözleri yazdır". Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye döndü: "O halde, yaz: ‘Senin adınla, Ey Allah'". Hz. Ali, söyleneni yazdı. Ardından Hz. Peygamber devam etti: "Bunlar Allah'ın Elçisi Muhammed ile Mekke halkı arasında üzerinde antlaşmaya varılan [hususlar]dır..." Süheyl, yine sözünü kesti ve: "Eğer sen [gerçekten] Allah'ın Elçisi isen, [bu,] bizim sana haksızlık yaptığımız[ı kabul etmemiz demek]tir: onun için, anlayacağımız şekilde yaz" dedi. Bundan sonra Hz. Peygamber Hz. Ali'ye [şöyle] dikte etti: "Şöyle yaz: ‘Bu[nlar], Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed ile Mekke halkı arasında üzerinde antlaşmaya varılan [hususlar]dır...'" (Bu olay diğerlerinin yanısıra, Neseî, İbni Hanbel ve Taberî tarafından farklı rivayetlerle nakledilmiştir).

37 - Lafzen, "ilahî sorumluluk kelimesi" (kelimetu't-takvâ): onların, Allah'a ve O'nun kapsayıcı gücüne karşı duydukları sorumluluk bilinci sayesinde düşmanlarının "küstahça büyüklenmeleri"ne sükûnet ve olgunluk ile karşı koyduklarına işaret eder.

27. Allah, Elçisi'nin sadık rüyasını gerçekleştirmiştir: (38) Allah dilerse, Mescid-i Harâm'a güven içinde, başlarınız traşlı yahut saçlarınız kısa kesilmiş olarak (39) ve hiçbir korkuya kapılmadan mutlaka girersiniz: çünkü O, sizin bilmediğinizi (40) [her zaman] bilmektedir ve [sizin için,] bunun yanısıra, yakında gerçekleşecek bir zafer takdir etmiştir. (41)

38 - Hudeybiye'de sona eren seferden kısa bir süre önce Hz. Peygamber, rüyasında kendisinin ve arkadaşlarının Mekke'ye hacı olarak girdiklerini gördü. Bu rüya, bir yıl sonra, H. 7. yılda, Müslümanların Mukaddes Şehir'e ilk barışcıl hac ziyaretlerini yerine getirmeleriyle gerçekleşmiş oldu.

39 - Erkek hacılar, hac kıyafetlerini (ihrâm) giymeden önce genellikle başlarını tam tıraş ederler yahut (ve bağlacının buradaki karşılığıdır) saçlarını kısaltırlar, çünkü haccın ifası sırasında bunları yapmak yasaktır. Aynı fiillerin yeniden yapılmaya başlanması, haccın bittiğini gösterir (karş. 2:196). (İhrâm aslında niyet ederek hac yasaklarına giriş demektir. Erkek hacıların kesimi, biçimi ve dikimi olan normal elbise giyinme yasağı dolayısıyla büründükleri iki parça kumaş da bu cümleden olduğundan, zamanla bu kıyafete ihrâm demek adet olmuştur. T.ç.n.)

40 - Yani, geleceği.

41 - Bkz. not 22.
28. O, Elçisini rehberliği ve hak dini [yayma görevi] ile göndermişti ki, bu (dini) öteki bütün [bâtıl] dinlere üstün kılsın; ve hiç kimse Allah kadar [hakikate] şahitlik yapamaz. (42)

42 - Zımnen, "Peygamberlerine indirdiği vahiyler aracılığıyla." Bkz. ayrıca 3:19 -"Allah katında tek [hak] din, [insanın] Allah'a teslimiyetidir". Buradan şu sonuç çıkar: yukarıdaki prensibe dayanmayan (terimin en geniş anlamıyla) her din sırf bu sebepten (eo ipso), bâtıldır/geçersizdir.

29. MUHAMMED Allah'ın Elçisi'dir; ve [sadakatle] o'nun yanında olanlar, bütün hakikat inkarcılarına karşı kararlı ve tavizsiz, (43) [ama] birbirlerine karşı (44) merhamet doludurlar. Onların [namazda] eğilerek (ve) yere kapanarak Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün: onların işaretleri, yüzlerindeki secde izleridir. (45) Şu, onların hem Tevrat'taki ve hem de İncil'deki temsîlleridir: (46) [onlar] filiz veren bir tohum gibi[dirler], sonra Allah o (filizi) güçlendirir ki sağlam şekilde büyüsün ve [sonunda] kökü üzerinde dimdik dursun ve üreticileri sevindirsin... [Allah böylece müminleri sağlam ve dayanıklı/dirençli kılar] ki onlar aracılığıyla hakikat inkarcılarını şaşırtsın. (47) [Ama] onlardan inanıp doğru ve yararlı işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mükafat vaad etmiştir. (48)

43 - Bu bileşik tanımlama (yani, "kararlı ve tavizsiz" ifadesi -T.ç.n.), kanaatimce eşiddâ' teriminin (tekili şedîd) bu bağlamdaki en uygun karşılığıdır.

44 - Lafzen, "kendileri arasında". Karş. 5:54 -"müminlere karşı alçak gönüllü, hakikati inkar edenlere karşı onurlu".

45 - Sucûd ("secde etme/yere kapanma") masdar-ismi, burada, inancın kalben ifasını temsil ederken, secde "izleri", imanın inananların hayat tarzındaki ve hatta dış görünüşündeki yansımasını gösterir. "Yüz" insan kişiliğinin en anlamlı parçası olduğundan, Kur'an'da çoğu kez kişinin "tüm benliği" anlamında kullanılmıştır.

46 - Kur'an'da kullanıldığı şekliyle İncîl teriminin önemi konusunda bkz. sure 3, not 4.

47 - Lafzen, "öfke ile doldursun".

48 - Klasik müfessirlerin çoğu yukarıdaki cümleyi genel olarak müminlere atfetmelerine rağmen Râzî, minhum zamirinin ("onlardan" yahut "onlar arasından") önceki cümlede sözü edilen hakikat inkarcılarına -yani, henüz iman etmemiş ve böylece Allah'ın bağışlayıcılığına nail olmamışlara- yönelik olduğunu söyler: bu vaad, yukarıdaki ayetin nüzulünden sonraki birkaç yıl içinde gerçekleşti, çünkü Hz. Peygamber'in Arap düşmanlarından çoğu İslam'ı kabul etti ve büyük kısmı İslam'ın tebliğcisi oldu. Ama geniş anlamıyla bu ilahî vaad, Mahşer Günü'ne kadar, her dönemde ve bütün kültürel iklimlerde henüz hakikate intisab etmemiş ve ona göre hayatını yönlendirmemiş herkes için geçerlidir.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: