Meal Seç / Sure Seç

Mücadele Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

58 - Mücadele
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
İslam öncesi dönemde kadına yapılan haksızlıklara değinme ile başlayan sure, zihâr olarak bilinen (bkz. aşağıdaki not 1 ve ayrıca 33:4 ile ilgili not 3'deki geniş açıklama) müşrikçe boşama metodunun saçma ve geçersiz -ve dolayısıyla yasaklanmış- olduğunun olmayana ergi (reductio ad absurdum: abese ircâ) yoluyla isbatı ile devam eder; daha sonra inanç ve inançsızlık meseleleri ile bu her iki tavrın insanın sosyal hayatı üzerindeki etkilerini ve ikiyüzlülük (nifak) meselesini ele alır ve sonunda inananların inanmayanlara karşı takınmaları gereken tavrın değerlendirilmesi ile sona erer. Nüzul tarihi, H. 5. yılın başlangıcı veya muhtemelen H. 4. yılın sonları olarak tahmin edilmiştir. Surenin alışılmış başlığı, ilk ayetindeki tucâdilu ("başvuruda bulunan kadın") kelimesinden gelmektedir.
1. ALLAH, kocası hakkında sana başvuran ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözlerini işitmiştir. (1) Ve Allah ikinizin söylediklerini de mutlaka işitir: (2) Şüphesiz Allah her şeyi işiten, her şeyi görendir.

1 - Klasik müfessirlere göre bu ifade, kocası Evs b. Sâmit'in zihâr (33:4 ile ilgili not 3'de açıklanmıştır) olarak bilinen İslam öncesi döneme ait keyfî yeminle boşadığı Havle (yahut Huveyle) binti Sa‘lebe'nin durumuna atıftır. Kadın, kendisini bütün evlilik haklarından yoksun bırakan ve aynı zamanda yeniden evlenmesini imkansız kılan bu boşanmaya karşı Hz. Peygamber'e başvurduğunda, bu müşrik âdetini yasaklayan bu surenin 2-4. ayetleri nazil oldu. Surenin devamından ve bu konudaki muhtelif Hadisler'den anlaşıldığı kadarıyla, yukarıdaki ayetin, ilk olarak zihâr'ın kınanmasına işaret ettiği kuşkusuzdur. Ancak, ayette "kocası hakkında başvuran ..." belirsiz herhangi bir kadından bahsedilmesi, bir kadının kocası hakkında şikayette bulunma hakkına sahip olduğu bütün durumları kapsamaktadır: Yani, sadece haksız ve zalimce bir boşamaya karşı değil, ama aynı zamanda bir kadının artık çekilmez hale gelen bir evlilikten kurtulma talebi ile igili başvurusunu da kapsar. Evlilik bağının bu şekilde kadın tarafından sona erdirilmesi hul‘ olarak adlandırılmış ve İslam Hukuku'nda 2:229. ayete ve birçok sahih Hadis'e dayanılarak müeyyideye bağlanmıştır. (Bu meselenin daha detaylı bir açıklaması için 2:229'un ikinci paragrafı ile ilgili 218. nota bkz.)

2 - Lafzen, "Her ikinizin karşılıklı çekişmesini (tahavvurakumâ) işitir", yani hem kadını hem de kocayı, her ikisinin iç motivasyonlarını sonsuz hikmeti ve adaleti ile kuşatarak. İkinci bir ihtimal olarak da, yukarıdaki ayetin özellikli olarak Havle olayı ile igili olduğu düşünülürse, kumâ ("her ikiniz") zamiri ile işaret edilen ikinci kişinin Hz. Peygamber olduğu söylenebilir. O, bu surenin nüzulünden önce zihâr yoluyla boşamanın geçerli olduğunu düşünmüş ve bu sebeple Havle'ye, "Sen gerçekten, artık [kocana] haram oldun." demişti (Taberî). Bu düşünce, daha sonra 2. ayette ve devamında ifade edilen zihâr'ın yasaklanması hükmü ile hemen tersine döndürülmüştü.

2. [Bundan sonra] içinizden "Sen artık bana annem kadar haramsın!" diyerek (3) hanımlarından ayrılanlara gelince, [unutmasınlar ki] (eşleri) hiçbir zaman anneleri [gibi] olamaz: kendilerini doğuran kadından başkası anneleri olamaz: o halde, akla sığmayan (4) bir sözdür söyledikleri, [bu nedenle de] asılsız ve düzmecedir. Ama Allah, gerçekten günahları affedicidir, çok bağışlayıcıdır:

3 - Yuzâhirûn fiilinin bu şekildeki açıklamalı çevirisi için bkz. sure 33, not 3. Parantez içindeki "bundan sonra" ifadesi, zihâr âdetinin -belirli bir boşama şekli anlamında- bu surenin 2-4. ayetleri ile yasaklanmış olduğu gerçeği karşısında gerekli görülmüştür.

4 - Munker teriminin bu özel çevirisi için bkz. sure 16, not 109.

3. o halde, "Sen bana annem kadar haramsın!" diyerek hanımlarından ayrılanlara ve sonra söylediklerinden geri dönenlere gelince, [onların keffâreti] eşlerin tekrar birbirlerine dokunmalarından önce bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak (5) olacaktır: size [burada] tavsiye edilen budur; çünkü Allah yaptığınız her şeyden tamamiyle haberdardır. (6)

5 - Yani, bir kölenin veya tutsağın özgürlüğünü satın almak yahut onu serbest bırakmak. Köleliğin az veya çok ortadan kaybolduğu modern çağlarda tahrîru rakabe kavramı, sanırım, bir insanı büyük bir borç yükünün veya yoksulluğun tutsağı olmaktan kurtarmayı içine alacak şekilde genişletilebilir.

6 - Karş. 2:225 -"Allah, düşünmeden yapmış olabileceğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacaktır, ama kalplerinizin [ihtirasla] arzuladıklarından sorumlu tutacaktır."

4. Ancak buna imkanı olmayan, [bunun yerine,] birbirlerine yeniden dokunmadan önce peşpeşe iki ay oruç tutacak; (7) ve buna gücü yetmeyen altmış yoksulu doyuracak: (8) bu, Allah'a ve Elçisi'ne inancınızı isbat etmeniz (9) için (gerekli)dir. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır; ve hakikati inkar edenleri [öteki dünyada] şiddetli bir azap beklemektedir.

7 - Yani, Ramazan ayı boyunca tuttuğu orucun tâbi olduğu kurallar içinde (bkz. 2:183-187). "Buna gücü yetmeyen (lem yecid)" ifadesi ise, ya maddî imkanların yetersizliğini yahut gerçek veya sembolik kölelikten (bkz. yukarıdaki 5. not) kurtarılabilecek birini bulmanın imkansızlığını gösterir. Günümüzün birçok İslam bilginine göre (mesela Reşid Rıza, 4:92 ile ilgili yorumunda) bu ifade, ilk bakışta, "köleliğin İslamî hedeflere uygun olarak ortadan kaldırılacağı" şartlar ile ilgilidir (Menâr V, 337).

8 - Yahut: alternatif olarak, bir yoksulu altmış gün süreyle doyuracak. Peşpeşe iki ay oruç tutmanın imkansızlığı, ya hastalıktan, yahut gerçekten engelleyici dış şartlardan olabilir (mesela, büyük bir bedenî ve/veya zihnî gayret ve dikkat gerektiren işleri yapma mecburiyeti).

9 - Zımnen, "Cahiliyye Çağı'nın uygulamalarını terk ettiğinizi göstermek suretiyle" (Râzî). Başka bir deyimle, zihâr'ın telaffuzu, İslam öncesi dönemde olduğu gibi bir boşama olarak görülmeyecek, sadece keffâretle telafî edilmesi gereken bir haksız fiil olarak değerlendirilecektir.

5. Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelenler, onlardan önce yaşamış olup da Biz [kendilerine] açık mesajlar (10) gönderdikten sonra aşağılanmış bulunan [zalim]ler kadar aşağılanacaklardır. Ve [böylece,] hakikati inkar edenleri utanç verici bir azap bekleyecektir,

10 - Zımnen, "Onların görmezden geldikleri mesajlar". Böylece bu pasaj, özelden genele doğru gitmek suretiyle 4. ayetin sonundaki, "hakikati" yani ilahî vahyi "inkar eden herkes"e yapılan atıf ile bağlantı kurmaktadır.

6. Allah'ın onları dirilteceği ve [hayatta iken] yaptıkları her şeyi tam olarak (kendilerine) anlatacağı Gün: onlar unutmuş olsalar bile Allah onu [bütünüyle] hesaba katacaktır; çünkü Allah her şeye şahittir.
7. [EY İNSANOĞLU] göklerde ve yerde olan her şeyi Allah'ın bildiğinden haberin yok mu? Aralarında gizli gizli konuşan her üç kişinin dördüncüsü mutlaka O'dur ve her beş kişinin altıncısı; ister daha az isterse çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O'nsuz olamazlar. Ama sonunda, Kıyamet Günü, Allah, yaptıklarını onlara gösterecektir: çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
8. (Ve sen ey Muhammed!) gizli konuşmalar [yoluyla dolap çevirmek]ten men edilen, (11) ama men edildikleri şeye [tekrar] başvurmaktan kaçınmayanların ve kötülükte bulunmaya, saldırganlığa ve Elçi'ye karşı gelmeye (12) niyetlenerek fesatlık kuranların farkında değil misin? Bu [insan]lar, sana ne zaman yaklaşsalar (13) Allah'ın asla hoş görmeyeceği tarzda seni selâmlarlar; (14) ve birbirlerine: "Allah neden söylediklerimizden dolayı bizi cezalandırmıyor?" (15) derler. Cehennemdir onların payına düşecek olan: onlar işte oraya girecekler; o, ne kötü bir duraktır!

11 - Burada işaret edilen yasaklama, "normal olarak gizli toplanmalardan bir hayır çıkmaz; yardımlaşmayı emretmeye, adil muameleler[i tartışma]ya veya insanlar arası ilişkileri düzeltmeye adananlar hariç" (bkz. 4:114 ve ilgili not 138) ayetinden kaynaklanır. Klasik müfessirlerin işaret ettiği gibi, bu pasajda değinilen "gizli konuşmalar"ın bazı inkarcı çağdaşlarının Hz. Peygamber'e ve arkadaşlarına karşı hazırlamak istedikleri komplolar ile ilgili bulunduğuna kuşku yoksa da, pasajın genel bir muhtevaya sahip olduğu ve bu nedenle bütün çağlar için geçerli bulunduğu da aynı şekilde şüphesizdir.

12 - Yani, daha geniş anlamda, Hz. Peygamber'in ahlakî öğretilerine karşı çıkmaya.

13 - Hz. Peygamber'e "yaklaşma" ifadesi, burada ikili bir anlama sahiptir: lafzî olarak o'nun inkarcı çağdaşlarını, mecazî olarak da her zaman düşmanca eleştiride bulunanların o'nun kişiliğine ve öğretilerine "entellektüel" yaklaşımlarını kasdetmektedir. Aynı yorum, bir sonraki cümle için de geçerlidir.

14 - Lafzen, "Allah'ın seni hiçbir zaman selamlamadığı bir şekilde..." Tarihî olarak bu ifade, Medine Yahudilerinin Hz. Peygamber'e düşmanca yaklaşımlarına bir işarettir. Nakledildiğine göre, onlardan bir kısmı, Hz. Peygamber ile karşılaştıklarında geleneksel "selamun aleyküm" hitabı yerine selâm sözünü öyle bir şekilde mırıldanırlardı ki onu sâm ("ölüm") kelimesinden ayırd etmek imkansız olurdu. Ve aynı kaba kelime oyununu Hz. Peygamber'in arkadaşlarına da yaparlardı. (Taberî ve İbni Kesîr, yukarıdaki ayet ile ilgili yorumlarında, konu hakkındaki Hadisleri tam metin olarak ve bütün kaynaklarıyla birlikte nakletmişlerdir.) Konu ile ilgili bir önceki nota da bkz.

15 - Yani, "eğer Muhammed gerçekten bir Peygamber ise".

9. [O halde,] ey iman etmiş olanlar, gizli konuşmalarınızda, kötü fiiller, saldırgan davranışlar ve Elçi'ye itaatsizlik niyetiyle fesat kurmayı bırakın; (16) [bunun yerine] fazilet ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci üzerinde görüşmeler yapın: ve [her zaman] huzurunda toplanacağınız Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.

16 - Bkz. not 12.

10. [Öteki her türlü] gizli konuşmalar yalnızca şeytanın işidir, o ki inananlara bu şekilde üzüntü verir; ama Allah'ın izni olmadıkça onlara hiçbir zarar veremez: (17) inananlar yalnızca Allah'a güvensinler!

17 - Zımnen, "Şeytan" kavramında ifadesini bulan kötülük unsuru, kendi içinde ve kendinden gelen bir güce hiçbir şekilde sahip değildir: karş. 14:22 -"Sizin üzerinizde gerçekte bir nüfuzum yoktur: ben sadece sizi çağırdım ve siz de icabet ettiniz. Öyleyse beni suçlamayın, yalnızca kendinizi suçlayın." (Bkz. ayrıca 31. notta nakledilen Râzî'nin yukarıdaki ayet ile igili görüşü.) Allah'ın bir kişinin sapıklığa düşmesine "izin vermesi" veya "imkan vermesi" meselesi ("Allah'ın izni olmadıkça" ifadesinde îma edilen mesele) ile ilgili olarak bkz. 14:4, not 4.

11. SİZ EY imana ermiş olanlar! Size, "Toplumsal hayatınızda (18) birbirinize yer verin!" denildiğinde yer verin: [karşılığında] Allah da [rahmetinde] size yer verir. (19) Ve ne zaman size, "[İyi bir iş için] ayağa kalkın!" denildiğinde ayağa kalkın; (20) [ve] Allah, içinizden iman etmiş olanları ve [hepsinin üstünde,] kendilerine [doğru] bilgi tevdî edilenleri [kat kat] yüceltecektir: (21) Çünkü Allah bütün yapıp-ettiklerinizden haberdardır.

18 - Lafzen, "meclislerde/toplantılarda (mecâlis)". Bu ifadenin, Hz. Peygamber'in düzenlediği sohbet toplantılarına -ki, bu toplantılarda müminler o'nun söylediklerini daha iyi duyabilmek için heyecanla etrafını çevirirlerdi- veya daha sonraki dönemlerde camilerdeki toplu ibadetlere işaret ettiği çoğunlukla ileri sürülmüşse de, ben, (Râzî ile birlikte) mecâlis çoğul isminin burada kinâye yoluyla veya mecazî olarak insanın sosyal hayatının tümünü ifade ettiği görüşündeyim. Bu anlamda alınınca, "birbirlerine yer verme", toplumun bütün fertlerine, özellikle muhtaç veya engelli durumdaki mensuplarına karşılıklı olarak temiz ve yeterli bir hayat imkanı sağlamayı ifade eder. Bkz. ayrıca bir sonraki not.

19 - Bu pasaj ile ilgili yorumunda Râzî şunları söyler: "Bu ayet gösteriyor ki eğer bir kimse, Allah'ın kullarının (‘ibâd) mutluluğu ve iyiliği için gerekli imkanları (ebvâb) arttırırsa, Allah da onun için bu dünyadaki ve öteki dünyadaki bütün iyilikleri arttırır. Bu nedenle hiçbir akıl sahibi (‘âkil), bu ayeti[n maksadını] yalnızca [gerçek] bir toplantıda bir başkasına yer verme ile sınırlayamaz".

20 - Parantez içine aldığım "iyi bir iş için" sözleriyle ifade edilen yorum, birçok klasik müfessirin ve özellikle de Taberî'nin görüşlerine paraleldir: Aynı yerde geçen Katâde'nin sözleriyle: "Her ne zaman iyi bir iş yapmaya çağrılırsanız, bu çağrıya uyun".

21 - Karş. Hz. Peygamber'in şu sözü: "Bilgin (‘âlim) bir kişinin [yalnızca] ibadet eden birine (‘âbid) üstünlüğü, ayın dolunay olduğu gecede bütün öteki yıldızlara üstünlüğüne benzer" (İbni Hanbel, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Neseî, İbni Mâce ve Dârimî).

12. SİZ EY iman etmiş olanlar! Elçi'ye ne zaman bir şey danış[maya niyetlen]irseniz, bu danışma vesilesi ile karşılıksız yardımda bulunun: (22) bu sizin yararınıza olacak ve sizin [iç] temizliğinizi sağlayacaktır. Ama buna gücünüz yetmezse (23) [bilin ki] Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.

22 - Kişinin Allah'ın Elçisi'ne her "danışma"sı vesilesiyle (beyne yedey) karşılıksız yardımda bulunmaya çağrılması, çoğu zaman yanlış anlaşılmış ve onunla, yani yaşadığı dönemde gerçekten yapılan konuşmalar/danışmalar ile sınırlandırılmıştır. Bunun sebebi, muhtemelen, yaşadığı zamanda bazı çok heyecanlı müminlerin rahatsız edici ölçüdeki ilgilerini azaltmaktı. Bu yanlış anlama, bir sonraki ayette ifade edilen yukarıdaki istisna ile birlikte, bazı müfessirleri, bu emrin "nesh edilmiş" olduğu şeklinde temelsiz bir kanaate sevk etmiştir. Ama böyle bir "nesih" teorisinin hiçbir şekilde savunulamaz olduğu gerçeği (bkz. 2:106 ve ilgili not 87) yanında, ayrıca "Elçi" (Rasûl) teriminin Kur'an'da yalnızca Peygamber Muhammed (s)'in benzersiz kişiliği anlamında değil, ama aynı zamanda onun tarafından dünyaya aktarılan öğretiler bütünü anlamında kullanıldığını bilirsek bu ayeti doğru şekilde anlayabiliriz. Bu, birçok Kur'ânî öğütten de anlaşılmaktadır: "Allah'a ve Rasûlü'ne kulak verin" ve daha belirgin olarak (4:59'da): "Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa/ayrılığa düşerseniz onu Allah'a [yani Kur'an'a] ve Elçi'ye [yani, onun sünnetine] götürün", ki bu ayet birinciyi açıklamak gibi bir fonksiyon taşımaktadır. Bu anlamda alınınca yukarıdaki "Elçi'ye danışma" ifadesi, yalnız o'nun kişiliğine ve çağdaşlarına değil, daha çok o'nun genel öğretilerine ve bütün zamanlar ve mekanlardaki müminlere işaret eder. Başka bir deyimle, her mümin, ne zaman kendisini Elçi'nin öğretilerini araştırmaya/öğrenmeye verse, yahut Kur'an'ın tanımladığı gibi, ilahî kelâmı bize aktaran Elçi'ye "danışma"ya niyetlense, "karşılıksız yardımda bulunma"sı -bu hem muhtaç bir kişiye maddî yardımda bulunma olabilir, hem de aydınlanmaya muhtaç olan bir kişiyi bilgilendirme ya da sadece zayıf bir insana iltifatta bulunma bile olabilir- tavsiye edilmiştir.

23 - Lafzen, "eğer (bir imkan) bulamazsanız". Yani, o anda karşılıksız yardımda bulunacağınız bir kimseyi veya -herhangi bir sebeple- onu yerine getirme imkanını.

13. [Elçi'ye] danışmanız vesilesiyle kimseye bir yardımda bulunmamaktan dolayı [günah işlemiş olabileceğinizden] korkuyor musunuz? Eğer [imkanlarınızın olmamasından dolayı] bunu yapamazsanız ve Allah size affediciliğini gösterirse, siz de namazlarınızda devamlı ve dikkatli olun ve [sadece] arındırıcı yükümlülüklerinizi (24) yerine getirin ve [böylece] Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin: Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

24 - Yani, bir müminin servetini ve gelirini bencilliğin kirinden arındırmayı hedefleyen zorunlu vergiyi (zekât): bu demektir ki, kişinin karşılıksız yardım olarak daha fazlasını yapma imkanına sahip olmaması bir günah sayılmaz.

14. ALLAH'IN gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kuranların (25) farkında değil misin? Onlar ne sizdendir [ey müminler] ne de o [hakikati inatla reddede]nlerden: böylece onlar yalan ve düzmece (değerler) üstüne [onların yalan ve sahte olduklarını] bile bile yemin ederler.

25 - "Allah'ın gazabına uğrama"nın anlamı için bkz. Fâtiha'nın son ayeti ile ilgili not 4. Bu özel bağlamda, "Allah'ın gazabına uğrayan toplum ile dostluk kuranlar", Allah'ın varlığını ve tezahürlerini muğlak bir şekilde de olsa kabul ettikleri halde kendilerini inkarcı çevrelerinden koparacağı ve böylece, manevî olarak bağlantısız bir hayatın sözde maddî avantajlarını kaybedeceği korkusuyla bu hakikate tam olarak teslim olmaya yanaşmayan yarım gönüllülerdir: bu ayetin son cümlesinin işaret ettiği ahlakî (mânâdaki) yalan budur. (Bkz. ayrıca 60. surenin son ayeti.)

15. Allah onlar için [öteki dünyada] şiddetli bir azap hazırlamıştır. Onların yapageldikleri şey gerçekten çok kötüdür:
16. Onlar ahidlerini [yalancılıklarına ve sahtekarlıklarına] örtü yaptılar ve böylece başkalarını Allah yolundan alıkoydular: (26) bu nedenle onları alçaltıcı bir azap beklemektedir.

26 - Yani, başkalarının kalplerine şüphe tohumları ekerek.

17. Ne dünyevî servetleri ne de soy sopları onları Allah'a karşı koruyamayacaktır: Onlar, kalıcı meskenleri olan cehenneme mahkum edilmişlerdir!
18. Allah'ın onların tümünü tekrar dirilteceği Gün, [şimdi] senin önünde yemin ettikleri gibi, [varsayımlarında] haklı oldukları zannıyla (27) O'nun önünde de yemin edecekler. Gerçek şu ki, [en büyük] yalancılar onlardır! (28)

27 - Yani, dünyevî kazançları manevî/ruhî değerlere tercih etmelerini "makul" ve bu nedenle, ahlaken "meşru" görerek. Bir sonraki cümlenin işaret ettiği, işte bu bariz kandırmacadır.

28 - Kâzibûn ism-i fâilinin başındaki el belirtme takısı, bu şekilde nitelenen/tanımlanan toplumun kendi kendini kandırmanın en ileri derecesine ulaştığını gösterir: bu sebeple, Zemahşerî'nin yukarıdaki ifade ile ilgili yorumuna uygun olarak parantez içi "en büyük" açıklamasını ekledim

.
19. Şeytan, onlar üzerinde üstünlük kurmuş ve onları Allah'ı anmaktan uzaklaştırmıştır. Böyleleri Şeytan'ın yandaşlarıdır: Gerçekten hüsranda olanlar onlardır, Şeytan'ın yandaşları!
20. Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelenler, işte onlar [Hesap Günü] en sefiller arasında bulunacaklardır.
21. [Çünkü] Allah böyle buyurdu: "Ben kesinlikle üstün geleceğim, Ben ve Elçim!" Şüphesiz Allah, güçlüdür, kudret sahibidir!
22. Allah'a ve Ahiret Günü'ne [gerçekten] inanan, ama [aynı zamanda] -babaları, oğulları, kardeşleri yahut [öteki] akrabaları bile olsa- Allah'a ve Elçisi'ne karşı çıkanları seven bir toplum göremezsin. (29) [Gerçek müminlere gelince,] Allah'ın kalplerine imanı nakşettiği ve ilhamı ile (30) güçlendirdiği kimseler onlardır ve [zamanı gelince] onları içlerinden ırmaklar akan bahçelerde barındıracaktır. Allah onlardan hoşnuttur ve onlar da Allah'tan. İşte onlar Allah'tan yana olanlardır: İşte onlar, Allah'tan yana olanlar, mutluluğa ulaşacaklardır!

29 - Bu pasajın kilit ifadesi, "Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelenler (men hâdde)" tanımlamasıdır: yani Allah'ın mesajına ve Elçisi'nin kişiliğine yahut öğretisine aktif bir düşmanlık besleyenler. İslam'a aktif olarak düşmanlık yapmayan inkarcılar ile ilişkiler konusunda ise Kur'an, birçok yerde (mesela 60:8-9'da) onlara nezaket ve dostluk/yakınlık içinde davranılmasına açıkça izni vermekte ve hatta bunu zımnen emretmektedir.

30 - Rûh'u "ilham" veya bazan "ilahî ilham" olarak çevirmem konusunda bkz. 16:2, not 2. Zemahşerî tarafından işaret edildiği gibi, minhu'daki hû zamiri ya Allah'a yöneliktir -benim çevirimde olduğu gibi- yahut müminlerin inancına. Bu ikinci durumda ifade, "Ondan [kaynaklanan] ilham ile güçlendirilmiş" şeklinde çevrilebilir.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: