Meal Seç / Sure Seç

Enfal Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

8 - Enfal
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Adını 1. ayetindeki ganimetlerle ilgili atıftan alan surenin büyük bir kısmı H. 2. yıl içinde, hemen Bedir Savaşı'nı izleyen günlerde vahyedilmiştir; surenin bazı ayetlerinin, özellikle de karar ya da sonuç bölümünün daha sonraki bir zamana ait olduğu sanılmaktadır. Hemen hemen bütünüyle Bedir Savaşı'na ve ondan çıkarılacak derse ilişkin olduğuna göre, surenin tam ve doğru bir biçimde anlaşılabilmesi için sözü geçen olayı tarihsel örgüsü içinde kısaca gözden geçirmek yerinde olacaktır. H. 2. yılın Şaban ayında Medine'deki Müslümanlar, birkaç ay önce Ebû Süfyân'ın önderliğinde Suriye'ye giden büyük bir Mekke ticaret kervanının Mekke'ye dönmek üzere güneye doğru yola çıkmış olduğunu ve birkaç hafta sonra Medine yakınlarından geçeceğini öğrendiler. Hz. Peygamber, Müslümanların Mekke'den Medine'ye hicret etmelerinden bu yana onlarla Mekke'nin Kureyşlileri arasında açık bir savaş halinin zaten mevcut olduğu gerçeğini gözönünde bulundurmuş olacak ki, sözkonusu kervana Medine'ye yaklaşır yaklaşmaz saldırmak niyetinde olduğunu ashâbına bildirdi. Bu haber, kendisi daha Suriye'deyken Ebû Süfyân'a ulaştı. Kervanıyla birlikte tehlike bölgesine girinceye kadar geçmesi gereken haftalar Ebû Süfyân'a, Mekke'ye acil bir yardım isteğiyle hızlı bir kurye göndermesine yetecek fırsatı verdi. (Bu arada, değerli ticaret mallarıyla yüklü yaklaşık bin deveden oluşan kervana yalnızca kırk silahlı adam refakat ediyordu.) Ebû Süfyân'ın mesajını alan Kureyş, Hz. Peygamber'in en azılı muhaliflerinden Ebû Cehil'in kumandasında güçlü bir ordu topladı ve kervanın yardımına yetişsin diye kuzeye doğru yola çıkardı. Beri yandan kervan, Medine'nin mümkün olduğu kadar uzağından geçmek amacıyla mûtad yolu bırakarak rotasını kıyı bölgelerine doğru çevirmişti. Hz. Peygamber'in, bu gibi durumlarda genel olarak izlediği tutumun dışına çıkarak tasarısını çok önceden açığa vurması, tasarlanan saldırının bir yanıltmacadan başka bir şey olmadığını, buna karşılık tâ başından beri gözlenen gerçek hedefin ise Kureyş ordusuyla karşı karşıya gelmek olduğunu gösterir gibidir. Daha önce de ifade edildiği gibi Mekkeli Kureyş ile Medine'deki Müslüman toplum arasında bir savaş hali, varlığını zaten hissettiriyordu. Gerçi şimdiye kadar taraflar arasında henüz fiilî bir karşılaşma meydana gelmemişti ama Müslümanlar yine de kendilerini hep bir Kureyş saldırısının tehdidi altında hissetmişlerdi. Muhtemeldir ki Hz. Peygamber, bu kararsız duruma bir son vermek ve mümkünse, Kureyş'e kesin ve etkili bir darbe indirmek ve böylece henüz zayıf olan kendi topluluğuna bir güvenlik hattı sağlamak istiyordu. Nitekim, eğer Ebû Süfyân'ın kervanına saldırmak ve onu yağmalamaktan başka bir niyeti olmasaydı, bunu, sadece kervanı Medine yakınlarına gelinceye kadar beklemek ve anî bir saldırıyla işini bitirmek suretiyle pekala yapabilirdi; hem bu durumda Ebû Süfyân Mekke'den silahlı bir yardım sağlamak için gerekli zamanı da bulamazdı. Durum tam belirttiğimiz yönde gelişmiş olmalı ki, Hz. Peygamber'in tasarladığı saldırıyı haftalarca önceden duyurması, Ebû Süfyân'a, Mekke'li hemşehrilerini alarma geçirmesi ve onları Medine üzerine yürüyecek hatırı sayılır bir kuvvet toplamaları yönünde ikna etmesi için gerekli zamanı kazandırdı.Ebû Süfyân'ın kervanı kıyı boyunca güneye doğru ve böylece Müslümanlardan uzaklaşarak ilerlerken, yediyüzü deve ve yüzden fazlası at üzerinde olmak üzere, zırh kuşanmış bin kadar savaşçıdan oluşan Kureyş ordusu, kıyı yolunu tutmuş olduğundan habersiz oldukları Ebû Süfyân'la karşılaşmak üzere Medine'nin yaklaşık yüz mil güney-batısında bulunan Bedir vadisine vardı. Hz. Peygamber de hemen hemen aynı zamanda, sadece yetmiş deve ve iki atla ve son derece zayıf bir donanımla, üçyüzden biraz fazla Müslümanın başında Medine'den çıkmıştı. Hz. Peygamber'in ashâbı ticaret kervanına ve onun zayıf maiyetine saldıracaklarını sanıyorlardı; ama Ramazanın 17. (bazı otoritelere göre de 19 ya da 21.) günü kendilerinden en az üç kat kalabalık güçlü bir Kureyş kuvvetiyle yüz-yüze gelince hemen bir savaş şûrası topladılar. Müslümanlardan birkaçı düşmanın kendilerinden çok güçlü olduğu ve dolayısıyla Medine'ye ricat etmek gerektiği görüşündeydiler. Ne var ki, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in başı çektiği kahir ekseriyet, gecikmeden düşmanın üzerine yürünmesinden yana görüş bildirdiler ve onların bu şevk ve cesaret veren tavırları diğer Müslümanların üzerinde de etkili oldu. Böylece Hz. Peygamber Kureyş'e karşı taarruza geçti. O günün Arap geleneğine göre girişilen birkaç teke-tek vuruşmadan sonra kavga bir meydan savaşına dönüştü: Mekke kuvvetleri bütünüyle bozguna uğratıldı; Ebû Cehil de içlerinde olmak üzere Mekke'lilerin ileri gelenlerinden birçoğu öldürüldü. Müşrik Kureyş'le Medine'nin genç Müslüman cemaati arasında cereyan eden ilk açık savaştı bu; ve sonuç olarak Kureyşlilere gösterdi ki, Muhammed (s) tarafından başlatılan hareket geçici bir düş değil, fakat yeni bir siyasal gücün, Arap tarihinde bilinen hiçbir dönemle karşılaştırılamayacak yepyeni bir çağın başlangıcıdır bu. Mekke'lilerde daha Hz. Peygamber ve Sahâbîlerinin Medine'ye hicretleriyle başgösteren korku ve endişe Bedir Günü'nde sarsıcı bir doğrulamasını buldu. Arap paganizminin gücü, hiç değilse son birkaç yıl için olsun, bütünüyle ortadan kalkmadıysa da, bu gücün çöküşü bu tarihsel dönüm noktasından sonra belirgin bir hız kazandı. Bedir Günü Müslümanlar için de bir dönüm noktası oldu. Şu rahatlıkla söylenebilir ki, o güne kadar Hz. Peygamber'in Sahâbîlerinden ancak birkaçı, İslam'ın öngördüğü yeni düzenin siyasal çağrışımlarını bütün genişliğiyle anlamış ya da hissetmişlerdi; çoğu için, Medine'ye hicret olayı o ilk zamanlarda, Mekke'de çekmek zorunda kaldıkları baskı ve zulüme karşı girişilmiş bir sığınma eyleminden başka bir şey değildi: Ama Bedir Savaşı'ndan sonradır ki içlerinde olaya en basit ve yalın mülahazalarla bakanlar bile kendilerini artık yepyeni bir toplumsal düzenin beklediğini fark ettiler. İlk zamanlar kendileri için o kadar karakteristik olan o pasif kendini adama tavır ve öğretisi, bu olayda, eylem yoluyla kendini adama fikriyle bütünleyici öğesine ulaşmış oldu. Hayatın en temel ve yaratıcı öğesi olarak eylem öğretisi belki de insanlık tarihinde ilk defa, yalnız seçilmiş birkaç birey tarafından değil, bütün bir cemaat tarafından bilinçli olarak kavranmış oldu. Gelecek on yıllarda, gelecek yüzyıllarda Müslümanların tarihinde ayırıcı bir nitelik olarak fark edilecek olan bu yoğun eylemci etkinlik Bedir Savaşı'nın aslî ve dolaysız sonuçlarından biri olarak kendini gösterdi.
1. SANA ganimetler hakkında soracaklar. De ki: "Bütün ganimetler Allah'a ve O'nun Elçisi'ne aittir" (1) Öyleyse, Allah'tan yana bilinç ve duyarlık içinde olun; aranızda kardeşlik bağlarınızı canlı tutun; (2) Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı duyarlık gösterin, eğer [gerçekten] inanan kimselerseniz!

1 - Nefl (çoğulu enfâl) terimi, salt linguistik anlamıyla, "bir kimsenin hakkının ya da alacağının ötesinde fazladan aldığı şey" yahut "kişinin yükümlülüğü üstünde fazladan verdiği şey" demektir (ki bu sonrakinden salâtu'n-nefl yani "nafile namaz: yükümlü olmaksızın kişinin kendiliğinden kıldığı namaz" kavramı türemiştir). Sözcüğün çoğulu olan enfâl Kur'an'da yalnız bir kere, yukarıdaki ayette geçmekte ve "savaşta düşmandan ele geçirilen mal, erzak ve mühimmat, yani, ganimet anlamında kullanılmaktadır. Ganimet, cihad yapan kimsenin (yani Allah yolunda vuruşan kimsenin) gütmesi öngörülen asıl amacın üstünde ve ötesinde arızî bir şey, bir fazlalık olduğuna göre anlam olarak enfâl terimiyle çakışıyor demektir. "Bütün ganimetler, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne aittir" ifadesi, savaşta elde edilen ganimet üzerinde kişisel olarak hiçbir savaşçının hak iddia edemeyeceğini bildiriyor: Çünkü ganimet, Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in öğretilerinde (Sünnetlerinde) yer alan ilkelere göre kamu malıdır ve İslamî devlet (ya da cemaat) yönetimi tarafından kamunun yararına kullanılır ya da dağıtılır. Ganimetlerin dağıtımı konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. bu surenin 41. ayeti. Bu surenin ilk ağızda nüzul sebebi, Müslümanların Bedir Savaşı'nda ele geçirdikleri ganimetlerle ilgili sorun olmuştur, fakat yukarıda bildirilen ilke (ganimetlerin kamuya ait olduğu ilkesi) bütün çağlarda ve bütün şartlarda geçerlidir.

2 - Lafzen, "aranızdaki ilişkiyi düzgün tutun (ya da düzeltin)" -yani, "din kardeşi olduğunuzu, aynı şeylere inandığınızı aklınızda tutun ve aranızdaki bütün uyuşmazlıkları, ayrılıkları bir kenara bırakın".

2. İnananlar ancak o kimselerdir ki, her ne zaman Allah'tan söz edilse kalpleri korkuyla titrer; ve kendilerine her ne zaman O'nun ayetleri ulaştırılsa inançları güçlenir; (3) ve Rablerine güven beslerler.

3 - Lafzen, "ve ne zaman O'nun mesajları kendilerine ulaşsa, bu onların inançlarını arttırır".

3. Onlar ki, namazlarında devamlı ve kararlıdırlar; kendilerine rızık olarak bahşettiğimiz şeylerden başkalarının yararına harcarlar: (4)

4 - Bkz. 2. sure 4. not.

4. İşte böyleleridir, gerçekten inanmış olanlar! Rablerinin katında büyük onur, bağışlanma ve çok değerli bir rızık olacaktır onların payı. (5)

5 - Yani, Cennette. Yine de Râzî'ye göre, bu "en üstün rızık," mümindeki Allah'a karşı sorumluluk bilincinden ve Allah sevgisinden doğan ruhî coşku halini, O'na yönelirkenki huşû ve istiğrâk halini îma eden bir ifadedir. Râzî'nin yorumunda bu tabir, imanın bu dünyada ruhsal esenlik ve huzur biçimindeki karşılığını ifade etmektedir. Bazı müfessirler (Menâr IX, 597) gerçek müminler hakkında yapılan yukarıdaki tanımlamayı surenin en önemli bölümü olarak görmektedirler. -Bizim burada "Rablerinin katında büyük onur ... olacak onların payı" şeklinde aktardığımız kısım metnin aslında "Rablerinin katında onların dereceleri olacak", yani, üstünlük ve onur sahibi olacaklar diye geçmektedir.

5. SANKİ Rabbin seni, inananlardan bazıları buna karşı oldukları halde, hak yolunda [savaşmak üzere] evinden çıkarmış gibi, (6)

6 - Yani, müslümanların Kureyş ordusuyla açık bir savaş vermeleri gerektiği fikrinin gerçekten Allah'ın dileği olduğu açığa çıktıktan sonra Bedir Savaşı öncesi durum hakkındaki bu atıf (bkz. surenin başındaki giriş notu) hem 1. ayette verilen "Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı duyarlık gösterin" öğütüyle, hem de 2. ayette müminlerin Rablerine güven besleyip O'na dayanmaları gerektiği yolunda yapılan hatırlatmayla bağlantılıdır. Hz. Peygamber'in ashâbından birkaçı, Suriye'den dönen Mekke kervanına saldırmak ve böylece kolay yoldan ganimet elde etmek dururken, tutup Kureyş'in ana kuvvetleriyle savaşa girmek fikrini hoş karşılamadılar. Fakat çoğunluk, onları her nereye sevk etmek isterse istesin Allah'ın Elçisi'ne uyacaklarını açıkladılar hemen. Bazı müfessirler burada cümlenin başındaki zarf takısı kemâ'yı (tıpkı, sanki) önceki pasaja ve dolayısıyla müminlerin Allah'ın emirlerine uymak konusundaki görevlerine bağlamak eğilimindedirler. Diğerleri ise, bunu biraz fazla zorlanmış bir yorum olarak görüp, burada "kemâ" ile îma edilen karşılaştırmayı, 6. ayetin ilk cümlesine bağlayarak bu pasajı şöyle aktarıyorlar: "Sanki bazı müminler Kureyş'e karşı savaş vermek üzere Medine'den çıkmak fikrinden hoşlanmamışlar gibi, bu yüzden tutup bunun gerçekten Allah'ın dileği olup olmadığı konusunda neredeyse seninle tartışacaklardı". Bu, Taberî'nin de bu ayet hakkındaki kendi yorumunda olumlayarak kaydettiği üzere, özellikle Mücâhid'in görüşüdür.

6. [bu yüzden,] hem de hak ortaya çıktıktan sonra, seninle neredeyse tartışacaklardı; sanki ölüme doğru sürüklenmişler de onu kendi gözleriyle görmüşler gibi.
7. İmdi, (hatırlayın) Allah, (bu) iki [düşman] topluluğundan birinin sizin elinize düşeceği konusunda size söz vermişti; sizlerse güçsüz olanın elinize düşmesini arzu ediyordunuz; (7) oysa Allah'ın muradı, sözleriyle tam bir uyum içinde, hakkın hak olduğunu göstermek ve hakkı inkar edenlerin son kalıntılarını da silip-atmak yönündeydi. (8)

7 - Lafzen, "Siz güçsüz olanın sizin olmasını isterken..." Bununla, Suriye'den gelen ve sadece kırk silahlı adam tarafından korunan ve bu yüzden de büyük bir tehlikeye maruz kalınmadan ele geçirilebileceği düşünülen kervan kasdediliyor.

8 - Mekke ordusunun Bedir'de bozguna uğratılması, İslam'ın kendi yurdundaki bütün muhaliflerinin gelecek birkaç yıl içinde saf dışı bırakılmalarına bir başlangıç oluşturdu: Bu, yukarıdaki kelimelerin (... muradı, sözleriyle tam bir uyum içinde, hakkın hak olduğunu göstermek ...) atıfta bulunduğu, Allah'ın gelecekte gerçekleşeceğine dair söz verdiği husustur. Bkz. 11. sure, 103. not.

8. Böylece O, hakkın (her zaman) hak olduğunu, bâtılın da bâtıl olduğunu gösterecekti; bu, günaha gömülüp gitmiş olanların hoşuna gitmese de. (9)

9 - Bu ayet şunu gösteriyor ki, sefere çıkarken Hz. Peygamber'in ulaşmak istediği asıl amaç, hiçbir şekilde tek başına kuzeyden yaklaşan zengin kervanın Müslümanlar tarafından ele geçirilip soyulmasıyla -böyle bir eylem Müslümanlar için madden yararlı olacak gibi görünse bile- sınırlandırılamazdı. Çünkü böyle bir eylem müşrik Kureyşliler için pek de yıpratıcı olmayacaktı. Oysa, beri yandan Bedir'de iyi donanımlı asıl Kureyş kuvvetleriyle yapılacak bir karşılaşma, Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlanması halinde, hem düşmanın kendine güvenini kökünden sarsacak, hem de İslam'ın önünde onu bütün bir Arabistan'da nihaî zafere götürecek yolu açmış olacaktı.

9. Hani, yardım için Rabbinize yakarıyordunuz; ve O da bunun üzerine size şöyle cevap vermişti: "Size birbiri ardından inen bin melekle yardım edeceğim!"
10. Ve Allah bunu yalnızca bir müjde olsun diye ve Allah'tan başka kimsenin katından yardım umulamayacağına göre- bununla kalpleriniz huzur, itminan bulsun diye böyle takdir etti: gerçekten de, Allah, hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibidir. (10)

10 - "Bedir Savaşı'nın olacağı gün, Hz. Peygamber kendi ashâbına baktı: üçyüzden biraz fazlaydılar; sonra Allah'tan başkalarını ilah edinenlere (müşriklere) baktı: aman Allah'ım, bin kişiden fazlaydılar. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü Kıble'ye döndü, ellerini kaldırıp Rabbine yakardı: "Ey Allah'ım, bana ne söz verdiysen onu gerçekleştir! Ey Allah'ım! Eğer canlarını sana teslim etmiş olan bu küçük topluluk yok olacak olursa, yeryüzünde sana kulluk edecek kimse kalmayacak..." Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel ve başkaları tarafından kaydedilmiş bulunan bu sahih Hadis, çok benzer bir aktarımla Buhârî'nin Sahîh'inde de yer almaktadır. Rivayet edilmektedir ki, Hz. Peygamber'in duasına cevaben yukarıdaki ayet vahyedilmiş ve Hz. Peygamber, bunun üzerine, daha önce inmiş bulunan bir ayeti (hatırlayarak) dile getirmiştir: "Topluluklar dağılıp bozguna uğratılacak ve onlar [kavgada] arkalarını dönüp kaçacaklar" (54:45) (Buhârî). Bin melekle yapılacak yardım konusunda bkz. 3:124-125. (Uhud Savaşı sırasında Hz. Peygamber tarafından dile getirildiği söylenen benzer bir vaad sözü geçen ayetle dolaylı olarak teyid edilmektedir.) Meleklerle yapılan yardımın rûhî mahiyeti "bunu yalnızca bir müjde olarak ... böyle takdir etti" ifadesinde açık bir biçimde dile getirilmiş bulunuyor. (Keza bkz. 3. sure, 93-94. notlar.)

11. [Hatırlayın nasıl olmuştu] hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzurunun kuşatmasını sağlamış (11) ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, Şeytan'ın kirli vesveselerinden kurtarsın; (12) kalplerinizi güçlendirip adımlarınızı sağlamlaştırsın.

11 - Bedir Savaşı'ndan önceki anlar kasdediliyor. Nu‘âs iç huzuru/sükûnet sözcüğünün açıklaması için bkz. 3. sure, 112. not. Burada, alt edilmesi zor sıkıntılar içinde müminlere bahşedilen ruhî sükûnet ve kendine güven duygusuna işaret ediliyor.

12 - Lafzen, "Şeytanın pisliğini sizden uzaklaştırsın". Savaşın başlamasından hemen önce Mekke ordusu Bedir kuyularını kuşatmış ve böylece Müslümanları susuz bırakmıştı. Susuzluğun etkisiyle Müslümanlardan bazıları (burada "şeytanın kirli vesvesesi" olarak ifade edilen) büyük bir umutsuzluğa kapılır gibi olmuşlar, fakat âniden yağan bereketli bir yağmur Müslümanları susuzluktan kurtarmıştı (Taberî, İbni ‘Abbâs'tan rivayetle).

12. Hani, Rabbin [inananlara ulaştırılmak üzere] meleklere: "Mutlaka sizinle beraberim!" (13) [mesajını] vahyetmişti. [Ve meleklere]: "İmana erenleri [benim şu sözlerimle] yüreklendirin: (14) ‘Hakkı inkara kalkanların kalplerine korku salacağım; öyleyse [ey inananlar] onların boyunlarını vurun, parmaklarını kırın!'" (15)

13 - "Mutlaka sizinleyim" hitabı melekler aracılığıyla inananlara yapılmıştır. "Çünkü, bu sözlerin kasdı korkunun giderilmesine matuftur. Korkanlar melekler değil de Müslümanlar olduğuna göre hitap meleklere olamaz" (Râzî).

14 - Bundan sonraki hitap da inananlaradır (Râzî). Surenin 10. ayeti açıkça göstermektedir ki, meleklerin yardımı sadece manevî mahiyettedir, psikolojik plandadır. Kur'an'da hiçbir yerde meleklerin maddî anlamda bilfiil savaşa katıldıklarına delalet eden herhangi bir delil yoktur. Yukarıdaki ayet hakkındaki yorumunda Râzî bu hususu tekrar tekrar belirtmektedir. Çağdaş müfessirlerden Reşid Rıza da, bu savaşta ya da Hz. Peygamber'in diğer savaşlarında meleklerin fiilen kavgaya katıldıkları yolundaki menkıbevî görüşü ısrarla reddediyor (bkz. Menâr IX, 612 vd.). Biz burada muhtelif yerlerde köşeli parantezler içinde yaptığımız açıklayıcı ilavelerimizde daha çok Râzî'nin bu bölüm hakkındaki yorumlarına dayandık.

15 - Yani, "onları tamamen etkisiz hale getirin".

13. Onların kendilerini Allah'tan ve O'nun Elçisi'nden koparmış olmaları yüzündendir (16) bu; ve kim ki kendisini Allah'tan ve O'nun Elçisi'nden koparırsa, bilsin ki Allah azabında çok zorludur.

16 - Yahut: "Allah ve Elçi'si ile çatışmaları yüzünden" (Beğavî). Bununla birlikte, şâkkahû ("kendini ondan ayırdı" ya da "kendini ondan kopardı") sözcüğünün anlamı hem uzaklaşma, hem de muaraza kavramlarını içerdiğine göre (Taberî, Zemahşerî, Râzî), burada sözcük için tercih ettiğimiz karşılık en uygunu gibi geliyor bize.

14. Bu [sizin için, ey Allah'ın düşmanları]! Haydi, öyleyse tadın onu; ve [bilin ki] hakkı inkar edenleri ateşli bir azap beklemektedir!
15. SİZ EY imana erişenler! Savaşta, o hakikati inkara şartlanmış olan topluluğu büyük bir kuvvetle karşınızda bulduğunuz zaman sakın arkanızı dönmeyin: (17)

17 - Yani, ricat etmeyin, kaçmayın: Ortada Allah'ın zafer vaadi olduğuna göre hiçbir gerekçe ile ricate, gerilemeye izin olmadığı işaret ediliyor. Surenin tamamı gibi bu ayet de öncelikle Bedir Savaşı'yla ilgili olduğuna göre, yukarıdaki öğüt ya da talimatın da, Allah'ın müminlere ulaştırmaları için meleklere buyurduğu "Sizinle beraberim" (12. ayet) sözleriyle başlayan yüreklendirici mesajın bir parçası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu ayetin ortaya koyduğu ahlakî ders, Kur'an'ın didaktik metodunun bir gereği olarak, doğrudan atıfta bulunduğu tarihsel olayla sınırlı değildir; sürekli bir ilkenin geçerliğini taşımaktadır.

16. çünkü o gün -bir savaş taktiği gözetmeksizin ya da bir başka [müminler] grubuyla birleşme amacı gütmeksizin- her kim ki arkasını onlara dönüp kaçarsa, (bilsin ki) mutlaka Allah'ın gazabını üzerine çekmiş olacak ve varacağı yer de cehennem olacaktır: ne kötü bir varış yeridir orası!
17. Ve (şunu da bilin ki) [ey müminler,] düşmanı öldüren siz değildiniz (18), Allah'tı onları öldüren, ve (korku) saldığın zaman sen değildin [ey Peygamber, onların içine korku] salan, fakat Allah'tı (korkuyu) salan: (19) Ve [O bütün bunları] Kendi belirlediği (20) güzel bir sınavla müminleri sınamak için yaptı. Muhakkak ki Allah her şeyi işiten, her şeyi hakkıyla bilendir!

18 - Lafzen, "Onları siz öldürmediniz", -yani, Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlanan Bedir Savaşı'nda.

19 - Bazı rivayetlere göre, savaş başlarken Hz. Peygamber yerden bir avuç kum-çakıl ya da toprak alarak düşman tarafına doğru savurdu, bununla sembolik olarak onların yaklaşan felaketlerini işaret etmiş oluyordu. Ne var ki, bu kabil rivayetlerin hiç birisi, Hadis ilminin geçerli ölçüleriyle "sahih" (güvenilir) olarak tanımlanan standart sıhhat derecesini göstermedikleri gibi, yukarıdaki ayete de tatminkar bir açıklama getirmemektedirler (bkz. İbni Kesîr'in bu ayetle ilgili açıklaması. Keza Menâr IX, 620 vd.). Ramâ (lafzen, "attı" ya da "fırlattı") fiili "ok atmak" yahut "mızrak/kargı vb. atmak" anlamına da geldiğine göre, bu ayet Hz. Peygamber'in aktif olarak savaşa katıldığına işaret sayılabilir. Bir başka yoruma göre, bu, Hz. Peygamber'in ashâbıyla birlikte gösterdikleri büyük cesaret ve yiğitlik sayesinde düşmanlarının kalplerine "korku salmaları" olarak da anlaşılabilir. Hangi açıklama tarzı benimsenirse benimsensin, yukarıdaki ayet, Müslümanların, kendilerinden çok kalabalık ve çok daha iyi teçhiz edilmiş Kureyş ordusuna karşı elde ettikleri zaferi yalnızca Allah'ın yardım ve inayetine borçlu olduklarını işaret etmekte ve bütün zamanlar için müminleri, (ayetin devamında sözü geçtiği gibi, bir "sınav" olmak üzere ulaştırıldıkları) başarıları kendilerinden bilip yersiz bir biçimde gurura kapılmamaları yönünde uyarmaktadır.

20 - Lafzen, "Kendisi'nden gelen".

18. İşte bu [sınamaydı, Allah'ın muradı]; ve keza, Allah[ın], hakkı inkar edenlerin düzenlerini hep boşa çıkardı[ğını göstermekti, Allah'ın muradı].
19. [Ey inananlar!] Zafer mi istiyordunuz; işte ulaştı size zafer. Şimdi eğer [günahtan] kaçınmak istiyorsanız, bu sizin kendi iyiliğinize olacaktır; yok, eğer [günaha geri] dönerseniz, Biz de [yardım vaadimizden] geri döneriz; ve (bu durumda) topluluğunuzun size bir yararı olmaz, velev ki sayıca çok da olsanız. Çünkü, bilin ki Allah [ancak] inananlarla beraberdir. (21)

21 - Bu ayetin inananlara mı, yoksa onların Bedir'deki hasımlarına, yani, müşrik Kureyşlilere mi hitab ettiği konusunda müfessirler arasında ittifak yoktur. Râzî gibi bazı müfessirler bunun müminlere bir öğüt olduğu görüşünü benimsemişler ve ayeti yukarıda aktarıldığı gibi anlamışlar; bir kısmı da bunun Kureyşlilere yöneltilmiş bir tehdit olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu son görüşü benimseyenler, görüşlerini doğrulamak için ayetin ilk cümlesinde geçen feth (lafzen, "açıklık/açma") sözcüğüne, linguistik açıdan pek de aykırı düşmeyen "hüküm" ya da "karar" anlamını vermişler ve ayeti şöyle aktarma yolunu seçmişlerdir: "[Ey inkarcılar,] Bir hüküm mü bekliyordunuz! -İşte size varıp erişti karar. Artık (bundan böyle) [Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı savaşmaktan] kaçınırsanız, bu sizin kendi iyiliğinize olur; yok eğer dönüp de yine savaşmaya kalkarsanız, o zaman Biz de dönüp sizi yine bozguna uğratırız. Ve topladığınız ordunun da size hiçbir yararı olmaz, velev ki sayıca çok da olsa; çünkü, bilin ki, Allah inananlarla beraberdir!" Bu çift yönlü aktarımdan da anlaşılacağı gibi, yorumlar arasındaki fark daha çok feth ("hüküm" yahut "zafer") sözcüğünün ve fieh ("ordu" yahut "cemaat") sözcüğünün çift yönlü mecazî anlamları arasında yapılan tercihlere dayanmaktadır. İkinci sözcük ele alındığında, bu sözcüğün zihinde ilk çağrıştırdığı şey "bir grup" yahut "toplanmış, bir araya getirilmiş insanlar" oluyor ki, bu da az çok tâife ya da cemaat'in anlam alanı içine düşüyor. Böyle olunca, artık bu sözcüğün hem "bir ordu"yu hem de "bir topluluğu" işaret amacıyla kullanılmaması için bir sebep kalmıyor ortada. Bunun gibi, ne‘ûd ifadesi de iki yönde anlaşılabilir: yani, ya "Biz de sizi tekrar bozguna uğratırız" yönünde, ya da bizim tercih ettiğimiz biçimde: "Biz de [yardım vaadimizden] geri döneriz" yönünde; tabii ilkinde inanmayanlara, ikincisinde ise inananlara hitab ederek. (‘Adâ fiilinin "sözünden döndü" anlamındaki kullanımı için bkz. Tâcu'l-‘Arûs ve Lane V, 2189.) Yukarıda sözü geçen her iki yorum da linguistik olarak doğrulanabilir olmakla birlikte, sözkonusu ayetten önceki bölümün sonraki bölüm gibi inananlara hitab ettiğine bakılırsa, bizim burada benimsediğimiz (ve İbni Kesîr'e göre Ubeyy b. Ka‘b tarafından da desteklenen) yorumun bu anlatım örgüsü içinde daha uygun olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, yukarıdaki ayet, bizce, inananlar inançlarına, doğru yoldaki eylemlerine sadık kaldıkları sürece Allah'ın onlarla birlikte olacağı; onlar gerçek müminler olmadıkça, gelecekte ne kadar büyük bir topluluk oluştururlarsa oluştursunlar güçsüz ve mukavemetsiz kalacakları yolunda Müslümanlara yapılmış bir uyarı, bir hatırlatma durumundadır.

20. [Bunun içindir ki] ey imana erişenler, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı duyarlık, bağlılık gösterin; ve artık [O'nun mesajını] işitmiş bulunduğunuz halde O'ndan yüz çevirmeyin.
21. Ve (böylece) dinleyip kulak asmadıkları halde, "İşittik" diyenler gibi olmayın. (22)

22 - Bkz. 2:93 ve 4:46 ve ilgili notlar. Bu ifadeyle daha önce iki kez Yahudilere atıfta bulunulmakla birlikte, buradaki atıf daha geneldir; ve Kur'an'ın mesajından haberdar olduğu, onu anlayıp kavradığı halde ona aldırmayan herkesle ilgili görünmektedir.

22. Gerçek şu ki, Allah katında yaratıkların (23) en bayağısı aklını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir.

23 - Lafzen, "yürüyen ya da sürünen hayvanlar" (devâb, tekili dâbbeh), insanlar dahil.

23. Çünkü, Allah eğer onlarda iyi bir hal görseydi onların mutlaka duyup işitmelerini sağlardı; kaldı ki, onların (hakkı) duyup işitmelerini sağlasaydı, onlar o dikbaşlı tavırları içinde kuşkusuz yine yüz çevirirlerdi.
24. Siz ey imana erişenler! Her ne zaman sizi, size hayat verecek bir işe çağırırsa, Allah'ın ve (dolayısıyla) Elçi'nin bu çağrısına icabet edin; ve bilin ki, Allah insanla kalbinin [meyilleri] arasına (24) müdahale etmektedir; ve sonunda O'nun katında bir araya getirileceksiniz.

24 - Yani, insanın iç arzu ve eğilimleriyle bu arzu ve eğilimler doğrultusunda girişebileceği eylemler arasına. Burada, Allah'ın, insanı onun iç arzu ve eğilimlerinin yapmaya sevk ettiği şeylerden alıkoyabileceği ya da caydırabileceği ifade ediliyor (Râğıb). Başka bir deyişle, insanı, çarpık yahut sapık arzuların eliyle yanlış yollara düşmekten ve dolayısıyla, "aklını kullanmayan sağır ve dilsiz kimseler"den olmaktan (22. ayet) ancak Allah'tan yana diri tutulan bir bilinç ve duyarlığın alıkoyabileceği ve ancak böyle bir bilinç ve duyarlığın, insanı "hayat veren çağrıya" yani, eğriyle doğrunun ne olduğu konusundaki derin idrake ve buna göre davranma iradesine bağlı tutabileceği dile getiriliyor.

25. Ve kötülük yönündeki öyle bir ayartıya karşı uyanık ve duyarlı olun ki o, ötekileri dışta tutarak yalnızca hakkı inkara kalkışanlara musallat olmaz; (25) ve bilin ki Allah azapta çok çetindir:

25 - Burada "kötülük yönündeki ayartı" ifadesiyle aktarılan fitne terimi geniş bir kavramlar kümesini kucaklamaktadır: "ayartma", "imtihan", "deneme", ya da "kişinin sınanıp denendiği bir bela" gibi. Ayrıca nisbeten birbirine yakın bu anlamlar dizisinin bir uzantısı olarak: "fesad/karışıklık" (3:7 ve 6:23'de olduğu gibi), "ihtilaf" yahut "çekişme" (gruplaşmalara yol açan ya da insanın gruplaşmalar içindeki yerini tayin eden bir "imtihan" fikrini bünyesinde taşıdığı için); keza "zulüm" ve "baskı" (insanın yoldan çıkmasına, manevî değerlere olan inancını yitirmesine yol açabilecek bir bela ya da musîbet olduğu için -fitne bu anlamda 2:191 ve 193'de geçiyor) ve nihayet "kargaşalık/fesad", "birbirine düşme" ve "kardeş kavgası" (bütün bir toplumu ya da cemaati şaşkınlığa ve giderek başıbozukluğa ve anarşiye sürüklediği için). "Kötülük yönünde ayartı" ifadesi, bütün bu anlamları kucaklar göründüğü için, yukarıdaki akış içinde en uygun karşılık olarak geldi bize: Yalnızca, ruhî/manevî gerçekleri açıkça ve kesin olarak inkar edenlerin bu ayartıyla karşı karşıya bulunmadıkları, fakat başka şartlarda iyi ve dürüst olanların da kendilerini doğru yoldan uzaklaştırabilecek her şeye karşı belli bir süreklilik içinde ve bilinçli olarak korunmadıkları takdirde bu ayartının kurbanı olabilecekleri fikri de bu karşılığın isabetli olduğunu göstermektedir.

26. Ve yeryüzünde azınlıkta ve çaresiz olduğunuz; insanların sizi kapıp götürmesinden korktuğunuz günleri hatırlayın (26) ki, derken O sizi himaye etti, yardımıyla güç verip destekledi ve geçiminiz için temiz ve hoş rızıklardan bahşetti size, ki sonunda şükredesiniz.

26 - İnananların, Mekke'den Medine'ye göç etmeden önce, İslam'ın ilk dönemlerindeki güçsüz durumlarına ilişkin bir gönderme. Tabii bu, aynı zamanda bütün çağlarda her Müslüman cemaat için geçerli -onların zayıf ve sayıca azınlıkta oldukları bir safhadan başlayarak sonradan hem sayıca hem de nüfûz ve tesir olarak artıp güçlenmeleri biçiminde kendini gösteren ve Müslümanların hal ve hareketleriyle paralel bir seyir arzeden ilahî sünnete dair- bir hatırlatmadır.

27. [O halde,] siz ey imana erişenler, Allah'a ve Elçi'ye karşı haince davranmayın; size tevdî edilen emanete bilerek ihanet etmeyin! (27)

27 - Lafzen, "bile bile emanetlerinize ihanet etmeyin". Emânet'in anlamı hakkında bir açıklama için bkz. 33:72'de 87. not.

28. Ve bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız sadece bir sınav ve bir ayartmadır ve (yine bilin ki,) Allah'tır, katında en büyük ecir bulunan! (28)

28 - Dünyevî şeylere karşı duyulan tutku ve meyil, kişinin ailesi için beslediği kayırma ve koruma duygusu bazan insanı haddi aşmaya (ve dolayısıyla Allah'ın mesajında öngörülen ahlakî ve manevî değerlere ihanete) sevkettiği içindir ki, bunlar fitne olarak nitelendiriliyor. Fitne sözcüğü bu anlam akışı içinde en iyi karşılığını "sınav ve ayartma" sözcüklerinde buluyor. Bu ayetle yapılan hatırlatma, yukarıda 25. ayette yapılan "kötülükten yana öyle bir ayartmaya karşı uyanık ve duyarlı olun ki, ... yalnızca hakkı inkara kalkışanlara musallat olmaz" uyarmasıyla bağlantılıdır. Çünkü başka bakımlardan iyi olan kişiyi kendi yandaşlarına karşı tecavüzkar kılan, onların hakkını ketmetmeye zorlayan unsur bazan sadece açgözlülük ve kendi ailesine çıkar sağlama hırsı olabilmektedir. Ancak buradan şu da çıkarsanabilmektedir ki, Kur'an, Yeni Ahid'in (İncil'in) tersine, dünyevî uğraş ve bağlılıklara hor bakmayı öngörüp de böyle bir horgörüyü dürüst ve salihce bir yaşama biçimi için ön koşul olarak koymamakta, fakat insandan bu uğraş ve bağlılıkların onu ahlakî değerlerden uzaklaştırmasına izin vermemesini istemektedir.

29. Siz ey imana erişenler! Eğer Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde olursanız O size, hakkı bâtıldan ayırmaya yarayan bir ölçü (29) bahşedecek ve kötü işlerinizi silip örtecek, sizi bağışlayacaktır: Çünkü Allah, bağış ve cömertliğinde sınır olmayandır.

29 - Yani, ahlakî ve manevî planda değerlendirme yeteneği (Menâr IX, 648). Keza, bkz. 2. sure, 38. not.

30. VE [HATIRLA, ey Peygamber,] hakikati inkara şartlanmış olanlar seni [tebliğden alıkoyup] durdurmak, öldürmek yahut sürgün etmek için sana karşı nasıl ince tuzaklar kuruyorlardı: onlar [hep] böyle tertipler peşinde koşarlarken (30) Allah onların bu tertiplerini boşa çıkarttı, çünkü Allah bütün o tuzak kuranların üstündedir.

30 - Bu ayetin ilk cümlesi, Hz. Peygamber ve ashâbına hicretten önce Mekke'de reva görülen zulüm ve baskıya ilişkin bir gönderme ise de genelleyici bir ifade tarzı içinde verilen bu sonuç bölümü, insanlığın dinî tarihi boyunca her çağda tekrarlanan bir olguya, yani ilahî vahyi inkar edenlerin, onu tebliğ edenlere karşı her zaman -ya bilfiil ve fizikî olarak ya da horgörü ve alay yoluyla psikolojik planda ve mecazî olarak- onları zayıf ve etkisiz bırakmak ya da büsbütün yok etmek yolunda düzen ve tertip peşinde oldukları/olacakları gerçeğine işaret ediyor.

31. Ve kendilerine her ne zaman ayetlerimiz ulaştırılsa, "Biz [bütün bunları] önceden de işitmiştik," derlerdi, "istesek, şüphesiz, biz [kendimiz] de bu tür sözler düzebiliriz: eski zamanlara dair masallardan başka bir şey değil, bunlar!" (31)

31 - Karş. 6:25. -Burada, "istesek, şüphesiz biz [kendimiz] de bu tür sözler düzebiliriz" şeklinde aktarılan le-kulnâ ifadesine gelince; bilindiği gibi kâle fiili her zaman sadece "söyledi" anlamına gelmez, yerine göre bazan da "ileri sürdü", "görüş bildirdi" yahut -edebî, ya da sanatsal bir açığa vurma, dile getirme bahis konusu ise- "kompoze etti/seslendirdi/düzdü" gibi anlamlarda da kullanılır; bu anlamda kâle şi‘ran ifadesi "bir şiir koştu/şiir kompoze etti" demektir. Yukarıdaki anlam akışı içinde bu ifade, müşrik Kureyş'in, Kur'an'ın mesajıyla boy ölçüşebilecek şiirsel bir mesaj ortaya koyabilecekleri yolunda sık sık tekrarlanan fakat hiçbir zaman gerçekleşmeyen iddiayı dile getiriyor. Bu, pek tabii, en geniş anlamıyla, çoğu inkarcının vahyedilmiş metinlere karşı benimsediği genel tutumun da bir ifadesidir.

32. Ve bir de şöyle derlerdi: "Ey Allah'ımız, eğer bu gerçekten Senin katından (indirilen) hakkın kendisi ise, o zaman gökten taş yağdır başımıza, yahut [daha] can yakıcı bir azap çıkar karşımıza!" (32)

32 - İnkarcılardan gelen -Kur'an'da zaman zaman işaret edilen bu alaycı meydan okuma, gerçekte onların Kur'an'ın ilahî bir vahiy olmadığı yolundaki görüşlerinin küstahça dile getirilmesine matuftur. Enes b. Mâlik'e göre bu sözler ilk kez, Hz. Peygamber'in Mekke'de baş düşmanı olan ve Bedir Savaşı'nda öldürülen Ebû Cehil tarafından sarf edilmiştir (Buhârî).

33. Ne var ki, Allah, [ey Peygamber] sen henüz onların arasında bulunurken, onları bu şekilde cezalandırmak istemedi; (33) ayrıca Allah onları, [hâlâ] af dileyebilecekleri bir safhada cezalandıracak da değildi.

33 - Yani, Mekke'de, hicretten önce.

34. Fakat [şimdi], kendileri oranın [gerçek] sahipleri olmadıkları halde saldırmazlık örfü altında bulunan o Mescid-i Harâm'dan [inananları] alıkoymaları yüzünden Allah'ın onları cezalandırmaması için ne gibi güvenceleri var ellerinde? (34) Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde olanlardan başkası o evin bakıcısı olamaz: ne var ki, onların çoğu bunun farkında değil;

34 - Bu surenin vahyedildiği H. 2. yılda Mekke henüz düşman Kureyşlilerin elindeydi ve hiçbir Müslümanın oraya girmesine izin verilmiyordu. Kureyşliler, Hz. İbrahim'in soyundan gelmiş olmalarına dayanarak kendilerini, Hz. İbrahim tarafından tek Allah'a adanmış ilk mâbed olarak inşa edilmiş olan Kâbe'nin (Mescid-i Harâm'ın -bu konuda bkz. 2. sure, 102. not) bakıcılığıyla görevlendirilmiş sayıyorlardı. Kur'an bu iddiayı da, tıpkı Hz. İbrahim'in soyundan gelmiş olmayı "seçilmiş kavim" olmanın dayanağı olarak ileri süren İsrailoğulları'nın iddiaları gibi, reddediyor, yalanlıyor. (Bu bakımdan karş. 2:124 ve özellikle "Benim ahdim zalimleri içine almaz" şeklindeki son cümle.) Belirsiz ve bulanık bir biçimde Allah'a olan inançları hâlâ devam ediyor gibi olsa da, Kureyşliler Hz. İbrahim'in tevhîdî inancını bütünüyle terk etmişler, bu yüzden de, Hz. İbrahim'in inşa ettiği mâbedin (beyt) bakıcılığı konusundaki manevî haklarını aslında kaybetmişlerdi.

35. ve (bu yüzden de) Mâbed önünde onların tapınmaları yalnızca ıslık çalmak, el çırpmaktan öteye gitmemektedir. (35)Azabı tadın öyleyse, [Siz ey inanmayanlar], hakkı inatla inkar etmenizin bir karşılığı olarak! (36)

35 - Manevî ve ruhî öğelerden yoksun derinliksiz ve şekilci eylemler ve tapınma formları kasdediliyor. Bazı erken dönem otoriteleri, ıslık ve el çırpmaların eşliğinde Kâbe'nin çevresinde yapılan dansların İslam öncesi dönemde Araplar tarafından fiilen uygulanan başlıca tapınma biçimlerinden biri olduğunu söylemektedirler. Yukarıdaki ayet için böyle bir açıklama oldukça akla uygun görünse de, ayetin anlam örgüsüne ya da akışına bakılacak olursa, buradaki "ıslık çalmak, el çırpmak" ifadesi daha çok, zenginlik, iktidar, nüfûz, toplumsal konum gibi her türden çevresel, toplumsal olgulara; "talih" ya da "şans" denen ve sebep-sonuç ilişkisiyle açıklanmasında acze düşülen soyut olgulara yarı-tanrısal bir mahiyet yakıştırmaya alışkın bir toplumun dinsel törenlerindeki ya da tapınma formlarındaki manevî boşluğa, yoksulluğa mecazî bir yolla işaret etmek için kullanılmış gibidir.

36 - Azap ya da cezalandırma tabiriyle burada müşriklerin Bedir'deki çökertici yenilgileri kasdediliyor.

36. Bakın, hakkı inkara şartlanmış olanlar insanları Allah'ın yolundan çevirmek için (nasıl da) harcıyorlar mallarını; ve (daha da) harcayacaklar, tâ ki bu harcadıkları kendileri için derin bir ızdırab ve yerinme [kaynağı] oluncaya kadar; ve sonra haklarından gelinecek! Ve [ölünceye kadar] hakkı inkarda direnen bu kimseler topluca cehenneme tıkılacaklar,
37. ki böylece Allah kötü ve bayağı olanı iyi ve temiz olandan ayırsın da, kötü ve bayağı olanı kendi türünden olanla yan yana getirip [hükmü altında] hepsini bir araya toplasın ve (nihayet) onları topluca cehenneme yerleştirsin. İşte her bakımdan aldanmış olacak olanlar böyleleridir.
38. O hakkı inkara şartlanmış olanlara anlat ki, eğer direnmeyi bırakırlarsa, (37) geçmişte olup bitenlerden ötürü kendileri bağışlanacaklar; ama eğer [geçmişteki hatalı tutumlarına] dönecek olurlarsa, o zaman, geçmişte kendileri gibi olanların başına gelenleri (38) hatırlat onlara.

37 - Yani, başkalarını Allah'ın yolundan çevirmekten ve inananlara karşı savaş açmaktan vazgeçerlerse.

38 - Yani, "eski çağlarda yaşamış olan toplumların örneği (sünneti) nasıl vuku buldu": ahlakî ve manevî gerçekleri inatla görmezlikten gelip inkar eden toplumların başına gelmiş olan ve gelmesi mukadder olan felaketlere işaret ediliyor.

39. Ve artık zulüm ve baskı kalmayıncaya, ve [insanların] kulca yönelişleri bütünüyle ve yalnızca Allah'a adanıncaya kadar onlarla savaşın. (39) Ama eğer direnmeyi bırakırlarsa bilin ki, Allah onların edip-eylediği her şeyi görmektedir; (40)

39 - Yani, tâ ki insan, Allah'a kulluk etmekte tamamen özgür kalıncaya kadar. Karş. 2:193'deki benzer ifade ve ilgili not. Bu iki pasaj, nefsi müdafaanın -kelimenin en geniş anlamıyla- savaşı haklılaştıran tek sebep olduğunu göstermektedir.

40 - Yani, O, onların saiklerini, güttükleri amaç ve niyetlerini bilmektedir ve hak ettikleri karşılığı kendilerine verecektir.

40. ve bütün bunlara rağmen onlar yine de [hakça olandan] yüz çevirirlerse, artık bilin ki, Allah sizin yüceler yücesi Efendinizdir; ne yüce, ne üstün bir Efendidir O, ve ne güzel, ne eşsiz bir Yardımcıdır!
41. BİLESİNİZ Kİ, [savaşta] ganimet olarak her ne ki ele geçirdiyseniz onun beşte biri Allah'a ve Rasûl'e; ve yakın akrabaya, yetimlere, ihtiyaç içinde olanlara ve yolda kalmışlara aittir. (41) [Gözetmeniz gereken ölçü budur] eğer Allah'a ve o hakkın bâtıldan ayrıldığı, iki topluluğun savaşta karşı karşıya geldiği gün kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız. (Ki işte o gün tanık olduğunuz gibi) Allah'ın her zaman, her şeyi irade etmeye gücü yeter. (42)

41 - Surenin ilk ayetine göre, "Savaş ganimetlerinin hepsi Allah'a ve Rasûl'e aittir"; bu, savaş ganimetlerinin kamu yarar ve ihtiyaçları gözetilerek İslam devlet ya da cemaat yöneticileri tarafından tasarruf ve tevzî edileceği; tasarruf ve tevziin onların gözetiminde gerçekleştirileceği anlamına geliyor. Büyük İslam fakihlerinin çoğu, ganimetlerin beşte dördünün savaşa aktif olarak katılmış olanlar arasında dağıtılabileceği yahut cemaatin refah ve ihtiyaçları doğrultusunda şu ya da bu yönde değerlendirilebileceği, ancak, Allah'a ve Rasûl'e (yani, daha açık bir ifadeyle Kur'an ilkelerine ve Rasûl'ün sünnetine göre işleyen yönetime) ayrılacak pay da içinde olmak üzere ganimetin beşte birinin, yukarıdaki ayette sayılan özel amaçlar için ayrı bir fon olarak ayrılması gerektiği görüşündedirler; Allah ve Rasûl için olduğu belirtilen pay devlet ya da cemaat yönetiminin ihtiyaç ve giderleri için kullanılacak kısımdır. Bu karmaşık fıkhî meselenin enine boyuna tartışılması bu açıklayıcı notların ilgi alanını aştığından, okuyucuya, özellikle İslamî hukuk ve hukuk usûlünün klasik temsilcilerinin bu konudaki görüşlerini derli toplu bir halde aktaran Menâr X, 4'ü okumalarını salık veririz. Ayette geçen ibnu's-sebîl terimi için bkz. 2. sure 145. not. "Yakın akraba ve yetimler"den kasıt açıktır ki, bu anlam akışı içinde (şehit) düşen savaşçıların yakınlarıdır.

42 - Yani, "Size zafer bahşedebileceği gibi, sizi zaferden yoksun da kılabilir". Bedir Savaşı burada "Hakkın bâtıldan ayrıldığı gün" olarak yani, yevmu'l-furkân olarak nitelendiriliyor: çünkü o gün küçük ve zayıf donanımlı inananlar topluluğu, kendilerinden kıyas kabul etmeyecek kadar iyi donanımlı ve üç kat daha kalabalık bir müşrik topluluğunu mutlak bir bozguna uğratmıştı. Bu itibarla burada işaret edilen, indirildiğinden söz edilen vahiy, surenin 12-14. ayetlerinde bildirilen Allah'ın zafer vaadidir. (Keza, bkz. 2:53'de 38. not.)

42. Sizin [Bedir] vadisinin bir ucunda, onların da tâ öteki ucunda ve kervanın sizden aşağılarda (43) olduğu o gün[ü hatırlayın]. Ve (düşünün ki,) eğer bir savaşın patlak vereceğini bilseydiniz, muhakkak ki, böyle bir meydan okumayı göğüslemekten kaçınırdınız: (44) Ama [her şeye rağmen] Allah, yapılması[nı irade buyurduğu] (45) işi gerçekleştirsin de yok olup gidecek olan, hakkın açık tecellisiyle yok olup gitsin, kalıp yaşayacak olan da (yine) hakkın açık tecellisiyle yaşasın diye [savaş böylece olup bitiverdi]. (46)

43 - Savaş başlamadan önce, Hz. Peygamber ve onun ashâbı Bedir vadisinin kuzey ucunda, Medine'ye yakın bölgede konuşlanmışlar; düşmansa Mekke yönünden gelerek vadinin güney ucunda karargah kurmuştu. Ebû Süfyân'ın yönetimi altında Suriye'den hareket eden Mekke ticaret kervanı bu sırada kıyı şeridi boyunca güneye doğru ilerlemekteydi (bkz. surenin giriş notu).

44 - Bu çeviri, tam olarak "Ve eğer [bir buluşma için karşılıklı] sözleşseydiniz, muhakkak ki, buna uymakta anlaşmazlığa düşerdiniz" şeklinde çevirilebilecek olan bu vecîz ibare için seçilmiş oldukça serbest bir karşılık durumundadır. Bu sure için yazılan giriş notunda da belirtildiği gibi Hz. Peygamber'in ashâbından çoğu, işin başında, harekatın hedefinin nisbeten zayıf donanımlı ticaret kervanı olduğu kanaatindeydiler ve güneyden ilerleyen güçlü Kureyş ordusuyla yüz yüze gelince içlerinden bazıları korku ve endişeye kapılmıştı.

45 - Bizim burada parantez içinde yaptığımız ilave, müfessirlerin ittifakla kabul ettikleri gibi, son derece vecîz (eksiltili) bir ifadeyle (mahzûfen) sevk edilmiş olan bu ibarenin manasında mündemiçtir. İbarenin son kısmı lafzen "[zaten] yapılmış olan şey" olarak çevrilebilir. Bunun anlamı: Allah bir şeyi murad etmişse o şeyin vuku bulması kaçınılmazdır; bu itibarla o şeye artık olup bitmiş gözüyle bakılabilir.

46 - Büyük müfessirlerden bazıları, "yok olma/helak"ı hakkı inkar etme (küfr) ile, "hayat/hayy"ı da iman anlamına yorumlayarak bu cümleyi mecazî bir ifade olarak değerlendirmişlerdir. Bu yoruma göre yukarıdaki cümlenin anlamı şöyle olacaktır: "... hakkın inkarı, onu inkar edenlerin payına, iman da ona erişenlerin payına düşsün diye" (Zemahşerî); yahut "Allah iradesinin bu açık tecellisinden sonra artık (bırakın) hakkı inkara kalkışanlar onu inkar etsinler, imana erişenler de iman etmekte devam etsinler" (İbni Kesîr'in İbni İshâk'tan aktardığına göre). Ama yine de bizce buradaki ölüm ve hayata ilişkin göndermeleri mecazî anlamlarıyla değil de zahirî anlamlarıyla açıklamak, yani, bu ifadeyi Bedir Savaşı'na katılıp da ölen ya da sağ kalan inanan-inanmayan herkesle aynı derecede alakalı nihaî bir değerlendirme olarak anlamak daha yerinde olacaktır. Şöyle ki: savaşta öldürülen müminler nihayet Allah yolunda şehit olma bilinci içinde idiler, sağ kalan müminler ise bu zaferlerde Allah'ın irade ve müdahalesini şimdi artık açıkça fark edebilecek durumdaydılar. Öte yandan hakkı inkar edenler safında ölenlerin hayatlarını bir hiç uğruna feda ettikleri ortadaydı; buna karşılık onlardan sağ kalanlarsa bu ezici mağlubiyetin son tahlilde Müslümanların cesaret ve yiğitliğinin ötesinde daha büyük, daha belirleyici bir şeyin eseri olduğunu şimdi artık anlamak zorundaydılar (karş. 17. ayet ve ilgili notlar).

43. Allah onların sayısını rüyanda sana azmış gibi göstermişti: (47) çünkü eğer çok gösterseydi, muhakkak ki yılgınlık duyacak ve yapılacak iş (tutulacak yol) hakkında (48) birbirinizle anlaşmazlığa düşecektiniz. Ama işte, Allah [böyle bir duruma düşmekten sizi] kurtardı: (çünkü) O, [insanların] kalplerinde ne varsa, onun hakkında tam ve mutlak bilgi sahibidir.

47 - Bununla, Hz. Peygamber'in Bedir çatışmasından hemen önce görmüş olduğu bir rüyanın îma edildiği açıktır. Bu vaka hakkında elimizde sahih bir Hadis yok, fakat tâbiînden Mücâhid'in şöyle dediği naklediliyor: "Allah Peygamber'e, bir rüyasında düşmanlarını az olarak gösterdi; O da Sahâbîleri'ne böyle nakletti ve bu da onları adamakıllı yüreklendirdi" (Râzî ve az bir değişiklikle İbni Kesîr).

48 - Lafzen, "iş/mesele hakkında" -yani, savaşa girişmek ya da geri çekilmek konusunda.

44. İşte böylece, kavgada karşı karşıya geldiğiniz zaman, onları gözünüze az gibi gösterdi -tıpkı sizi de onların gözünde azalttığı gibi- ki Allah, [yapılmasını irade buyurduğu] işi gerçekleştirsin: (49) çünkü bütün olay ve oluşumların gidişi, [başlangıç ve sonuç olarak] gelip Allah'a dayanır.

49 - Bkz. yukarıda 45. not. Fiilen karşı karşıya gelme anında düşman kuvvetlerinin sayıca kendilerinden çok fazla olduğundan Müslümanların artık şüphesi bulunmayacağına göre "Onları sizin gözünüze az gösterdi" ifadesinin mecazî bir anlam taşıdığı açıktır. Bu durumda, sözü geçen ifade, Hz. Peygamber'in ashâbının düşman güçlerini azımsayacak kadar azim ve cesaretle dolu olduklarını îma ediyor olmalıdır. Beri yandan Kureyşliler kendi güçlerinden, sayı üstünlüklerinden o kadar emindiler ki Müslümanlar bunların gözüne önemsenmeyecek bir kuvvet olarak görünüyorlardı -bu yanılgıdır ki onlara hem kesin bir biçimde savaşı kaybettirdi hem de çok sayıda cana maloldu.

45. [O halde] siz ey imana erişenler, savaş durumunda bir toplulukla karşı karşıya geldiğinizde sıkı durun ve aralıksız Allah'ı anın ki kurtuluşa erişesiniz!
46. Ve Allah'la O'nun Elçisi'ne duyarlık ve bağlılık gösterin; ve sakın birbirinizle çekişmeye girmeyin, yoksa yılgınlığa düşersiniz; cesaretiniz sönüverir. (50) Ve zor durumlarda sabır gösterin: çünkü Allah, gerçekten, zorluğa göğüs gerenlerle beraberdir.

50 - İlgili sözcük, lugat anlamıyla "rüzgar" demek olan rîh'dir; burada "maneviyat" yahut "cesaret" anlamına mecaz olarak kullanılıyor.

47. İnsanların gözlerini kamaştıran bir gösteriş içinde ve kurum satarak yurtlarından çıkıp gelen [o inanmayan] kimseler gibi olmayın: (51) Çünkü onlar başkalarını Allah'ın yolundan çevirmeye çabalıyorlardı. Oysa Allah onların edip-eylediği herşeyi [sınırsız kudretiyle] kuşatmış bulunuyordu.

51 - Mekke'den Ebû Cehil komutasında, Hz. Peygamber ve ashâbını ezip geçecekleri inancıyla yola çıkan Kureyş ordusu kasdediliyor. Bu sözler, bütün çağlarda, inananların, böbürlenerek, şan şöhret için ve boş bir gurur uğruna savaşa çıkmamaları, savaşa girmemeleri yönünde açık bir uyarı hükmündedir.

48. Güya Şeytan, tüm yapıp-ettiklerini onlara güzel ve yerinde gösterip: "Bugün kimse sizinle baş edemez; çünkü ben de sizin arkanızdayım!" (52) demişti. Fakat daha iki topluluk birbirlerinin görüş alanına girer girmez, tabanları üzerinde geri dönüp: "Yoo" dedi, "ben sizden sorumlu değilim; çünkü, bakın, sizin görmediğiniz bir şeyi görüyorum ben ve doğrusu Allah'tan korkuyorum; çünkü Allah, gerçekten, azabında çok çetin, çok şiddetlidir." (53)

52 - Lafzen, "size komşuyum". Kadîm Arap örfünden türemiş bir deyim: bu örfe göre, komşusuna yardım etmek ve onu korumak kişinin namus borcudur.

53 - Şeytanın pohpohlaması ve sonra da günahkarı yarı yolda bırakması hakkındaki bu temsîlî ifade, daha genel bir üslup içinde 59:16'da geçiyor.

49. Bu arada, ikiyüzlüler ve kalplerinde eğrilik bulunanlar: "Bu adamları dinleri yanlış yola götürüyor!" (54) diyorlardı. Ama Allah'a güvenip dayanan kişiye gelince, [o bilir ki], Allah mutlaka doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibidir.

54 - Yani, sayıca az ve donanım olarak zayıf oldukları halde güçlü Mekke ordusuna karşı durabileceklerine inanmakla aldanıyorlar. Çoğu zaman bildiğimiz genel anlamıyla "religion" sözcüğünün karşılığı olarak geçen dîn terimi burada, öyle anlaşılıyor ki, kişinin dinine karşı aldığı vaziyet, benimsediği tutum anlamında, başka bir deyişle iman anlamında kullanılmıştır. "Kalplerinde eğrilik bulunanlar"dan kasıt, Hz. Peygamber'in ashâbı arasında, Kureyşle savaşa girmekten korkan mütereddit ve zayıf inançlı ya da ödlek kimselerdir. Yukarıdaki cümlenin başında yer alan iz takısı çoğu zaman "...diği zaman" anlamındadır; ama burada daha çok "bu arada" "bu sırada, bu esnada" anlamına denk düştüğü hissediliyor.

50. O, HAKKI inkara şartlanmış olanları ölüme sürüklediği zaman, (55) [nasıl olacak] bir görebilseydin: Melekler onların yüzlerine, sırtlarına vurarak: "Yakıp kavuran azabı tadın, bakalım!" [diyecekler],

55 - Yahut: "... melekler, hakkı inkara şartlanmış olanların canlarını alacakları zaman, onların yüzlerine, sırtlarına vuracaklar". Bu ibarenin anlamı, yeteveffâ fiilindeki zamirin meleklere ya da Allah'a izafe edilmesine göre değişiyor. Meleklere izafe edilirse: "Onların canlarını aldıkları zaman ..." anlamına; Allah'a izafe edilirse: "Onları ölüme sürüklediği zaman ..." anlamına geliyor (Zemahşerî ve Râzî). Günahkarların yüzlerine, sırtlarına vurulması, Râzî'ye göre, onların bu dünyada yaşarken hakkı inkar etmelerinin bir sonucu olarak ahirette karşılarına çıkacak olan azabı ifade eden temsîlî bir anlatımdır: "Bunların arkalarında da kopkoyu bir karanlık vardır, önlerinde de kopkoyu bir karanlık ...", "Melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vuracaklar" sözünden kasıt da budur işte. Müfessirlerin çoğu bu bölümün münhasıran, Bedir'de öldürülen müşrik Kureyşlilere ilişkin olduğunu söylemişlerse de, bizce ayetin şumûlünü belli bir tarihsel olayla sınırlandırmak için ortada hiçbir sebep yoktur; kaldı ki sonraki bölüm (55. ayetin sonuna kadar) meselenin "hakkı inkara şartlanmış olan" herkesle alakalı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

51. "kendi ellerinizle işleyegeldiğiniz [günahların] karşılığıdır bu; yoksa Allah asla kullarına haksızlık yapmaz!"
52. Firavun yandaşlarının ve onlardan önce yaşayıp gidenlerin başlarına gelen şey [bunların da başına gelecek]: Onlar Allah'ın ayetlerinin gerçek olduğunu inkara kalkıştılar ve Allah da (bu) günahlarından ötürü onları kıskıvrak yakaladı. Elbet yakalar, (çünkü) Allah çepeçevre kuşatan sınırsız gücün sahibidir, (hak edene karşı) cezada çetin ve yıldırıcıdır.
53. Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe (56) asla değiştirmez; (57) ve [bilin ki] Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

56 - Allah'ın, yaratılış olgusu ve yarattığı âlemler için belirlediği sebep-sonuç ilkesi (ki bu, Kur'an'ın başka yerlerinde sünnetullâh, "Allah'ın hüküm ve yaratışında irade buyurduğu yol" olarak geçmektedir) çerçevesinde olmak üzere yukarıdaki ifadenin geniş çağrışım alanı hakkında yapılmış bir açıklama için, 13:11'deki "Allah insanların durumunu değiştirmez, tâ ki onlar kendilerini değiştirinceye kadar" şeklinde geçen ifade için düştüğümüz nota bkz.

57 - Yani, nimeti ve esenliği geri almaz.

54. Firavun yandaşlarının ve onlardan önce yaşayıp gidenlerin başlarına ne geldiyse [bunların da başına benzeri gelecek]: Onlar Rablerinin ayetlerini yalanlamışlardı; ve bu yüzden, Biz de onları (bu) günahlarına karşılık helak ettik; boğuverdik o Firavun yandaşlarını; onların hepsi zalim kimselerdi çünkü.
55. Gerçek şu ki, Allah katında yaratıkların en bayağısı, hakkı inkara kalkışan ve sonuç olarak, inanmayan kimselerdir. (58)

58 - Karş. bu surenin 22. ayeti; orada, "aklını kullanmayan" insanlar için benzer bir hitap bulunmaktadır. Buradaki ifade, belirtmeliyiz ki, fe-hum lâ yu'minûn cümlesinin başındaki fe takısı "ve bunun için/bu yüzden" (ve bu yüzden inanmıyorlar) anlamınadır: ve bu itibarla cümle, manevî gerçeklerden yana inanç eksikliğinin kişinin hakikati inkar konusunda taşıdığı eğilimin bir sonucu olduğunu ifade eder gibidir. Olumlu sözlerle ifade edilecek olursa, bu, ahlakî bir önermeyi benimsemenin, kişinin onun anlam ve değerini ölçüp tartmaya, onu -deneysel ya da sezgisel yollarla ulaşılmış- öteki gerçeklerle bir arada muhakeme etmeye önceden istekli ve niyetli olmasına bağlı olduğunu söylemekle aynı anlama gelmektedir. Ellezîne keferû ifadesine gelince, burada geçmiş zamanın (mâzînin) kullanılması, Kur'an'da sık sık olduğu gibi, bir niyetlilik tavrını vurgulamak içindir. Bu sebeple, biz de, anlam akışının izin verdiği yerde, ısrarla hep "hakikatı inkara şartlanmış olanlar" şeklinde aktardık (bkz. 2. sure, 6. not).

56. KENDİLERİYLE bir andlaşma yapmış olduğun halde, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımaksızın, fütursuzca her fırsatta sözlerinden dönen kimselere gelince, (59)

59 - Lafzen, "her seferinde". Burada temas edilen andlaşma ya da sözleşmeler Müslüman cemaatle gayrimüslim siyasal gruplar arasındaki andlaşmalardır. Burada, ilk ağızda Hz. Peygamber'e hitab ediliyor olsa da "sen" hitabı Kur'an'a bağlılık gösteren herkese, dolayısıyla her çağda bütün Müslümanlara yöneliktir. Bu ayetle söylem, yine, surenin tamamında önemli bir yer tutan inanmayanlarla savaş sorununa dönmüş oluyor. Kafirlerin (inanmayanların) andlaşmaları bozmalarıyla ilgili bu bahisten hareketle iki yan çıkarsamada bulunulabilir: ilki, demek ki gayrimüslimlerle andlaşmalar yapmak (yani barışçı ilişkiler kurmak) yalnızca câiz (izin verilen) bir şey değil, gerçekte istenen, tercih edilen bir şeydir (karş. 61. ayet); ikincisi ise, Müslümanlar, ancak karşı taraf açıkça düşmanca tavırlar gösterdiği zaman savaş açabilir.

57. onları savaşta karşında bulursan, arkalarından gelenler için öyle yıldırıcı bir ders ver ki, (60) belki berikiler akıllarında tutarlar;

60 - Lafzen, "onlar(a yaptıkların)la, onların ardından gelenleri (de) darmadağın et"; yahut "onlar aracılığıyla onlara uyanların gözlerini korkut": yani, "onlarla savaş ve onlara unutamayacakları bir ders ver".

58. beri yandan, eğer [kendisiyle andlaşma yapmış bulunduğun] bir topluluğun ihanet etmesinden kaygı duyman için ortada makul sebepler varsa, (61) sen de buna bir karşılık olarak onlarla yaptığın andlaşmayı boz: (62) çünkü, Allah asla hainleri sevmez!

61 - "İhanet etmelerine dair kaygı verici sebepler ya da deliller", şüphesiz sadece zanna dayanan sebepler/belirtiler değil, açık ve nesnel deliller olmalıdır (Taberî, Beğavî, Râzî; keza Menâr X, 58).

62 - Yani, "onlara misilleme olarak (‘alâ sevâin) sen de andlaşmayı geçersiz say". Taberî bu cümleyi şöyle açıklıyor: "Onlarla savaşa girmeden önce, ihanetlerini ortaya koyan açık delillere dayanarak onlarla senin aranda var olan muahedeyi geçersiz saydığını kendilerine duyur ki, hem sen hem de onlar kendileriyle savaş hali içinde olduğunuzu bilesiniz". Beydâvî de bu ayetle ilgili kendi yorumunda benzer bir açıklama yaparak şöyle ekliyor: "Böyle yap ki, senin ancak savaşı başlattıktan sonra mevcut andlaşmayı bozduğun şeklinde yanlış bir kanaate kapılmasınlar". Bu durumda, ayetin "Allah ihanet edenleri sevmez" şeklindeki bitiş cümlesi hem inananlar için, hem de onların düşmanları için bir uyarı hükmündedir (Menâr X, 58 vd.).

59. (Bunun için) o hakkı inkara şartlanmış olanlar, [Allah'tan] kaçıp kurtulacaklarını sanmasınlar: (63) [O'nun murad ettiği şeyin gerçekleşmesine] asla engel olamayacaklar.

63 - Lafzen, "(Allah'ı) aciz bırakacaklarını düşünmesinler".

60. O halde, onlara karşı toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve binek hayvanı (64) hazır edin ki bununla hem Allah'ın, hem sizin düşmanınız (65) olan bu insanları, hem de sizin bilmediğiniz ama Allah'ın bildiği başkalarını yıldırıp caydırabilesiniz; (ve bilin ki), Allah yolunda her ne sarf ederseniz (66) size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.

64 - Daha yakın bir çeviri: "at tavlası"; "tavlada bağlı atlar" yahut "atlı birlik" (ribâtu'l-hayl). Düşman saldırısına açık olan yahut düşmanın saldırabileceği yerlerde savaşa girmeye hazır atlı birlikler bulundurmayı" (suğûr) tenbih eden bir ifade; lüzumlu her türlü askerî hazırlığı îma ediyor.

65 - Lafzen, "Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız". Şunu îma ediyor: Her kim ki "Allah'ın düşmanı" ise (yani, Allah tarafından vaz‘edilen ilke ve kanunlara bilerek karşı çıkıyor ve onları ortadan kaldırmaya çalışıyorsa) aynı zamanda ve aynı sebeple (eo ipso) O'na inananların da düşmanıdır.

66 - Yani, çaba, mal ve can olarak her ne ki sarf ederseniz...

61. Ama eğer onlar barıştan yana eğilim gösterirlerse, sen de barıştan yana ol ve Allah'a güven: çünkü O, gerçekten her şeyi işiten, her şeyin aslını bilendir!
62. [Ama barış yanlısı gözükmekle] niyetleri sadece seni aldatmaksa, (o zaman) bil ki, Allah sana yeter! (67) O'dur seni, yardımıyla ve inanmış yandaşlarla (68) güçlendiren;

67 - Bunun dolaylı anlamı şudur: "Onların gerçek niyetlerininin ne olduğu hakkında ancak açık delillere dayanılarak bir hüküm verilmesi gerektiğine göre, sırf seni oyalamak için barış teklif ediyor olsalar bile bu barış [teklifin]i kabul etmelisin" (Râzî). Bir başka ifadeyle, tek başına şüphe, barış teklifini reddetmek için bir sebep değildir.

68 - Lafzen, "inananlarla": bu ifade, böylece, Allah'ın Hz. Peygamber'e yardım ederken görünür ve olağan vasıtaları kullandığını îma ediyor.

63. (O inanmış kimseler ki,) kalplerini O bağdaştırdı, kaynaştırdı: (O inanmış kimseler ki,) uğrunda yeryüzündeki her şeyi toptan harcasaydın onların kalplerini birbirine ısındırıp kaynaştıramazdın; ama işte Allah onları bir araya getirdi. Gerçekten de Allah hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibidir.
64. Ey Peygamber! Allah sana da yeter, sana uyan inanmış kişilere de!
65. Ey Peygamber! İnananları, kavgada ölüm korkusunu alt etmeleri yönünde (şöylece) yüreklendir: (69) Sizden zor durumlara göğüs germesini bilen yirmi kişi çıkarsa, bunlar ikiyüz kişiyi tepele[yebil]melidir; sizden böyle yüz kişi çıkarsa, hakkı inkara kalkışanlardan bin kişiyi tepele[yebil]melidir; çünkü onlar bunu kavrayamayan bir güruhturlar. (70)

69 - Harridi'l-mü'minîne ibaresi için yapılan bir açıklama için bkz. 4. sure, 102. not. Bizim yorumumuzla bağdaşım içinde, ‘ale'l-kıtâl sözcükleri, ya "savaşmak [amacıyla]" ya da "savaştıkları zaman" olmak üzere iki şekilde çevrilebilir. Harrid fiilinin "teşvik et" ya da "çıkar/kaldır" şeklindeki başlıca iki grup altında toplanabilecek geleneksel yorumu bazında, ibare "inananları savaşmaları için teşvik et" şeklinde tercüme edilebilir; fakat bu, kanaatimizce, konu hakkında yukarıdaki ilk notumuzda belirttiğimiz gibi, ayette geçen emir ya da öğüdü gerçek anlamıyla vermekten uzaktır.

70 - Bazı müfessirler bu ayette gelecek hakkında ilahî nitelikli bir haber görüyor ve dolayısıyla ayeti: "Sizden ... yirmi kişi çıkarsa, ikiyüz kişiyi tepeleyecek ..." şeklinde anlıyorlar. Oysa tarih göstermektedir ki inananlar, Hz. Peygamber devrinde bile her zaman bu kadar farklı bir kuvvete karşı galebe çalmamışlardır; bu itibarla bu yoldaki görüşlerin pek isbatlanabilir olmadığı ortadadır. Bu bölümü doğru anlamak için onu başlangıç cümlesiyle, yani: "İnananları, kavgada ölüm korkusunu alt etmeleri yönünde yüreklendir" hitabıyla bağlantılı olarak okumamız gerekir; ancak o zaman anlaşılacaktır ki, bizim çeviri metninde ifade etmeye çalıştığımız gibi, amaç, ölüm korkusunu yenmeleri ve zor durumlarda sayıca kendilerinden birkaç kat kalabalık düşmanın hakkından gelebilecek kadar sabırlı, dirençli olmaları yönünde inananların yüreklendirilmesidir (Râzî, keza bkz. Menâr X, 87). Ayetin "çünkü onlar bunu [yani, gerçeği] kavrayamayan (yahut kavrayamayacak) bir güruhtur" şeklindeki bitiş cümlesi iki şekilde de anlaşılabilir: (a) Müminlerin "hakkı inkara kalkışanlardan" (ellezîne keferû) üstün olduklarını gösteren sebeplerden birinin ifadesi olarak: çünkü bu sonrakiler değişmeyen gerçeklere, mutlak doğrulara ve ahiret hayatına inanmadıklarından, müminlere özgü coşku ve kendini adama duygusuna ulaşamamaktadırlar; (b) Hakkı inkara kalkışanların, bu tavır ya da tutuma, sırf manevî ya da ruhî plandaki sağırlıkları, körlükleri yüzünden sürüklendiklerini dile getiren bir ifade olarak. Bizce bu iki yorumdan ikincisi -özellikle Kur'an'ın "kafirlerin" tutumunu çoğu zaman bu terimlerle açıkladığı da gözönünde bulundurulursa- daha tercihe şayan görünüyor. (Bu konuda bkz. 6:25, 7:179, 9:87 vb.)

66. [Ama yine de] Allah, şimdilik yükünüzü hafifletmiş bulunuyor, çünkü zayıf olduğunuzu biliyor: Şöyle ki: Sizden eğer zor durumlarda sabretmesini bilen yüz kişi çıkarsa, bunlar ikiyüz kişiyi tepeleye[bile]cektir; ve sizden böyle bin kişi çıkarsa, Allah'ın izniyle ikibin kişiyi tepeleye[bile]cektir; çünkü Allah zor durumlara göğüs germesini bilenlerle beraberdir. (71)

71 - Bu ayet, Müslümanların hem sayıca hem de donanım olarak son derece zayıf oldukları, cemaatlerinin henüz kayda değer siyasal bir organizasyona erişmediği, Bedir Savaşı'ndan hemen sonraki günlere (H. 2. yıl) ilişkindir. Kur'an o günkü şartlar altında müminlerden -pek tabii, sonraki dönemlerde benzer şartlar altında başka Müslüman cemaatlerden de- her bakımdan gelişmiş ve güçlenmiş cemaatlerden beklenen çaba ve etkinliğin beklenemeyeceğini, ama yine de kendilerinden hiç olmazsa sayıca iki kat kalabalık bir düşmana karşı direnmeleri gerektiğini söylüyor. (Burada ikiye karşı bir, yahut önceki ayette olduğu gibi ona karşı bir gibi sayısal oranlar, kuşkusuz, tıpkısı tıpkısına mutlak oranlar olarak lafzî anlamlarıyla ele alınmamalı; nitekim Müslümanlar Bedir'de kendilerinden sayıca üç kattan daha fazla ve donanımca daha güçlü bir orduyu bozguna uğratmışlardır.) Bu itibarla; Allah'ın inananların üzerindeki "yükü hafifletmesi"ne ilişkin atıf da göstermektedir ki, hem bu ayet hem de önceki ayet, geleceğe ya da gaybe dair bir ihbar değil, fakat yüreklendirmeye ilişkin ilahî bir emir hükmündedir (Râzî).

67. KIYASIYA girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse, (72) esir almak bir peygamber için yakışık almaz. Siz bu dünyanın geçici kazançlarına talip olabiliyorsunuz, ama Allah [sizin için] sonraki hayatın [güzel/iyi olmasını] murad ediyor: çünkü, Allah doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibidir.

72 - Yani, haklı bir sebebe dayanılarak girilen savaşın sonucu, ürünü olmadıkça. Kur'an'da hemen her zaman olduğu gibi burada da, Hz. Peygamber'e yöneltilen buyruk, zımnen onun takipçilerini de bağlamaktadır. Sonuç olarak yukarıdaki ayet yasa koyucu üslupla bildirmektedir ki, cihâd sırasında -yani, Din'in ya da (2. sure, 167. notta açıklandığı üzere) özgürlüklerin savunulması için Allah yolunda girişilen savaş esnasında olmadıkça- kimse esir edilemez; bu amaçla tutuklanıp az ya da çok mahsur tutulamaz. Ve dolayısıyla, barış şartlarında, "barışçı" yöntemlerle birini esir almak ve bu yolla ele geçirilen esiri tutmak, alıkoymak bütünüyle hukuk dışı, bütünüyle haramdır. Bu da hangi amaçla olursa olsun, "toplumsal bir kurum" olarak köleliğin, köleciliğin yasaklanması demektir. Kaldı ki, savaşta alınan esirler konusunda bile Kur'an (47:4'de), onların savaş bittikten sonra salıverilmelerini öngörmektedir.

68. Allah tarafından önceden buyurulmuş böyle bir ilke olmasaydı aldığınız bütün bu [tutsaklar] yüzünden başınıza mutlaka büyük bir azap çökerdi. (73)

73 - Görünüşe bakılırsa bu ayet Bedir'de Müslümanlar tarafından ele geçirilen esirler ve onlara ne yapılacağı hakkında Hz. Peygamber'in ashâbı arasında geçen tartışmalarla ilgilidir. Ömer b. Hattâb, geçmişteki kötü davranışlarından ve özellikle hicretten önce Müslümanlara reva gördükleri zulüm ve baskıdan ötürü onların öldürülmeleri gerektiğini ileri sürüyordu; Ebû Bekir ise bunların affedilip fidye karşılığı bırakılmasının iyi olacağını savunuyor ve fikrini, böyle bir hareketin onlardan bazılarının da belki İslam'ın gerçekliğini, üstünlüğünü anlamalarına vesile olabileceği teziyle de pekiştiriyordu. Hz. Peygamber, Ebû Bekir'in savunduğu hareket tarzını benimsedi ve esirleri serbest bıraktı. (Çoğu müfessir, özellikle de -tüm rivayet zincirini vererek- Taberî ve İbni Kesîr konuyla ilgili Hadisler kaydetmektedirler.) Ayette, "Allah tarafından önceden irade edilmiş (böyle) bir ilke (kitâb) olmasaydı Müslümanların başına geleceği" bildirilen "büyük azap" da açıkça göstermektedir ki esirlerin öldürülmesi gerçekten büyük, ürkütücü bir günah olacaktı.

69. O halde, savaşta ele geçirdiğiniz şeyler içinden (yalnız) helal olanları kullanın ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyın: (hem de şu gerçeği hep akılda tutarak) Allah çok esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır.
70. [Öyleyse] ey Peygamber, elindeki esirlere de ki: "Allah yüreklerinizde bir güzellik bulursa, bütün o sizden alınan şeylerden daha güzelini bahşedecektir size: Çünkü Allah, çok esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır. (74)

74 - Yani, "Eğer Allah kalplerinizde O'nun mesajını anlayıp kabul etme yönünde bir yatkınlık bulursa size iman ve dolayısıyla öteki dünyada da mutluluk bahşedecektir: ki bu da savaşta yenilmenizi de, dost ve yakınlarınızı kaybetmenizi de fazlasiyle tazmin etmiş olacaktır size". Bu sözler öncelikle Bedir Savaşı'nda esir düşen Kureyşli müşriklere hitab ediyor ise de, savaşta müminlerin eline düşen inkarcı düşmanlara karşı benimsenecek İslamî tutumu iyi hulasa etmektedir. Savaş esirleri sorunu hakkında bir tartışma için bkz. 47:4.

71. Ve eğer sana ihanet etmeye yeltenirlerse, (75) (unutmasınlar ki) daha önce Allah'a da ihanet etmişlerdi de bu yüzden Allah [inananları] onlara baskın çıkarmıştı. (76) Çünkü Allah doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir.

75 - Yani, fidye ödeme yükümlülüğünden kurtulmak için görüş değiştirip İslam'ı kabul etmiş gibi ikiyüzlüce davranarak.

76 - Zımnen, "eğer Allah dilerse, bunu tekrar yapabilir". Ve bununla dolaylı olarak Müslümanlara, esirlerin zahirî beyanları her neyse onu kabul etmeleri; onların gizli niyetlerinden şüphe ederek kararsız kalmamaları emredilmiş oluyor. Esirlerin ihanet edebilecekleri ihtimali -içlerinden bazılarının gerçekten oyun ve ihanet peşinde oldukları sonradan ortaya çıksa bile- Müslümanları Allah'ın öngördüğü davranış tarzından alıkoymamalı, saptırmamalıdır.

72. ÖTE YANDAN imana erişen, zulmün egemen olduğu diyardan göç eden, (77) Allah yolunda mallarıyla canlarıyla çaba gösterip duran kimselere ve [onlara] kol kanat açıp, yardım edenlere gelince; (78) işte bunlar [sahiden] birbirlerinin dostu ve hâmîleridir. Fakat inanmış oldukları halde [sizin beldenize] göç etmemiş olan kimselere (79) gelince; onların korunup gözetilmesinden hiçbir bakımdan siz sorumlu değilsiniz, tâ ki [sizin yanınıza] göç edecekleri vakte kadar. Yine de, dinsel baskılara karşı sizden yardım isterlerse, (80) [onlara] yardım elinizi uzatmaktır size düşen; yeter ki (bu yardım) kendileriyle aranızda andlaşma bulunan bir topluluğa karşı olmasın; (81) çünkü Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.

77 - Bkz. 2. sure, 203. not. Bu ifade, tarihsel olarak, Hz. Peygamber'le birlikte Mekke'den Medine'ye göç eden Mekkeli Müslümanlarla ilgilidir; fakat ayetin devamı açıkça göstermektedir ki, buradan çıkarsanacak tanım ve yönergeler her zaman geçerli genel bir hukukun özelliğini taşımaktadır. Bütün bunlarla birlikte belirtmeliyiz ki, burada hicret sözcüğüyle ifade edilen kavram, gayrimüslim bir diyardan İslam ilkelerine göre yönetilen bir diyara yapılan göçü işaret etmek üzere daha çok maddî (mekan değişimiyle alakalı) bir çağrışımla yüklüdür.

78 - Bu ifade, ilk ağızda, Medine'deki ensâra, yani, bu şehrin ihtidâ eden sakinlerine -Hz. Peygamber'den hem önce hem de sonra Mekke'den göç edenlere (muhâcirîne) kol kanat açıp bütün kalpleriyle onların yardımlarına koşan Medineli Müslümanlara- işaret etmektedir; ne var ki, hicret ve muhâcir terimlerinin yüklenmiş oldukları manevî anlama paralel olarak, ensâr terimi de ifade ettiği özel tarihî çağrışımı aşarak "zulümden kaçınıp da Allah yoluna bağlananlara" kucak açıp yardımda bulunan bütün müminleri içine almaktadır.

79 - Yani, şu ya da bu nedenle İslam devletinin yahut İslam cemaatinin nüfûz ve etki alanı dışında kalan Müslümanlar. Her gayrimüslim ülkenin "zulüm ve kötülük diyarı" olduğu söylenemeyeceğine göre, buradaki ve-lem yuhâcirû ibaresini "[sizin beldenize] göç etmemiş kimseler" şeklinde tercüme etmeyi yerinde bulduk.

80 - Lafzen, "din konusunda sizden yardım isterlerse": Bu ifade onların, dinî inanç ve tercihlerinden ötürü zulüm ve baskı altında olduklarına işaret ediyor.

81 - Yani, kendileriyle ittifak ya da karşılıklı iç işlerine karışmazlık andlaşması içinde olduğunuz topluluklara karşı. Böyle bir durumda, İslam devletinin ya da cemaatinin, gayrimüslim yönetimlerin Müslüman uyrukları lehinde silahlı (yahut kuvvete başvurarak) müdahalesi mevcut andlaşmanın öngördüğü yükümlülüklerin ihlali olacağından, İslamî cemaatin soruna kuvvete dayalı bir çözüm aramasına şer‘an izin yoktur. Bu tür sorunların çözümü ya iki taraf arasında yapılabilecek andlaşmalarla ya da baskı altındaki Müslümanların İslam diyarına göç etmesi yoluyla sağlanabilir.

73. Bütün bunlarla birlikte, [unutmayın ki] hakkı inkara şartlanmış olanlar birbirleriyle müttefiktirler; (82) siz de (birbirinizle) öyle olmadıkça yeryüzünde fitne ve büyük bir karışıklık baş gösterecektir.

82 - Onların hakkı inkara yelteniyor olmaları, aralarında adeta kendiliğinden bir ortak payda oluşturmakta ve onların Müslümanlarla içten ve sahici dostluklar kurma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, hiç şüphesiz daha çok topluluklar arası ilişkiler için geçerlidir; bireyler arası ilişkilere bu zaviyeden bakma zarureti yoktur; bunun içindir ki, evliyâ' terimini, buradaki anlam akışı içinde "müttefikler" olarak tercüme ettik.

74. Ve o imana erişen, zulmün hüküm sürdüğü diyardan göç eden ve Allah yolunda elinden gelen her türlü çabayı gösteren kimselerle [onlara] kol kanat gerip yardım eden kimseler; işte bunlardır, gerçekten inanan kimseler! Günahlarından bağışlanma ve çok kutlu bir rızık beklemektedir onları. (83)

83 - Bkz. bu surenin 4. ayetine ilişkin not 5.

75. Ve bundan sonra inanıp (84) da zulmün egemen olduğu diyardan göç edecek ve [Allah yolunda] sizinle birlikte çaba sarf edecek olanlara gelince, bunlar [da] sizdendirler;85 [işte böyle] sıkıca birbirine bağlanıp yakınlık kazananlar, Allah'ın koyduğu düstura göre birbirleri üzerinde temelden hak sahibidirler. (86) Gerçek şu ki, Allah'tır her şeyin aslını bilen.

84 - Ellezîne âmenû (lafzen, "inanmış olanlar") ifadesi yapı olarak geçmiş zaman kipinde olmakla birlikte, min ba‘d ("bundan sonra veya bundan böyle") sözcüğünün varlığı, ayetin vahyolunduğu zamana kıyasla gelecek zamanı göstermektedir: dolayısıyla, ellezîne âmenû ile başlayan cümlenin tamamının geleceğe matuf olduğu anlaşılmaktadır (Menâr X, 134 vd., keza bkz. Râzî'nin bu ayet üzerindeki yorumu).

85 - Yani, bağlı bulunulan ortak dinin inananlar arasında oluşturduğu güçlü dayanışmaya, İslam kardeşliğine onlar da katılmış olacaklar.

86 - Klasik müfessirler bu son cümlecikte temas edilen yakınlığın inanç birliğine dayanan manevî kardeşlikten ayrı olarak fiilî akrabalık, kan yakınlığı olduğu görüşündedirler. Bu müfessirlere bakılırsa, yukarıdaki ayet, ilk zamanlar Medine'de ensar ile muhacirîn arasında yaygın bir biçimde uygulanan özel "kardeşlik" örfünü ilga etmektedir; bu örfe göre ensârdan ("yardımcılar" anlamında Medineli mühtedîler) kimileri, istisnasız hepsi de Medine'ye fakr u zaruret içinde göç etmiş bulunan muhâcirlerden kimilerini ferdî olarak kendilerine "kardeş" ediniyor ve bu sembolik "kardeşlik" bağı her muhâcire "kardeşi"nin malından mülkünden belli bir pay, hatta sonrakinin ölümü halinde mirasından bir hisseye hak kazandırıyordu. Yukarıdaki ayetin, bundan böyle miras hakkının ancak yakın akraba arasında söz konusu olabileceği esasını getirerek böyle bir "kardeşlik" uygulamasını kaldırdığı ileri sürülmektedir. Oysa, bizce ayetin bu yönde yorumlanması ikna edici olmaktan oldukça uzaktır. Her ne kadar ulu'l-erhâm tabiri, lugat olarak "ana rahmi" anlamına gelen rahm (rihm ve rahim olarak da telaffuz edilebilir) isminden türemiş olsa da unutulmamalıdır ki, bu sözcük genel anlamda (yani, yalnızca kan bağına işaret etmemek üzre) "yakınlık", "sıkı fıkılık" yahut "yakın ilişki" anlamlarına mecaz olarak da kullanılmaktadır. Bu yönde, klasik Arap dilinde ulu'l-erhâm her türlü yakınlığı, ilişkiyi ifade eder; hukukta ise [ferâiz olarak adlandırılan miras taksiminden] hisse almayan yakınlıkları (Lane III, 1056 öteki otoriteler arasında Tâcu'l-‘Arûs'u da zikrederek). Öte yandan, yukarıdaki ayette "yakın bağlar"a ilişkin ifade, Müminlerin birbirlerinin dostları ve hâmîleri (evliyâ') oldukları ve bundan böyle inanan herkesin de İslam cemaatinin tabii üyesi sayılacağı öğretisinde yoğunlaşan bir bölümün sonunda yer almaktadır; bu durumda, ulu'l-erhâm'dan (yakınlık sahibi olanlar) kasıt kelimenin lugat anlamıyla sınırlı olsaydı ve bununla miras hukukuna ilişkin bir îmada bulunulmuş olsaydı, o zaman, gerçek müminler arasındaki din ve inanç bağını ve böyle bir bağın gerektirdiği manevî/ahlakî yükümlülükleri dile getiren, bölümün geri kalan kısmından anlam akışı olarak oldukça uzaklaşılmış olunurdu. Bu itibarla, bizce yukarıdaki ayet miras hukukuyla ilgili herhangi bir ilke getirmiyor; fakat yukarıda işaret edildiği gibi, önceki ayetlerde verilen öğretiyi hulasa ediyor; şöyle ki: bütün çağlarda tüm gerçek müminler kelimenin en derin anlamıyla tek bir cemaat oluştururlar; ve bu anlamda manevî düzeyde birbirleriyle sımsıkı bağlar, yakınlıklar içine girmiş bulunan kimseler, Allah'ın "bütün müminler kardeştirler" düsturu gereğince (49:10) en ileri düzeyde birbirleri üzerinde hem hak sahibidirler, hem de birbirlerinden sorumludurlar.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: