Meal Seç / Sure Seç

Ali İmran Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

3 - Ali İmran
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu sure, H. 3. yılda Medine'de vahyedilen ikinci veya (bazı otoritelere göre) üçüncü suredir. Bununla birlikte, bazı ayetleri daha sonraki bir döneme, yani Hz. Peygamber'in vefatından önceki (H. 10) yıla aittir. Âl-i ‘İmrân ("İmrân Soyu") başlığı, 33 ve 35. ayetlerindeki bu uzun peygamberler silsilesinin ortak menşeine yapılan atıftan alınmıştır. Bir önceki sure gibi, bu da vahiyden ve insanın ona karşı tavrından söz ederek başlar. Bakara suresindeki temel vurgu, Allah tarafından vahyedilen hakikati kabul edenler ile onu reddedenlerin karşıt davranışlarına yöneltilmişti. Buna karşılık Âl-i ‘İmrân'ın ilk ayetlerinde, yanlış yönlendirilmiş birçok müminin Kur'an'ın müteşabih (allegorical) pasajlarını -ve dolayısıyla, daha önce vahyedilen metinleri- gelişigüzel bir şekilde yorumlama ve böylece (bunlardan) ilahî mesajın gayesi ve özü ile çatışan gizemli (esoteric) tezler çıkarma temayüllerine işaret edilmektedir. Hz. İsa'nın kendisini izleyenler tarafından sonradan tanrılaştırılması, bir peygamberin orijinal mesajının böyle gelişigüzel yorumlanması konusunda en belirgin örneklerden birisi olduğu için, bu sure, hepsi de İmran'ın soyundan olan Hz. Meryem'in, Hz. İsa'nın ve ayrıca Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriya'nın kıssaları üzerinde durur. Burada Kur'an, Hz. İsa'nın uluhiyeti ile ilgili Hristiyan doktrinini irdeler: Hz. İsa'nın, kendisini izleyenleri yalnızca Allah'a kulluk etmeye davet ettiği kaydedilir; o'nun saf beşerî tabiatı ve fâniliği tekrar tekrar vurgulanır ve "Allah'ın vahiy, sağlam muhakeme ve nübüvvet bahşettiği bir beşerin, bundan sonra dönüp de kendi toplumuna ‘Allah'ın yanısıra bana da kulluk yapın' (ayet 79) demiş olmasının tasavvur edilemez olduğu" anlatılır.Allah'ın birliği, eşsizliği ve insanın O'na mutlak bağımlılığı ilkesi, birçok yönden açıklığa kavuşturulmakta ve buradan, mantıksal olarak, insanın inancı sorununa ve imanın sürekli olarak maruz kaldığı, beşerî zaafdan kaynaklanan ifsad edici, baştan çıkarıcı etkenlere geçilmektedir: Ve bu geçiş, konuyu Uhud Savaşı'na -ki H. 3. yılda küçük bir Müslüman toplumun başına gelen ve acı, ama daha sonra kaydedilen gelişme açısından yararlı derslerle dolu tam bir felaket idi- getirir. Âl-i ‘İmrân'ın üçte birinden fazlası, bu tecrübe ve ondan çıkarılması gereken çok yönlü ahlak dersi ile ilgilidir.
1. Elif-Lâm-Mîm. (1)

1 - Bkz. Ek II.

2. ALLAH, Kendisinden başka ilah olmayan, Sonsuza Kadar Diri, Hayatın ve Varlığın Kaynağı ve Dayanağı olan, Her şeyi Hükmüne, İradesine Bağlı Kılan Yaratıcı!
3. [Geçmişte vahyedilenlerden] bugüne ulaşan doğru haberleri(2) tasdik eden bu ilahî kelâmı sana safha safha indiren O'dur. (3) Tevrat'ı ve İncil'i de O indirmişti;

2 - Müfessirlerin çoğu, mâ beyne yedeyhi ibaresiyle -lafzen, "elleri arasındaki"- burada "ondan (yani, Kur'an'dan) önce gelen vahiyler"in kasdedildiği görüşündedirler. Ancak bu yorum, fazla ikna edici değildir. Her ne kadar mâ zamirinin, bu bağlamda, daha önceki vahiylere ve özellikle Kitâb-ı Mukaddes'e işaret ettiğinde (yukarıdaki ibarenin Kur'an'ın diğer ayetlerindeki paralel kullanımlarından da anlaşılacağı gibi) en küçük bir şüphe yoksa da, mâ beyne yedeyhi deyimi, bizâtihî, "ondan -zaman olarak- önce gelen" değil, tersine, (2. surenin 247. notunda işaret ettiğim gibi,) "onun önüne konulmuş olan" anlamına gelir. Çünkü "o" zamiri burada Kur'an'a yönelik olduğundan, "onun elleri arasında" veya "ondan önce" mecazî ifadesi, "bilgi"ye işaret ediyor olamaz (2:255'de olduğu gibi). Ama Kur'an'ın "karşı karşıya bulunduğu" bir nesnel gerçekliğe, yani Kur'an'ın nazil olduğu dönemde onunla bir arada yaşayan şeylere işaret ettiği açıktır. Şimdi bunu, (a) Kur'an'da sık sık vurgulanan ve objektif bilimsel araştırmaların da tesbit ettiği, Kitâb-ı Mukaddes'in, binlerce yıllık zamanın akışı içinde büyük ve çoğu zaman keyfî değişikliklere maruz kaldığı gerçeği, ve (b) Kur'an'da öngörülen kanunların çoğunun Kitâb-ı Mukaddes'in kanunlarından farklı olduğu gerçeği ile birlikte ele aldığımızda zorunlu olarak şu sonuca varırız: Kitâb-ı Mukaddes'in Kur'an tarafından "tasdik"i, yalnızca, öncekinde geçerliliğini hâlâ sürdüren temel hakikatleri kapsar, yoksa onun zamanla kayıtlı düzenlemelerini yahut şimdiki metnini değil -başka bir deyişle, onun temel hakikatlerinden, Kur'an'ın nazil olduğu dönemde geçerliliği devam edenlerin tasdiki: işte, mâ beyne yedeyhi ibaresinin, bu bağlamda ve 5:46-48 yahut 61:6'da ifade ettiği anlam budur (ki burada Hz. İsa'nın, "Tevrat'tan [kendi yaşadığı dönemde] geçerliliğini hâlâ sürdüren kısımların" doğruluğunu tasdik etmesine işaret edilmektedir).

3 - Kur'an vahyinin tedricîliği, burada nezzele gramatik kalıbı ile vurgulanmaktadır.

4. geçmişte insanlığa yol gösterici olarak; yine O indirmişti, doğruyla eğriyi birbirinden ayırd etmeye yarayan gerçeklik bilgisini... (4) Allah'ın mesajlarını inkara şartlanmış olanlara gelince; onları acı bir azap beklemektedir: Zira Allah kudret sahibidir, kötülüğü cezalandırandır.

4 - Kur'an'da sık sık zikredilen İncil'in bugün Dört İncil olarak bilinen kitaplar ile aynı olmadığına dikkat edilmelidir. Kur'an'ın atıfta bulunduğu İncil, Hz. İsa'ya indirilen ve çağdaşlarınca, Arapçalaştırılmış şekliyle İncîl kelimesinin de kökeni olan Yunanca Evangelion (Müjdeli Haber) terimi ile adlandırılan, o günden beri kayıp orijinal vahye işaret etmektedir. Bunun, Sinoptik İnciller'in (Synoptic Gospels) çoğu malzemesinin ve Hz. İsa'ya izafe edilen bazı öğretilerin kaynağı olduğu söylenebilir. Onun kaybolmuş ve unutulmuş olduğu gerçeğine Kur'an'ın 5:14. ayetinde değinilmektedir. Yukarıda furkân'ı "doğruyla eğriyi birbirinden ayırd etmeye yarayan gerçeklik bilgisi" olarak çevirmem konusunda ayrıca bkz. 2: 53'deki benzer ifade ile ilgili not 38.

5. Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah'tan saklı değildir.
6. Rahimlerde size istediği şekli veren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur, O Kudret Sahibi, Hikmet Sahibidir.
7. İlahî kelâmın özü olan açık ve kesin hükümlü mesajlar ile müteşabihleri kapsayan bu ilahî kelâmı sana bahşeden O'dur. (5) Kalpleri hakikatten sapmaya meyilli olanlar, sırf kafaları karıştır[acak şeyler bul]mak (6) için ve ona [keyfî] anlamlar yüklemek amacıyla ilahî kelâmın müteşabih olarak ifade edilen kısmına (7) uyarlar; oysa Allah'tan başka kimse onun kesin anlamını bilemez. (8) Bu yüzden bilgide derinleşenler şöyle derler: "Biz ona inanırız: [ilahî kelâmın] tümü Rabbimizdendir; derin kavrayış sahipleri dışında kimse bundan ders almasa da.

5 - Yukarıdaki pasaj, Kur'an'ın anlaşılmasında bir anahtar olarak görülebilir. Taberî, âyâtun muhkemâtun ("açık ve kesin hükümlü mesajlar") ifadesini, fukahânın ve dilbilimcilerin nass olarak tarif ettikleri şey, yani, ifade tarzları itibariyle açık ve açıklayıcı (zâhir) olan emir ve beyanlar (karş. Lisânu'l-‘Arab, nass maddesi) ile özdeş görür. Sonuçta Taberî, yalnızca Kur'an'ın birden fazla yorumu kabul etmeyen emir ve beyanlarını muhkem ayet sayar (ki bu, tabiatıyla, belli bir muhkem âyet'in anlam ve sonuçları konusundaki görüş farklılıklarını dışlamaz). Ancak bana göre, yukarıdaki tanıma uymayan herhangi bir Kur'an pasajını müteşâbih (allegorical) olarak görmek, çok dogmatik bir düşünce tarzı olur. Çünkü Kur'an'da, birden çok yoruma müsait olduğu halde, müteşâbih olmayan birçok ifade/beyan vardır -tıpkı, müteşâbih ifade tarzlarına rağmen, araştırıcı akla tek bir anlam ilham eden pek çok ibare ve pasaj bulunduğu gibi. Bu sebeple, müteşâbih âyetler, mecazî olarak ifade edilen ve doğrudan birçok kelime ile anlatılma yerine istiâre yoluyla işaret edilen anlamı yansıtan Kur'an pasajları olarak tanımlanabilir. Muhkem âyetler, "ilahî kelâmın özü" (ummu'l-kitâb) olarak tanımlanmıştır. Çünkü bunlar, mesajın temelini teşkil eden ana ilkeleri ve özellikle ahlakî ve sosyal öğretileri kapsar. İşte müteşâbih âyetler, ancak bu açık şekilde ifade edilen ilkeler ışığında doğru olarak yorumlanabilirler. (Kur'an'daki sembolizm ve müteşabihat konusu ile ilgili daha detaylı bir tartışma için bkz. Ek I.)

6 - Burada işaret edilen karışıklık, müteşâbih (allegorical) bölümleri "keyfî şekilde yorumlama"nın bir sonucudur (Zemahşerî).

7 - Lafzen, "ona".

8 - İlk müfessirlerin çoğuna göre, bu, ğayb kategorisine, yani, insan kavrayışının ve tahayyülünün ötesindeki gerçeklik alanına giren ve bu yüzden müteşâbih (allegorical) terimler dışındaki bir yolla insana anlatılamayan metafizik konulara -mesela, Allah'ın sıfatları, zaman ve sonsuzluğun kesin anlamı, ölünün yeniden dirilmesi, Hesap Günü, cennet ve cehennem, melek olarak tanımlanan varlıkların veya güçlerin mahiyeti vb.- değinen müteşâbih pasajların yorumuna işaret etmektedir. Ancak klasik müfessirlerin bu görüşünün, metafizik konularla ilgili olmadıkları halde maksadı ve ifade tarzı tamamiyle müteşabih olan birçok Kur'an pasajını dikkate almadığı görülür. Bana göre, bu şekildeki müteşabihatın mahiyetine ve fonksiyonuna gerekli dikkat gösterilmeden yukarıdaki pasajın doğru şekilde anlaşılması mümkün olmaz. Gerçek bir müteşabih, doğrudan ve açık terimlerle aynı kolaylıkla anlatılabilecek olan bir şeyin bambaşka renkli ifadelerle tasvirinden farklı olarak, karmaşıklığından dolayı doğrudan ve açık terimler yahut önermelerle yeterli biçimde ifade edilemeyen ve bu karmaşıklık sebebiyle, detaylı bir "ifadeler" demeti olarak değil de genel bir zihinsel imaj olarak ancak sezgi yoluyla kavranabilen şeyleri mecazî bir şekilde ifade etmeyi kapsar: Ve sanıyorum, "Allah'tan başka kimse onun kesin anlamını bilemez" ibaresinin anlamı budur.

8. "Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi hakikatten (bir daha) saptırma ve bize rahmetini bağışla: Sensin (hakikî) Lütuf Sahibi."
9. "Ey Rabbimiz! [Geleceğine] hiç şüphe olmayan o Gün'ü görüp yaşamaları için mutlaka insanlığı bir araya toplayacaksın: Allah vaadini yerine getirmekten asla kaçınmaz."
10. HAKİKATİ inkara şartlanmış olanlara gelince, ne dünya malları ne de çocukları Allah'a karşı onlara en ufak bir fayda sağlamaz: İşte onlardır ateşin yakıtı olanlar!
11. Firavun halkının ve onlardan önce yaşayanların başına gelenlerin aynısı [onların başına da gelecek]: Onlar mesajlarımızı yalanladılar ve Allah günahlarından dolayı onları hesaba çekti: çünkü Allah karşılık vermede şedittir.
12. Hakikati inkara şartlanmış olanlara de ki: "Siz (teslim olup) boyun eğecek ve cehenneme toplanacaksınız, ne kötü bir mesken(dir o)!"
13. Savaşta karşı karşıya gelen iki orduda sizin için bir işaret vardı: bir ordu Allah için savaşırken diğeri O'nu inkar ediyordu. [Öncekiler,] kendi gözleriyle diğer tarafı kendilerinin iki misli (kalabalık) gördüler: Ama Allah, dilediğini yardımıyla güçlendirir. Bakın, bunda görecek gözleri olan herkes için muhakkak bir ders vardır. (9)

9 - Bunun, genellikle, Hicret'ten sonra 2. Ramazan'ın üçüncü haftasında Hz. Peygamber'in yönettiği üçyüz küsur zayıf teçhizatlı Müslümanın hemen hemen bin asker, yediyüz deve ve yüz atlıdan oluşan iyi donatılmış Mekke ordusunu kesin bir bozguna uğrattığı Bedir Savaşı'na bir îma olduğu var sayılır. Bedir Savaşı, putperest Kureyş ile genç Medine Müslüman toplumu arasındaki ilk açık çatışmadır. Bununla birlikte, bazı müfessirlere göre (mesela, Menâr III, 234) yukarıdaki Kur'an pasajı genel bir muhtevaya sahiptir ve tarihte sıkça şahit olunan bir olaya -yani, sayıca az ve zayıf donanımlı olan, ama dâvâlarının haklılığına olan güçlü bir inançla dopdolu bir grup insanın, benzer bir inançtan yoksun, sayıca ve maddî bakımdan üstün düşmana karşı zafer kazanmasına- işaret etmektedir. Bu ayette, müminlerin "kendi sayılarının iki katı" büyüklüğündeki (oysa, Bedir Savaşı'nda, Kureyş müşrikleri Müslümanlardan üç kat fazla idiler) bir düşmanla karşılaştıklarından bahsedilmesi gerçeği, bu yoruma -özellikle, sonraki ayette maddî zenginliğe ve dünyevî güce yapılan atıf gözönüne alındığında- büyük önem kazandırır.

14. KADINLARA, çocuklara, altın ve gümüş (cinsin)den birikmiş hazinelere, soylu atlara, sığırlara ve arazilere yönelik dünyevî zevkler insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bütün bu zevkler bu dünya hayatında tadılabilir, ama hedeflerin en güzeli Allah katında olanıdır.
15. De ki: "Size o [dünyevî zevkler]den daha hayırlı olan şeyleri haber vereyim mi? Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar için Rableri katında, mesken olarak içinden ırmaklar geçen hasbahçeler, temiz eşler ve Allah'ın güzel kabulü vardır." Ve Allah, kulların[ın kalplerin]deki her şeyi görür.
16. "Ey Rabbimiz! [Sana] inanıyoruz, bizi affet, günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından emin kıl" diyenlerin:
17. Zorluklara sabredenlerin ve sözlerini tutanların, (Rablerine) yürekten bağlı olanların, [servetlerini Allah yolunda] harcayanların ve bütün kalpleriyle af dileyenlerin. (10)

10 - Bi'l-eshâr ifadesi, genellikle, "şafaktan önceki vakitte" veya sadece "şafaktan önce" anlamında alınır. Bu, Hz. Peygamber'in, birkaç sahih Hadis'de, müminlere, gecenin son kısmını ve özellikle şafaktan kısa bir müddet önceki vakti yoğun ibadete tahsis etmeleri şeklindeki tavsiyesine uygundur. Ancak eshâr'ın tekili olan seher (sehr veya suhr diye de telaffuz edilir) kelimesi, "şafaktan önceki vakit"i gösterirken, aynı zamanda, -seher ve suhur telaffuzu ile- "kalbin nüvesi/özü", "kalbin en iç/derunî kesimi" veya sadece "kalp" anlamına da gelir (karş. Lisânu'l-‘Arab, ayrıca Lane IV, 1316). Bence, yukarıdaki Kur'an ayeti -ve aynı zamanda 51:18. ayet- bağlamında, bu sonuncu çevirinin alışılmış anlayış biçimine tercih edilebileceği açıktır. Çünkü, şafaktan önceki ibadetin değeri üzerinde Hz. Peygamber tarafından durulmasına rağmen, Kur'an'ın, affedilmek için ibadete başvurmayı günün belli bir vaktine bağlamış olması pek makul görünmemektedir.

18. ALLAH, [bizâtihî Kendisi] ile melekler ve hak ve adaleti gözeten ilim sahipleri O'ndan başka tanrı olmadığına şahittir: (11) O'ndan başka tanrı yoktur, Kudret ve Hikmet Sahibi(dir).

11 - Lafzen, "şahitlik yapar" -yani, bilinçli bir planlayıcı, düzenleyici güç tarafından var edildiğini açık şekilde gösteren yaratılmışlar dünyası aracılığıyla.

19. Allah nezdinde tek [hak] din, [insanın] O'na teslimiyetidir; daha önce vahiy verilenler, (12) kıskançlıklarından dolayı, kendilerine [hakikat] bilgi[si] geldikten sonra [bu konuda] farklı görüşlere sarıldılar. (13) Allah'ın mesajlarının doğruluğunu inkar edenlere gelince; unutma, Allah hesap görmede hızlıdır.

12 - Klasik müfessirlerin çoğu, burada kasdedilen halkın, Kitâb-ı Mukaddes'e veya onun bir bölümüne tâbi olan insanlar -yani, Yahudiler ve Hristiyanlar- olduğu görüşündedirler. Ancak, yukarıdaki pasajın daha geniş bir muhteva taşıması ve (dünya) görüşlerini, bir kısmı tahrif edilmiş, bir kısmı da tamamen ortadan kaybolmuş bulunan bir vahiy üzerine bina eden tüm toplulukları kapsamış olması kuvvetle muhtemeldir.

13 - Yani, bütün bu topluluklar, ilk başta Allah'ın birliği akidesini kabul etmişler ve kişinin kendini O'na teslim etmesini (orijinal anlamıyla islâm) sahih dinin özü olarak görmüşlerdi. Onların sonraki ihtilafları, mezhep/fırka saplantısının ve birbirini dışlamanın sonucudur.

20. O halde [ey Peygamber,] seninle tartışanlara de ki: "Ben tüm benliğimi Allah'a teslim ettim ve bana tâbi olan herkes [de öyle yaptı]!" Daha önce vahiy verilmiş olanlara ve kitap ile ilgisi olmayanlara (14) sor: "Siz [de] kendinizi O'na teslim ettiniz mi?" Ve eğer O'na teslim olurlarsa muhakkak doğru yol üzerindedirler; ama yüz çevirirlerse, unutma ki senin görevin sadece mesajı iletmektir: zira Allah, yarattıklarını[n kalplerindeki her şeyi] görür.

14 - Râzî'ye göre bu ifade (ümmiyyîn) kendilerine vahyedilmiş belli bir kitabı olmayan toplumlara işaret etmektedir.

21. Allah'ın mesajlarını inkar edenlere, peygamberleri haksız yere öldürenlere ve adaleti emreden (15) insanların canına kıyanlara gelince, onlara acıklı azabı bildir.

15 - Bkz. sure 2, not 48.

22. İşte onlardır bu dünyada da, öteki dünyada da yaptıkları boşa çıkacak olanlar ve onlardır hiçbir yardımcı bulamayacak olanlar.
23. [Daha önce] vahiyden kendilerine pay verilenleri bilmez misin? Onlara aralarında hüküm verirken Allah'ın kelâmına başvurmaları yolunda (16) çağrı yapılmıştır; ama bazısı, inatla [ondan] yüz çevirir;

16 - Lafzen, "aralarındaki [tüm ihtilaflar] hakkında hüküm vermesi için" -burada kasdedilen Allah kelâmı, Tevrat'tır.

24. çünkü onlar, "Ateş bize birkaç günden fazla dokunmayacak" diye iddia ederler: (17) böylece, uydurdukları bâtıl inançlar, onların [zamanla] itikatlarına ihanet etmelerine yol açmıştır. (18)

17 - Karş. 2:80 ve ilgili not.

18 - Lafzen, "uydurmayı âdet edindikleri [şeyler], onları inançlarından saptırmıştır".

25. O halde, [geleceği] şüphesiz olan Gün'e tanıklık etmeleri için hepsini bir araya topladığımız, her insana yaptıklarının karşılığının tamamen ödeneceği ve kimseye haksızlık yapılmayacağı zaman ne olacak [onların hali]?
26. DE Kİ: "Ey mutlak egemenlik sahibi Allahım! Sen egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın; dilediğini yüceltirsin, dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler Senin elindedir. Doğrusu, Sen istediğini yapmaya kâdirsin".
27. "Gündüzü kısaltarak geceyi uzatır ve geceyi kısaltarak gündüzü uzatırsın. Ölüden diri ve diriden ölü çıkarırsın. Ve dilediğine her türlü hesabın üstünde rızık bağışlarsın."
28. MÜMİNLER, müminleri bırakıp hakikati inkara şartlanmış olanları dost edinmesinler (19) -çünkü bunu yapan, Allah ile bütün bağını koparmış olur- kendinizi onlardan korumak için bu yola başvurmanız hariç. (20) Ancak Allah, Kendisine karşı dikkatli olmanızı ihtar eder, çünkü bütün yollar Allah'a varır.

19 - Yani, bu "hakikat inkarcıları"nın çıkarları ile müminlerin çıkarlarının çatıştığı durumlarda (Menâr III, 278). "Dostlar" (evliyâ') teriminin daha geniş kapsamlı anlam îmaları hk. bkz. 4:139 ve ilgili not.

20 - Lafzen, "korkulacak bir şeyden dolayı onlardan korkmanız hali müstesna". Zemahşerî, bu ibareyi, "sakınılması gereken bazı şeyleri yapabileceklerinden korkmanız için yeterli sebep bulunmadıkça" şeklinde açıklar -bu (ayet), "hakikati inkar edenler"in Müslümanlardan daha güçlü olduğu ve bu nedenle, politik yahut ahlakî anlamda kendilerine "dost" olmadıkça Müslümanlara zarar verebilecek konumda bulundukları durumlara işaret etmektedir.

29. De ki: "Kalplerinizdekini (21) gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Zira O, göklerdeki ve yeryüzündeki her şeyi bilir; ve Allah her şeye kâdirdir."

21 - Lafzen, "göğüslerinizdekileri". Bu, bir Müslüman grubunun veya gücünün, diğer Müslümanlara tercihen veya onların meşru çıkarlarına karşı "hakikati inkara şartlanmış olanlar" ile ittifak oluşturma kararlarının altındaki gerçek sâiklere bir işarettir.

30. Her insanın yaptığı bütün iyilikleri de kötülükleri de karşısında bulacağı o Gün'ü düşünün; [pek çok insan,] o [Gün]ün kendisinden çok uzakta olmasını diler. O halde Allah, O'na karşı dikkatli olmanızı ihtar eder; ama Allah, yarattıklarına karşı çok şefkatlidir.
31. De ki [ey Peygamber]: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin; zira Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır."
32. De ki: "Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin." Eğer (bundan) yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah hakikati inkar edenleri sevmez.
33. GERÇEK ŞU Kİ Allah, Âdem'i ve Nûh'u, İbrahim Soyunu ve İmrân Soyunu bütün insanlığın üzerinde bir konuma çıkardı,
34. tek bir soy zinciri halinde. (22) Allah, her şeyi işiten, her şeyi bilendir. (23)

22 - Lafzen, "birbirlerinin soyundan" -sadece sözkonusu peygamberlerin fiziksel nesebine değil, ama aynı zamanda, bu peygamberlerin hepsinin birbirlerine manevî açıdan bağlı bulundukları ve aynı biricik temel hakikate inandıkları gerçeğine îma (Taberî). Böylece, yukarıdaki pasaj, Allah'ın rızasını kazanmayı seçilmiş elçilerine itaate bağlayan 31-32. ayetlerin mantıkî bir sonucudur. Bu cümlede yer alan isimler, sonuç olarak Kur'an'da zikredilen bütün peygamberleri içine alır; çünkü onların çoğu, bu atalardan ikisinin veya daha fazlasının soyundan gelir. İmran Ailesi, İmran'ın (Kitâb-ı Mukaddes'deki Amram) çocukları olan Hz. Musa'yı ve Harun'u, İsrailliler arasındaki din adamları zümresinin içinden çıktığı Hz. Harun'un soyunu, dolayısıyla hem annesi hem de babası aynı soydan gelen Hz. Yahya'yı (karş. Hz. Yahya'nın annesi Elizabet'ten "Harun'un kızları"ndan biri olarak söz eden Luka i, 5) ve Hz. İsa'yı -ki Hz. Yahya'nın yakın akrabası olan annesi Hz. Meryem'den Kur'an'ın başka bir yerinde (19:28) "Harun'un kız kardeşi" olarak söz edilmektedir- kapsar: Her iki halde de, bir şahsın veya bir halkın ismini tanınmış bir aileye atfetme şeklindeki eski Sâmî âdeti sergilenmektedir. İmrân ailesine yapılan bu atıf, Hz. Zekeriya, Yahya, Meryem ve İsa'nın kıssalarına başlangıç görevi görmektedir.

23 - Bu ibareyi hemen arkasından gelen pasaj ile birleştirmemin gerekçesi, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza tarafından ileri sürülen yorum ile uyumludur (bkz. Menâr III, 289).

35. Bir vakit İmran ailesinden bir kadın, "Ey Rabbim! Rahmimdeki [çocuğumu] Senin hizmetine adayacağıma söz veriyorum. Benden bunu kabul et: Doğrusu, yalnız Sen, her şeyi duyan, her şeyi bilensin!" diye (Rabbine) seslenmişti.
36. Fakat, çocuğu (24) doğurunca, "Ey Rabbim!" dedi, "Bak, bir kız çocuk doğurdum." Halbuki Allah, neyi doğuracağını ve [onun istediği] erkek çocuğun hiçbir zaman bu kız gibi olamayacağını (25) bilmekteydi; "ve ona Meryem ismini verdim. Lânetlenmiş Şeytana karşı onu ve soyunu korumanı diliyorum."

24 - Lafzen, "onu (müennes halde)" -çocuğun kız olduğuna işaret.

25 - Lafzen, "ve erkeğin kadın gibi olmadığını" [veya "olamayacağını"]. Zemahşerî, bu sözleri, Allah'ın ilmi ile ilgili cümleciğin bir kısmını teşkil edecek şekilde okur ve şöyle yorumlar: "Kavuşmak için dua ettiği erkek [çocuk], kendisine bağışlanan kız gibi olmayabilirdi" -ki bu ifade, Hz. Meryem'in üstünlüğünün annesinin umduğunun çok ötesinde olduğuna işaret eder.

37. Bunun üzerine Rabbi, kız çocuğunu hoşnutlukla kabul etti, onu güzelce büyüttü ve Zekeriya'nın himayesine verdi. (26) Zekeriya, ne zaman onu mâbedde ziyaret ettiyse yanında yiyeceklerle görür ve sorardı: "Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor?" Meryem: "Bunlar Allah'tandır; Allah, dilediğine hesapsız rızık bağışlar!" diye cevap verirdi. (27)

26 - Bu surenin 44. ayetinden açıkça anlaşılacağı gibi, annesinin vaadinden dolayı Mâbed'in hizmetine adanacak olan bu kızın sorumluluğunu hangi din adamının üstleneceğine karar vermek için yapılan kur'a çekimi ile Hz. Meryem'in himayesi, sadece akrabası değil ama aynı zamanda Mâbed'e bağlı bir din adamı olan Hz. Zekeriya'ya tevdî edilmişti (Taberî).

27 - Müfessirlerin çoğu tarafından bu çerçevede nakledilmiş olan bütün menkıbelere rağmen, ne Kur'an'da, ne de herhangi bir sahih Hadis'de bu rızkın mucizevî bir kaynaktan geldiğine dair hiçbir işaret yoktur. Diğer taraftan Taberî, Hz. Zekeriya'nın yaşlanıp Hz. Meryem'i kendi imkanlarıyla destekleyemez hale gelmesi üzerine toplumun, üyelerinden biri vasıtasıyla bu sorumluluğu yüklenmeye karar verdiği ve bu kişinin Hz. Meryem'e günlük yiyecek taşıdığı şeklinde bir kıssa nakleder. Bu rivayet doğru olsun ya da olmasın, Hz. Meryem'in Hz. Zekeriya'ya cevabı, onun asıl Rızık Verici olarak Allah'a karşı duyduğu derin sorumluluk bilincini yansıtır.

38. Aynı yerde Zekeriya Rabbine yalvardı: "Ey Rabbim! Rahmetinle bana güzel bir zürriyet bağışla; zira Sen, her yakarışı duyarsın."
39. Bunun üzerine, mâbedde dua ederken, melekler ona: "Allah sana, Kendi katından bir sözün gerçekliğini doğrulayacak, (28) insanlar arasında seçkin (bir yere sahip olacak), tam bir iffet sahibi, dürüst ve erdemli bir peygamber olacak olan Yahya[nın doğumun]u müjdeliyor" diye seslendiler.

28 - Kelime ifadesinin Kur'an'da çoğunlukla Allah'tan bir tebliğ, yahut Allah'ın iradesinin bir tezahürü veya O'nun vaadi anlamında kullanıldığı (ör. 4:171, 6:34 ve 115, 10:64, 18:27 vb.) gerçeği gözönüne alındığında, yukarıdaki pasajda da, Hz. Yahya'nın (İnciller'de "Vaftizci Yahya" olarak tanımlanır) doğumu ile teyid edilen "Allah'ın Sözü"nün vahiy aracılığıyla yapılan ilahî bir vaad'e işaret ettiği sonucuna varırız: Bu yorum, aslında, H. 2. asırda yaşamış ve çabalarının çoğunu Arap dilindeki emsalsiz ifadeleri incelemeye adamış olan meşhur dil bilgini Ebû ‘Ubeyde Ma‘mer b. el-Müsennâ tarafından benimsenen bir yorumdur. Onun bu bağlamda kelime'yi kitâb ("vahiy" veya "ilahî kelâm") ile tanımlamasını, Râzî bu ayet ile ilgili yorumunda nakleder. Bu yorum, Hz. İsa'nın doğumu konusunda Hz. Meryem'e iletilen benzer bir tebliğdeki kullanıma da uygundur (bkz. bu surenin 45. ayeti).

40. [Zekeriya] şaşkınlıkla: "Ey Rabbim!" dedi, "Yaşlılık beni yakalamışken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?" [Ona]: "Pekala olabilir!" denildi, "Allah dilediğini yapar."
41. [Zekeriya] yalvardı: "Ey Rabbim! Bana bir işaret göster!" "İşaretin şudur ki," denildi, "üç gün boyunca yüz işaretleri dışında insanlarla konuşma! (29) Rabbini hiç durmadan an ve gece gündüz O'nun sınırsız şanını yücelt!"

29 - Ebû Müslim'e göre (Râzî tarafından kabul görerek nakledilmiştir), Hz. Zekeriya'ya sadece üç gün süresince hiç kimse ile konuşmaması emredilmişti. Yoksa, Yeni Ahid'in (Luka i, 20-22) rivayetindeki gibi, dilsiz kılınmış değildi: O halde, kasdedilen "işaret sırf manevî niteliklidir ve Hz. Zekeriya'nın kendini tamamiyle ibadete ve tefekküre adamasında ifadesini bulmaktadır.

42. VE O ZAMAN melekler "Ey Meryem!" dediler, "Allah seni seçti ve tertemiz kıldı; seni bütün dünya kadınlarının üstünde (bir konuma) çıkardı.
43. Ey Meryem! Rabbine huşû ile bağlan, secdeye kapan ve [O'nun önünde] eğilenlerle birlikte eğil."
44. Sana [şimdi] vahyettiğimiz şey, senin idrakini aşan bir hususla ilgilidir: (30) zira, hangisinin Meryem'in hâmisi olacağını kur'a ile belirlediklerinde sen onlarla birlikte değildin, (31) ve [o konuda] birbirleriyle çekiştiklerinde yanlarında yoktun.

30 - Hz. Peygamber'e seslenen bu ara pasaj, Kur'an'da anlatılan Hz. Meryem kıssasının vahyin doğrudan bir ürünü olduğu ve bu yüzden, Hristiyanlarca güvenilir sayılan metinlerdeki şekli ile buradaki şekli arasındaki bütün farklılıklara rağmen özünde doğru olduğu gerçeğini vurgulamayı amaçlar (Muhammed Abduh, Menâr III, 301).

31 - Bkz. yukarıdaki 26. not. Yukarıda "kur'a ile" diye çevrilen ibare, lafzî olarak "kamışlarını atarak" anlamına gelmektedir -muhtemelen, İslam öncesi Araplarca uygulanan ve Lane III, 1247'de ayrıntılı biçimde izah edilen, kör oklarla fal açmaya benzer eski bir Sâmî âdetine işaret. "Onlar" zamiri, Hz. Zekeriya'nın da içinde bulunduğu din adamları zümresine râcidir.

45. O zaman melekler, "Ey Meryem!" demişlerdi, "Allah, Kendisinden bir söz ile sana, Meryem oğlu İsa Mesih adıyla bilinecek, (32) bu dünyada ve öteki dünyada büyük şeref sahibi ve Allah'ın en yakınlarından olacak [bir oğul] müjdeliyor.

32 - Lafzen, "ismi Mesîh olacak". Mesih formu, İbranice mâhsîah'dan türetilmiş olan Ârâmîcede'ki meşîhâ'nın Arapçalaştırılmış şeklidir -tahta çıkışları Tapınaktan alınan kutsal bir yağ sürülerek takdis edilen İbrani kralları için Kitâb-ı Mukaddes'de çok sık kullanılan bir terim. Bu yağ ile meshetme âdeti Yahudiler arasında o kadar önemli bir ayin haline gelmişti ki, "mesih" terimi, zaman içinde "kral" ile eş anlamlı olmaya başlamıştı. Bu terimin Hz. İsa için kullanılması, o'nun doğrudan -ve elbette meşru olarak- Hz. Davud soyundan geldiğine dair çağdaşları arasında yaygın olan bir kanaatten (ki bu konudaki atıflara Sinoptik İnciller'in muhtelif yerlerinde rastlanır) ileri gelmiş olabilir. (Ayrıca bunun, Hz. İsa'nın anne tarafı ile bir ilgisi bulunduğu söylenemez. Çünkü Hz. Meryem, Hz. Harun soyundan ve dolayısıyla Levi kabilesinden gelen din adamları sınıfına mensup olduğu halde Hz. Davud, Yuda kabilesine mensup idi.) Tarihî şartlar ne olursa olsun, onurlu bir sıfat olan "Mesih" sıfatının Hz. İsa'ya hayatta olduğu dönemde verildiği aşikardır. Şimdi ortada bulunmayan Ârâmîce aslından kaynaklandıkları şüphesiz olan İnciller'in Yunanca çevirilerinde bu sıfat, doğru olarak, Christos (Yunanca chriein, "meshetmek", fiilinden türetilmiş bir isim) diye çevrilmiştir. Ve işte bu şekliyle -"the Christ"- Mesih sıfatı bütün Batı dillerinde geçerlilik kazandığı için ben de bu terimi kullanmayı tercih ettim.

46. Ve o, (çocuk,) insanlarla hem beşikte iken, hem de yetişkin bir adam olarak konuşacak; (33) dürüst ve erdemli kişilerden olacak."

33 - Hz. İsa'ya çok küçük yaştan itibaren ilham kaynağı olan peygamberce bilgeliğe mecazî bir işaret. Mine'l-mukarrabîn (yani, Allah'ın "en yakınları") ibaresi ile ilgili olarak cennet ehlinin en mükemmellerinin bu şekilde tanımlandıkları 56:11'e bkz.

47. Meryem, "Ey Rabbim!" dedi, "Bana hiçbir erkek dokunmadığı halde nasıl oğul sahibi olabilirim?" [Melek] cevap verdi: "İşte öyle! Allah dilediğini yaratır; (34) bir şeyin olmasını istediğinde sadece ‘Ol!' der -ve o (şey hemen) oluverir.

34 - Bkz. 19:16-22 ve ilgili notlar. Yukarıda Hz. Meryem'e [bir meleğin ağzından] söylenen sözler ve daha önce Hz. Zekeriya'ya söylenen benzer sözler (yukarıdaki 39-40. ayetler) ile, Allah'ın sınırsız yaratma gücü -özellikle, her iki halde, Allah'ın iradesinin bizâtihî tezahür edeceği şartları oluşturma kudreti- ve böylece, konuşmaların yapıldığı sırada ne kadar imkansız ve beklenmez görünse de, herhangi bir olayı meydana getirebilme gücü vurgulanmaktadır.

48. O, senin oğluna (35) (hem) vahyi ve hikmeti öğretecek, (hem de) Tevrat'ı ve İncil'i;

35 - Lafzen, "ona".

49. ve o'nu İsrailoğulları'na elçi [yapacak]". (36) "BEN size Rabbinizden bir mesaj getirdim. Sizin için çamurdan, adeta kaderinizin suretini yapacağım ve sonra ona üfleyeceğim ki Allah'ın izniyle [sizin] kaderiniz olsun; (37) körleri ve cüzamlıları iyileştireceğim ve Allah'ın izniyle ölüleri yeniden hayata döndüreceğim: (38) neleri yiyebileceğinizi ve evlerinizde neleri saklayabileceğinizi size bildireceğim. (39) Şüphesiz, eğer [gerçekten] inanıyorsanız, bütün bunlarda sizin için bir mesaj vardır. "

36 - Bundan sonraki pasaj -51. ayetin sonuna kadar olan bölüm- iki şekilde anlaşılabilir: Ya, Hz. Meryem'e söylenenlerin bir parçası olarak (o'nun -Hz. İsa'nın- gelecekte böyle konuşacağı anlamında), yahut da daha sonraki bir zamanda İsrailoğulları'na gerçekten söylediği ifadeler şeklinde. 52. ayet ve sonrasında benimsenen tahkiye biçimi gözönüne alındığında, bu iki şıktan ikincisinin daha tercihe şayan olduğu görülür.

37 - Lafzen, "kuş (tayr) şeklindeki (bir şey): ve sonra ona üfleyeceğim ... ki bir kuş olsun" (yahut, "... bir kuş olur"). Tayr ismi, tâir'in ("uçan mahluk" veya "uçan kuş") çoğuludur veya târa (uçtu) fiilinden türetilen bir masdar-isim'dir ("uçuş"). Hem İslam'dan önceki kullanımında hem de Kur'an'daki kullanımıyla tâir ve tayr kelimeleri, çoğunlukla, iyi ya da kötü olmasına bakılmaksızın, genel anlamda "kader"i veya "talih"i ifade eder (mesela, 7:131, 27:47 veya 36:19 ve daha açık şekilde 17:13). Tayr ve tâir'in bu deyimsel kullanımının birçok örneğine bütün muteber Arapça sözlüklerinde rastlanır: ayrıca bkz. Lane V, 1904 vd. Böylece Hz. İsa, kendisinin çok sevdiği teşbih üslubuyla, İsrailoğulları'na, hayatlarının sade balçığından kendileri için yükselen bir kader tasarımı geliştireceğini ve Allah'tan kendisine gelen ilhamla hayata geçirilen bu tasarımın, Allah'ın izniyle ve imanlarının gücü ile (ki buna ayetin sonunda işaret edilmiştir) onların gerçek kaderi olacağını îmâen ifade etmiştir.

38 - Hz. İsa'nın "ölüleri yeniden hayata döndürme"si, muhtemelen, ruhen ölmüş olan topluma yeniden hayat verişinin mecazî ifadesidir; karş. 6:122 - "[ruhen] ölü iken hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasında yolunu bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse - [o kimse] hiç içinden çıkamayacağı derin karanlığın içinde [gömülüp kalmış] biri gibi olur mu?" Eğer -benim de benimsediğim- bu yorum doğruysa, o zaman, "körleri ve cüzamlıları iyileştirme" de benzeri bir anlam kazanır: yani, ruhen hasta ve hakikate karşı kör olan insanların derunî olarak yeniden yaratılmaları.

39 - Yani, "hangi güzel şeylerden bu dünyada yararlanabilirsiniz ve hangi güzel davranışları da öteki dünya için bir hazine olarak saklamalısınız".

50. "[Ben], Tevrat'tan günümüze kalanın (40) doğruluğunu tasdik etmek ve [önceden] size yasak edilen şeylerin bazısını helal kılmak için [geldim]. Ve size Rabbinizden bir mesaj getirdim; öyleyse Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın ve bana tâbi olun."

40 - Lafzen "...elimde kalan her şeyin": bir açıklama için bkz. bu surenin 3. ayetiyle ilgili not 3.

51. "Kuşkusuz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; öyleyse [yalnız] O'na kulluk edin: Bu, dosdoğru bir yoldur."
52. İsa, onların hakikati reddettiklerinin farkına varınca (41) sordu: "Kim Allah yolunda benim yardımcılarım olacak?" Beyazlara bürünmüş olanlar (42) cevap verdi: "Biz, [Allah yolunda] senin yardımcıların olacağız! Biz Allah'a inanırız: Sen de şahit ol, biz O'na teslim olmuşuz!

41 - Bu, Hz. İsa'nın, halkının çoğunluğundan ve özellikle Ferisîlerden gelen bir muhalefet ile karşılaştığı daha sonraki döneme aittir.

42 - Havâriyyûn (tekili: havârî) Kur'an'da Hz. İsa'nın bağlıları için kullanılan bir ünvandır. Bu terime ("beyazlık" anlamına gelen havar'dan türetilmiştir) birçok müfessir tarafından, "yıkayarak elbisesini beyazlatan kişi"den (çünkü, rivayete göre, Hz. İsa'nın müritlerinden bazısının işi buydu) "beyaz elbiseler giyen kişi"ye veya "kalbi beyaz (yani, temiz) olan kişi"ye (karş. Taberî, Râzî, İbni Kesîr) kadar değişen birçok anlam verilmiştir. Ancak kuvvetle muhtemeldir ki havârî terimi, Hz. İsa zamanında ve belki o'nun da mensubu bulunduğu Filistin'de yaşayan dinî bir Yahudi grubu olan Essene Kardeşliği'ne mensubiyeti göstermek için kullanılmıştır -ve son zamanlarda keşfedilen Ölü Deniz Kitabeleri'nin sağladığı deliller de bu görüşü desteklemektedir. Essenîler, ahlakî safiyet sahibi olma ve fedakarca davranma gereğini vurgulamaları ile temayüz etmişlerdi ve inançlarının zahirî bir işareti olarak daima beyaz elbiseler giyerlerdi. Bu, onlara neden bu adın verildiğini tatmin edici şekilde açıklamaktadır. Hz. Peygamber'in, bir defasında, "Her peygamberin havârîleri vardır" (Buhârî ve Müslim) demiş olduğu gerçeği, yukarıdaki görüş ile çelişmez. Çünkü o, bu terimi mecazî anlamda, Hz. İsa'nın "Allah yolundaki yardımcıları"nı kasdederek kullanmıştır.

53. Ey Rabbimiz! Bize yücelerden indirdiğine inanıyor ve bu Elçi'ye tâbi oluyoruz; o halde bizi [hakikate] şahitlik yapanlarla bir tut!" (43)

43 - Lafzen, "bizi ... ile yaz" veya "... ile kaydet". Ancak unutulmamalıdır ki ketebe fiili, aynı zamanda, "bir araya getirdi" veya "birbirine çekti" anlamına gelmektedir. Bu yüzden, kâtibeh ismi, bir araya gelmiş "bir insan grubu" olarak anlaşılmalıdır.

54. İnanmayanlar İsa'ya tuzak kurdular; (44) ama Allah onların tuzaklarını boşa çıkardı: çünkü Allah, tuzak kuranların tümünün üstündedir.

44 - Lafzen, "entrika çevirdiler" -burada Yahudiler arasında Hz. İsa'yı bir peygamber olarak kabul etmeyi reddeden ve o'nu yok etmeye çalışan kimselere işaret edilmektedir.

55. O zaman Allah: "Ey İsa!" demişti, "Seni ölüme yollayacağım ve Katıma yücelteceğim ve seni hakikati inkara şartlanmış olanlar[ın arasın]dan çekip arındıracağım; sana tâbi olanları, Kıyamet Günü, hakikati inkara şartlanmış olanların (kat kat) üstüne çıkaracağım. Sonunda hepiniz Bana döneceksiniz ve aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz her konuda Ben hüküm vereceğim." (45)

45 - Bu, Hz. İsa'ya saygı gösterenlere (yani, o'nu "Allah'ın oğlu" olarak gören Hristiyanlar ile bir peygamber olarak kabul eden Müslümanlara) olduğu kadar o'nu tamamen reddedenlere de işaret eder. Allah'ın, Hz. İsa'ya, "Seni katıma yücelteceğim" vaadi ile ilgili olarak bkz. sure 4, not 172.

56. "Hakikati inkara şartlanmış olanlara gelince, onlara bu dünyada ve ahirette şiddetli bir azap çektireceğim ve onlar kendilerine yardım edecek kimse bulamayacaklar;
57. ama iman edip doğru ve yararlı işler yapanlara Allah mükafatlarını tam olarak verecektir: Zira O, zalimleri sevmez."
58. BU BİLDİRDİKLERİMİZ, sana ilettiğimiz mesajlardan ve hikmet yüklü haberlerdendir. (46)

46 - Lafzen, "Bunu sana mesajlardan ve hikmetli haberlerden iletiyoruz". Bu "mesaj" ifadesi, bana göre, belli bir mesaj -yani, bu cümlenin hemen ardından gelen mesaj- anlamını taşımaktadır.

59. Allah katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir, ki Allah onu topraktan yarattı ve sonra "Ol!" dedi; işte (insanoğlu böylece) oluverir. (47)

47 - Lafzen, "İsa'nın misali, Âdem'in misali gibidir..." Mesel ifadesi (ki, yukarıda "durum" olarak çevrilmiştir), çoğunlukla, mecazî olarak bir şahsın veya şeyin içinde bulunduğu hali veya şartları göstermek için kullanılır ve bu anlamda -müfessirlerin işaret ettikleri gibi- sıfat (bir şeyin "mahiyet"i veya "tabiat"ı) kelimesi ile eş anlamlıdır. Metnin siyâk ve sibâkından açıkça anlaşılabileceği gibi, yukarıdaki pasaj, Hz. İsa'nın uluhiyetine dayanan Hristiyanî doktrine karşı itirazın bir parçasıdır. Kur'an burada, diğer birkaç yerde olduğu gibi, Hz. İsa'nın Hz. Âdem -ki, bu bağlamda bütün insan soyunu ifade etmektedir- gibi sadece "topraktan yaratılmış", yani, toprağın üzerinde ve altında asal şekillerinde bulunan organik ve inorganik maddelerden yaratılmış bir ölümlü olduğu gerçeğini vurgular. Karş. ayrıca Kur'an'ın bütün insanlardan "topraktan yaratılmış" olarak söz ettiği 18:37, 22:5, 30:20, 35:11 ve 40:67. ayetler. "Âdem"in burada insan soyunu temsil etmiş olması, bu cümlenin son kelimesinde geniş zaman kipinin kullanılması ile vurgulanmıştır.

60. [Bu], Rabbinden bir hakikat[tir]; öyleyse, şüphecilerden olma!
61. Sana gelen asıl bilgiden sonra, kim seninle bu [hakikat] hakkında tartışırsa de ki: "Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizim yandaşlarımızı ve sizin yandaşlarınızı çağıralım; sonra [birlikte] tevazu içinde ve gönülden yalvaralım ve Allah'ın lânetinin [aramızdan] yalan söyleyenlerin (48) üzerine olmasını dileyelim."

48 - Yani, Hz. İsa'nın gerçek kimliği konusunda. Bütün muteber kaynaklara göre bu surenin 59-63. ayetleri, H. 10. yılda, bütün Hristiyanlar gibi, Hz. İsa'nın "Allah'ın oğlu" ve dolayısıyla insan suretindeki Allah olduğunu iddia eden Necrân Hristiyanlarından bir heyet ile Hz. Peygamber arasındaki bir tartışma dolayısıyla nazil olmuştur. Onlar, Hz. Peygamber tarafından kendilerine teklif edilen "namaz yoluyla sınanma"yı (mübâhele) reddettikleri halde Hz. Peygamber, kendileri ile tüm medenî haklarını kullanabilmelerini ve dinlerini serbestçe uygulayabilmelerini garanti eden bir anlaşma yaptı.

62. İşte işin hakikati budur ve Allah'tan başka bir ilah yoktur; şüphe yok ki Allah -yalnızca O- kudret ve gerçek hikmet sahibidir.
63. Ve eğer [bu hakikatten] yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah ifsad edicilerden tamamiyle haberdardır.
64. De ki: "Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye (49) gelin: Allah'tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O'ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz." (50) Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: "Şahit olun ki biz kendimizi O'na teslim etmişiz!"

49 - Lafzen, "sizinle bizim aramızda adil (olan) bir kelimeye". Esas anlamı "kelime" veya "söz" olan kelimeh terimi, çoğunlukla felsefî olarak "öneri" veya "ilke" anlamında kullanılır.

50 - Lafzen, "Allah'ın yanısıra başka birini rabler olarak kabul etmeyeceğiz". "Biz" şahıs zamiri, burada bariz bir şekilde insanoğlu için kullanıldığından "başka biri" ifadesi, zorunlu olarak aynı anlama gelir. Daha geniş anlamıyla yukarıdaki çağrı, sadece Hz. İsa'ya tam bir uluhiyet ve azîzlerine de o'nun belli bazı özelliklerini atfeden Hristiyanları değil, aynı zamanda Üzeyr'e (Ezra) ve hatta bazı büyük Talmud bilginlerine yarı tanrısal bir otorite izafe eden Yahudileri de kapsar (karş. 9:30-31).

65. EY GEÇMİŞ vahyin izleyicileri! Tevrat ve İncil'in kendisinden [uzun zaman] sonra vahyedildiğini gördüğünüz halde İbrahim hakkında neden tartışıyorsunuz? (51) Aklınızı kullanmıyor musunuz?

51 - Yani, o'nun uyguladığı ilkelerin, Tevrat'ı Allah'ın mutlak kanunu olarak gören Yahudi itikadının mı, yoksa birçok konuda bu itikat ile çelişen Hristiyan itikadının mı ilkeleri olduğu konusunda.

66. Siz, bilginiz olan şeyler hakkında tartışırdınız, ama hiç bilmediğiniz şey hakkında (52) neden tartışıyorsunuz? Halbuki Allah [onu] bilir, ama siz bilmezsiniz:

52 - Yani, Hz. İbrahim'in gerçek inancının ne olduğu konusunda. "Bilginiz olan şeyler" ibaresi, Tevrat'ın ve İnciller'in halen yaşayan nüshalarına dayanan birçok öğretinin Kur'an'ın öğretileriyle çeliştiği gerçeği konusundaki bilgilerine işarettir (Râzî).

67. İbrahim, ne bir "Yahudi", ne de "Hristiyan" idi, ama kendini Allah'a teslim ederek her türlü bâtıldan yüz çevirmiş biriydi; ve O'ndan başka bir şeye ilahlık yakıştıranlardan değildi.
68. Gerçekte İbrahim'e en yakın olanlar, muhakkak ki -bu Peygamber'in ve [o'na] inanan herkesin yaptığı gibi- o'na tâbi olanlardır; Allah da inananlara yakındır.
69. Geçmiş vahyin izleyicilerinden bazıları sizi saptırmak isterler: Ama onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar; üstelik bunu fark etmezler de.
70. Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Bizzat kendinizin şahit olduğu (53) Allah'ın mesajlarını neden inkar edersiniz?

53 - Lafzen, "Kendiniz [bizzat] şahitlik yaptığınız halde": Peygamber Muhammed (s)'in zuhuruna dair Kitâb-ı Mukaddes'in verdiği gaybî müjdeye işaret.

71. Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Neden hakkı bâtıl ile saklayıp örter ve [pekala] farkında olduğunuz hakikati gizlersiniz?
72. Geçmiş vahyin izleyicilerinden bazısı [birbirlerine] şöyle der: "[Muhammed'e] inananlara günün başında vahyedilene inandığınızı söyleyin, daha sonra geleni ise inkar edin (54) ki [inançlarından] belki geri dönerler;

54 - Müfessirlerin çoğunluğu, bazı tâbi‘ûn (yani, Hz. Peygamber'in Ashâbı'ndan sonra gelen nesil) arasında revaçta olan görüşlerden hareketle bu pasajı şöyle anlarlar: "Muhammed'e vahyedilene iman ettiğinizi günün başında inananlara ilan edin, [onun/(günün)] geri kalan kısmında ise onu tekrar inkar edin." Bu yorum, yukarıdaki ayetin atıfta bulunduğu, Müslümanları şaşırtmaya yönelik Yahudi-Hristiyan girişimlerinin Kur'an mesajına önce inanıp ardından inanmadıklarını ilan etmeleri şeklinde ortaya çıktığına işaret eder. Diğer taraftan, benim kabul ettiğim (ve bu ayet ile ilgili yorumunda Râzî'nin naklettiği el-Esam'ın görüşüyle desteklenen) çeviri, Yahudi ve Hristiyanların, Kur'an'ın ilk vahyedilen bölümünde ("günün başında vahyedilen"de) "birazcık hakikat" olduğunu gönülsüz de olsa kabul etmek suretiyle, ama Kitâb-ı Mukaddes'deki bazı öğretilere açıkça ters düştüğü için onun sonraki kısımlarını kesin biçimde reddederek bu amaca ulaşmayı ümit edebileceklerine ve etmekte olduklarına işaret eder.

73. ama sizin inancınıza uymayan hiç kimseye [gerçekten] inanmayın." De ki: "Tek [gerçek] rehberlik, Allah'ın rehberliğidir; size verilen [vahy]in benzerinin başka birine de verilmesi şeklinde ifa edilen [bir rehberlik]" . (55) Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda size muhalefet mi edeceklerdi? De ki: "Lütuf ve ihsan, Allah'ın elindedir; onu dilediğine bağışlar: (56) çünkü Allah (rahmet ve cömertliğinde) sınırsızdır, her şeyi bilendir,

55 - Bu ifade, kendi kitaplarının bazı kısımlarıyla çeliştiği için Kur'an mesajını kabul etmeye yanaşmayan Yahudi ve Hristiyanlara işaret eder.

56 - Bu bağlamda fazl ("lütuf") terimi, ilahî vahyin bahşedilmesi ile eş anlamlıdır.

74. dilediğine rahmetini bağışlar; ve Allah, lütfunda sınırsızdır."
75. GEÇMİŞ vahyin izleyicileri arasında öylesi var ki, kendisine bir hazine emanet etsen sana [sadakatle] iade eder; ve öylesi de var ki ona ufak bir altın sikke emanet etsen, başında dikilmedikçe sana geri vermez; bu, onların, "Kitap ile ilgisi olmayan bu halk[a yaptığımız hiçbir şey]den dolayı bize bir suç yüklenemez" şeklindeki iddialarının bir sonucudur: (57) [Böylece] onlar, [bile bile] Allah hakkında yalan söylerler. (58)

57 - Lafzen, "bu böyledir, çünkü ... derler". Kâle fiili (lafzen, "dedi"), Arapça'da çoğu zaman "iddia etti" veya "bir görüş belirtti" anlamında kullanılır. Hz. Peygamber'in birçok Hadisi'nden de anlaşıldığı gibi, burada kasdedilen insanlar Yahudilerdir.

58 - Yani, kendi kitaplarının böyle bir iddiaya hiçbir temel sağlamadığını çok iyi bildikleri halde, haksız olarak, Allah'ın kendilerini Yahudi-olmayanlara ("kitap ile ilgisi olmayan halk" şeklinde küçümsedikleri insanlara) karşı her türlü ahlakî sorumluluktan muaf tuttuğunu iddia ederler.

76. Ama [Allah,] Kendisine karşı taahhütlerine sadık kalanlar[ın] (59) ve Kendisine karşı sorumluluk bilinci duyanlar[ın farkındadır]: ve Allah, Kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyanları sever.

59 - Bazı müfessirler, ‘ahdihî'deki şahıs zamirini burada sözü edilen kişi veya kişilere ircâ ederler ve bu nedenle de ‘ahd'i "vaad etme" anlamında alırlar -böylece, "vaadini yerine getiren[e gelince]..." şeklinde anlarlar. Ancak bir sonraki ayetten açıkça anlaşılacağı gibi, ‘ahdihî'deki zamir Allah'a râcidir. Sonuçta bu ibare, ya "O'na karşı sorumluluklarını yerine getirenler", yahut "O'na karşı taahhütlerine sadık olanlar" şeklinde çevrilmelidir -ki, ikincisi bana göre daha tercihe şayandır. (İnsanın "Allah'a karşı taahhüdü"nün anlamı için bkz. sure 2, not 19.)

77. Allah'a karşı taahhütlerini ve yeminlerini ufak bir kazanç karşılığında değiştirenler var ya; onlar, öteki dünyanın nimetlerinden asla nasiplenemeyeceklerdir; Allah, Kıyamet Günü, onlarla ne konuşacak, ne yüzlerine bakacak, ne de onları günahlarından arındıracaktır; ve onları acıklı bir azap beklemektedir.
78. Onlardan öylesi de var ki, [söyledikleri] Kitâb-ı Mukaddes'den olmadığı halde ondan olduğunu düşünesiniz diye dilleriyle Kitâb-ı Mukaddes'i çarpıtırlar ve Allah'tan olmadığı halde, "Bu, Allah'tandır!" derler; böylece bile bile Allah hakkında yalanlar uydururlar.(60)

60 - Müfessirlerin çoğu, bunun, özellikle Kur'an'da sık sık Eski Ahid'i kasden tahrif etmekle itham edilen Yahudilere işaret ettiğini var sayarlar. Ancak sonraki iki ayet, bariz şekilde Hz. İsa'ya ve Hristiyanların Hz. İsa'nın tabiatı ve misyonu hakkındaki yanlış inançlarına atıfta bulunduğundan, bu pasajda hem Yahudilerin hem de Hristiyanların kasdedildiği sonucunu çıkarabiliriz. Bundan dolayı, bu cümlede üç defa geçen el-kitâb terimi, burada "Kitâb-ı Mukaddes" olarak çevrilmiştir. Muhammed Abduh'a göre (Menâr III, 345), yukarıda sözü geçen Kitâb-ı Mukaddes'in tahrifi, mutlaka metnin çarpıtılmasını gerektirmez: bu tahrifat, aynı zamanda, "bir ibareye, orijinal olarak kasdedilen anlamdan başka bir anlam yüklemek"le de gerçekleştirilebilir. Abduh, İnciller'de Allah'a atfen "Babam" teriminin mecazî kullanımını örnek olarak verir ki bu terim ile, Rabb'in Duası'ndan açıkça anlaşılacağı gibi, bütün insanlığın "Baba"sı, yani, Yaratıcısı ve Rabbi kasdedilmiştir. Ancak, Hz. İsa'ya tâbi olduklarını iddia edenlerden bazıları, daha sonra bu ibareyi mecazî bağlamından kopardılar ve "onu yalnızca Hz. İsa ile ilgili olan pozitif gerçeklik alanına aktardılar": ve böylece o'nun, lafzî anlamda "Allah'ın oğlu", yani, insan şeklinde tecessüm etmiş ilah olduğu düşüncesine geçerlilik kazandırdılar.

79. Allah'ın vahiy, sağlam muhakeme ve peygamberlik bağışladığı hiç kimsenin bundan sonra halkına, "Allah'ın yanısıra bana da kulluk edin!" demesi düşünülemez; (61) aksine, [onlara şöyle öğüt verir]: "ilahî kelâmın bilgisini yayarak ve kendiniz [onu] derinlemesine inceleyerek Allah adamları (62) olun!"

61 - Açıkça Hz. İsa'ya atıfta bulunan bu ibare lafzen şöyledir: "Bir insan için Allah'ın ... bağışlaması ve daha sonra o'nun ... demesi [mümkün] değildir". Zemahşerî, yukarıdaki cümlede geçen hükm terimini ("muhakeme" veya "sağlam muhakeme") bu bağlamda hikmeh ("hikmet") ile eş anlamlı görür.

62 - Sîbeveyh'e göre (Râzî tarafından nakledildiği üzere) rabbânî, "kendisini, özellikle Rabbini (er-rabb) tanımaya ve O'na itaat etmeye adayan kişidir": İngilizcedeki "a man of God" (Allah adamı) ifadesine çok yakın bir anlam.

80. O, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez: (63) [zaten] kendinizi Allah'a tam teslim ettikten sonra hiç O sizi hakikati inkara davet eder mi?

63 - Yani, onlara ilahî veya yarı ilahî vasıflar atfetmenizi: azîzlerin/velîlerin ve meleklerin kutsanmasının kesin bir dille reddi.

81. ALLAH, [geçmiş vahiylerin izleyicilerinden] peygamberler vasıtasıyla şu taahhüdü talep etti: (64) "Eğer, vahyi ve hikmeti size bahşettikten sonra, halen sahip olduğunuz hakikati tasdik eden bir elçi size gelirse o'na inanmalı ve yardım etmelisiniz. Bu şarta dayalı ahdimi kabul ve tasdik eder misiniz?" Onlar: "Kabul ederiz!" dediler. Allah: "Öyleyse [buna] şahit olun, Ben de sizin şahidiniz olacağım. (65)

64 - Lafzen, "peygamberlerin sağlam taahhüdünü". Zemahşerî, burada kasdedilenin bir bütün olarak toplumdan alınan taahhüt olduğu görüşündedir: peygamberler aracılığıyla iletilen mesajların kabulüyle somutlaşan bir taahhüt.

65 - Lafzen, "ve ben şahitler arasında sizinle birlikte olacağım".

82. O halde, kimler [bu taahhütten] dönerse; işte onlar, gerçek fasıklardır!"
83. Onlar Allah'a imandan başka bir itikat mı (66) arıyorlar? Halbuki göklerde ve yeryüzünde olan her şey isteyerek veya istemeyerek O'na boyun eğer, çünkü her şey (sonunda) O'na dönecektir. (67)

66 - Lafzen, "Allah'ın dininden başka [herhangi] birini mi?"

67 - Lafzen, "döneceği halde". Bu cümlenin bir açıklaması için bkz. 13: 15 ve ilgili notlar.

84. De ki: "Biz, Allah'a; bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve o'nun neslinden gelenlere indirilene; Rableri tarafından Musa'ya, İsa'ya ve [diğer] tüm peygamberlere bahşedilene inanırız; onlar arasında hiçbir ayrım yapmayız. (68) Ve kendimizi O'na teslim ederiz."

68 - Bkz. 2:136 ve ilgili not 112.

85. Kim Allah'a teslimiyetten başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.
86. İman edip bu Elçi'nin hak olduğuna şahit olduktan ve hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra hakikati inkar etmeyi seçen bir halkı Allah nasıl doğru yola ulaştırır? (69) Allah, böyle bir zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.

69 - Burada kasdedilen halk, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Peygamber Muhammed (s)'in gelişini önceden haber veren Kitâb-ı Mukaddes'i kabul etmeleri, onları, Muhammed (s)'in peygamberliğinin "şahid"i yapar. Ayrıca bkz. yukarıdaki 70 ve 81. ayetler.

87. Onların karşılığı, Allah'ın, meleklerin ve bütün [dürüst ve erdemli] insanların lânetine uğramak olacaktır.
88. Onlar bu halde kalacaklar; [ve] ne azapları hafifletilecek, ne de onlara bir mühlet tanınacak.
89. Ama daha sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hariç tutulacaktır: Zira Allah, çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.
90. İmana erdikten sonra hakikati inkara kalkışanlara ve sonra hakikati reddetmede [daha büyük bir inatla] ısrar edenlere gelince, şüphesiz, onların [diğer günahlardan dolayı] tevbeleri kabul edilmeyecektir; (70) işte onlar gerçek sapkınlardır.

70 - Parantez içinde eklediğim "diğer günahlardan dolayı" açıklaması, Taberî'nin bu pasaj ile ilgili ikna edici yorumuna dayanmaktadır.

91. Hakikati inkara şartlanmış olanlara ve hakikat inkarcısı olarak ölenlere gelince, yeryüzünün bütün altınları [bile] onların fidyelerini karşılayamaz. (71) İşte onlar için acıklı bir azap vardır ve kendilerine yardım edecek hiç kimse bulamayacaklardır.

71 - Lafzen, "onlardan fidye olarak yeryüzü dolusu altın bile kabul edilmeyecektir". Bu cümle, açıkça mecazî anlamda kullanılmıştır; ancak "fidye"den bahsedilmesi nedeniyle bazı müfessirler, burada, bu dünyada aslında iyi sayılan fiillerin (ve özellikle, sadece başka bir insana yardım amacıyla harcanan çaba ve servetlerin) bu tür "hakikat inkarcıları" tarafından Hesap Günü Allah'ın affını dilemek için kullanılacak olmasının kasdedildiği görüşündedirler -ancak temel hakikatleri bilinçli olarak reddetmelerinden dolayı bu yakarışlar hiçbir kabul görmeyecektir.

92. [Size gelince ey müminler,] kendiniz için özenle ayırdığınız şeylerden başkaları için harcamadıkça gerçek erdeme ulaşmış olamazsınız; ve her ne harcarsanız kuşkusuz, Allah ondan tamamiyle haberdardır. (72)

72 - Kur'an, hakikati bilinçli bir şekilde inkar edenlere, yaşarken cömertçe harcadıkları çabaların ve malların Hesap Günü kendilerine yararı olmayacağını söyledikten sonra müminlere de, Allah'a imanlarının, kendilerini kardeşlerinin maddî ihtiyaçlarına karşı duyarlı hale getirmedikçe kamil bir iman sayılamayacağını hatırlatmaktadır (karş. 2:177).

93. TEVRAT indirilmeden önce, İsrailoğulları'nın [günah diyerek] kendine yasakladığı şeyler dışında bütün yiyecekler onlara helal idi. (73) De ki: "Eğer söylediklerinizde samimi iseniz Tevrat'ı getirin de onu okuyun!"

73 - Buraya kadar surenin büyük bölümü Kur'an'ın ilahî kaynağı üzerinde durmuş ve Hz. Peygamber'e emanet edilen görevin -yani, insanları Allah'ın birliğini ve eşsizliğini kabul etmeye çağırmasının- doğru şekilde tanımlanmasını ve oluşturulmasını amaçlamıştı. Bu defa, 93-97. ayetler, bu vahyin önceki peygamberlerin öğretilerinin içerdiği hakikati tasdik ettiğine dair Kur'an'da sıkça tekrarlanan iddiaya rağmen, Yahudilerin, Kitâb-ı Mukaddes'in umdelerinin Kur'an tarafından yürürlükten kaldırılması olarak değerlendirdikleri tutuma karşı yönelttikleri iki itirazın reddine tahsis edilmiştir. Bu iki itiraz, (a) Tevrat'ta vaz‘edilen belirli perhiz kuralları ve yasaklarının Kur'an tarafından iptal edilmesi, (b) Mekke'nin Kudüs yerine kıble olarak "ikamesi" -bkz. sure 2, not 116- ile ilgili olmuştur. Kur'an, Yahudilerin gıda düzeni ile ilgili itirazını cevaplarken, başlangıçta bütün yararlı gıdaların İsrailoğulları için helal kılındığını, ancak daha sonra Tevrat aracılığıyla getirilen katı sınırlamaların, günahlarından dolayı onlara verilen bir cezadan ibaret olduğunu (karş. 6:146) ve bu yüzden, bu kısıtlamaların, kendini Allah'a gerçekten teslim eden bir toplum için sözkonusu olmadığını hatırlatır. İkinci itiraza verilen cevap için bkz. ayet 96.

94. Ve artık bundan sonra kim Allah hakkında yalan uydurursa işte onlar zalimlerdir! (74)

74 - Bu ibare, Musevilikteki gıda kısıtlamalarının Allah tarafından emredilen mutlak bir kanunun gereği olduğuna dair mesnetsiz Yahudi inancına işaret etmektedir. Bu iddiaya karşılık Kur'an, Hz. Musa zamanından önce hiçbir gıda kısıtlamasının olmadığını; ikinci olarak da, Hz. Musa Şeriatı'ndan kaynaklanan kısıtlamaların yalnızca İsrailoğulları'na yüklendiğini vurgular. Onların mutlak ilahî şeriatı temsil ettiği iddiası ise, burada "Allah hakkında yalan uydurmak" olarak tanımlanmıştır.

95. De ki: "Allah doğruyu söylemektedir: O halde, bâtıl olan her şeyden yüz çeviren ve Allah'ın yanısıra hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayan İbrahim'in inanç sistemine uyun."
96. Unutmayın, insanlık için inşa edilen ilk mâbed, Mekke'dekiydi: (75) bereketli ve bütün âlemler için bir rehber[lik kaynağı],

75 - Bütün otoriteler, bu ismin Mekke ile (ki doğru yazım Mekkeh şeklindedir) eş anlamlı olduğunda hemfikirdirler. Bu çok eski isim için muhtelif etimolojiler öne sürülmektedir; ama bu konudaki en dikkate değer açıklama Zemahşerî tarafından yapılmıştır (ve Râzî de bunu desteklemiştir): Bazı eski Arapça lehçelerinde dudaktan çıkan b ve m sessiz harfleri, fonetik olarak birbirlerine yakın olduğundan bazan yer değiştirebilirler. Bu bağlamda Mekke'deki Mâbed'den -yani, Kâbe- söz edilmesi, onun Kur'an'da tayin edilen namaz yönü (kıble) oluşu gerçeğinden kaynaklanır. Kâbe'nin prototipi Hz. İbrahim ve İsmail tarafından inşa edildiğinden (bkz. 2:125 vd.) -ve bu sebeple, Kudüs'deki Hz. Süleyman tapınağından daha eski olduğundan- onun Kur'an'a tâbi olanların kıblesi olarak tayin edilmesi, nihaî tahlilde, bütün bir Kitâb-ı Mukaddes'in temeli olan İbrahimî gelenekten bir kopuş anlamına gelmez; tersine, o Ata ile doğrudan irtibatın yeniden kurulmasını sağlamış olur: Yukarıdaki 73. notta bahsedilen iki Yahudi itirazının ikincisinin cevabı burada yatmaktadır.

97. apaçık işaretlerle dopdolu. (76) [Orası] bir zamanlar İbrahim'in durduğu yer[dir]; kim içine girerse huzur bulur. (77) Bundan dolayı, mâbedi haccetmek, gücü yeten bütün insanların Allah'a karşı yerine getirmek zorunda oldukları bir görevdir. Hakikati inkar edenlere gelince, bilsinler ki, Allah, yarattığı âlemlerden bağımsızdır, her bakımdan Kendine yeterlidir.

76 - Lafzen, "içinde açık işaretler(in olduğu)" -Kâbe tarafından sembolize edilen Allah'ın birliği ve benzersizliğine, insanlığın dinî tecrübesinin devamlılığına ("insanlık için kurulmuş ilk Mâbed") ve son olarak, nerede olurlarsa olsunlar, ibadet sırasında yüzlerini bu tek odak noktasına çeviren bütün müminlerin kardeşliğine ilişkin işaretler gibi.

77 - Yahut: "emin olur" -"zihinsel dinginlik ve korkudan uzak olma"yı ifade eden emn'in orijinal anlamıyla (karş. Lane I, 100 vd.).

98. DE Kİ: "Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Allah, yaptığınız her şeye şahit iken neden O'nun mesajını kabul etmekten kaçınıyorsunuz?"
99. De ki: "Ey geçmiş vahyin izleyicileri! [Doğru olduğuna] bizzat kendiniz şahit olduğunuz halde (78) onu eğri göstermeye çalışarak, [bu ilahî kelâma] iman edenleri neden Allah yolundan alıko[ymaya çabalı]yorsunuz? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir."

78 - Yani, "kendi kutsal metinleriniz kanalıyla" (bkz. yukarıdaki not 69 ve 2:42 ile ilgili not 33). Bu ibare, Yahudi ve Hristiyanların, Muhammed (s)'in Kur'an'ın ana fikirlerini Kitâb-ı Mukaddes'den "ödünç aldığı"nı ve onları asıl bağlamlarından kopartarak kendi sözde "ihtiraslar"ına uygun hale getirdiğini "isbatlamak" için çırpınmalarına işarettir.

100. Siz ey imana ermiş olanlar! Önceki çağlarda kendilerine vahiy verilenlerden bir fırkaya uyarsanız, iman ettikten sonra yeniden hakikati reddetmenize sebep olabilirler.
101. Allah'ın mesajları size iletildiği halde ve Elçisi aranızda yaşarken hakikati nasıl inkar edebilirsiniz? Ama Allah'a sımsıkı tutunan, dosdoğru yola ulaştırılmıştır.
102. Siz ey imana ermiş olanlar! Derin bir duyarlıkla Allah'a karşı sorumluluğunuzun hakkıyla bilincinde olun ve O'na kendinizi yürekten teslim etmeden önce ölümün sizi alt etmesine izin vermeyin.
103. Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı tutunun ve birbirinizden kopmayın. Ve Allah'ın size verdiği nimetleri hatırlayın: Siz birbirinize düşman iken kalplerinizi nasıl uzlaştırdı da O'nun lütfu ile kardeş oldunuz; ve ateşli bir uçurumun (79) kenarında [iken] sizi ondan [nasıl] korudu. Bu şekilde Allah mesajlarını size açıklar ki hidayet bulasınız,

79 - Lafzen, "bir ateş çukurunun" -manevî körlüğün kaçınılmaz sonucu olan ızdırapları anlatan bir mecaz. Bir zamanların karşılıklı düşmanlıklarının hatırlatılması, insanın, elinden yalnızca Allah'ın rehberliği sayesinde kurtulabileceği (bkz. 2:37-38) yeryüzündeki akibetine (karş. 2:36 ve 7:24) bir işarettir.

104. ve belki içinizden iyi ve yararlı olana davet eden, doğru olanı emreden, eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk çıkar: nihaî kurtuluşa erişecek kimseler, işte bunlar olacak.
105. Hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra karşıt görüşlere kapılıp parçalananlar gibi (80) olmayın; işte bunlar için feci bir azap vardır,

80 - Yani, aynı ortak inanç kaynağına sahip oldukları ve aynı manevî hakikatler temeline dayandıkları halde "Yahudi" ve "Hristiyan" olarak bölünen Kitâb-ı Mukaddes'in izleyicileri gibi (bkz. ayrıca 6:159 ve ilgili not).

106. bazı yüzlerin [mutluluktan] parladığı ve bazı yüzlerin [acıyla] karardığı o [Hesap] Günü'nde yüzleri kararanlara: "İmana erdikten sonra hakikati inkar mı ettiniz? O halde hakikati inkar ettiğiniz için tadın bu azabı!" [denilecek].
107. Nur yüzlülere gelince, onlar Allah'ın rahmet dairesi içinde olacaklar, orayı mesken edineceklerdir.
108. Bunlar Allah'ın mesajlarıdır: Hakikati bildiren bu [mesaj]ları sana iletiyoruz; zira Allah, yarattıklarının (81) haksızlığa uğramasını dilemez.

81 - Lafzen, "âlemlerin". Bu cümlenin bir açıklaması için bkz. 6:131-132 ve not 117.

109. Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'a aittir ve hepsi [asıl kaynağı olan] Allah'a döner.
110. SİZ, insanlığ[ın iyiliği] için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah'a inanırsınız. Eğer geçmiş vahyin mensupları, [bu tür bir] inanca ermiş olsalardı, bu, kendi iyiliklerine olacaktı; [ama] içlerinden pek az inanan bulunsa da onların çoğu fasıktır:
111. [Fakat] bunlar size gelip geçici ezadan başka bir zarar veremezler ve eğer size karşı savaşa girseler bile hemen arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.(82)

82 - Yukarıdaki 110. ayetin başlangıç cümlesinden anlaşıldığı gibi, Kur'an'ın izleyicilerine yapılan bu vaad, onların, "doğru olanı emreden, eğri olandan alıkoyan ve [gerçekten] Allah'a iman eden" bir topluluk olmalarına veya bu vasıflarını sürdürmelerine bağlıdır ve tarihin gösterdiği gibi Müslümanlar, her ne zaman inançları doğrultusunda yaşamayı terk ederlerse bu vaad geçerliliğini ister istemez kaybedecektir.

112. Onlar, Allah'a ve insanlara karşı taahhütlerine [sadakatle] bağlanmadıkları sürece, (83) nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillete dûçâr olurlar; çünkü Allah'ın gazabına uğramış ve aşağılanmaya mahkum edilmişlerdir. Bütün bunlar [başlarına geldi,] çünkü Allah'ın mesajlarını inkarda ve peygamberleri haksız yere öldürmekte ısrar ettiler; bütün bunlar [vaki oldu], çünkü [Allah'a] isyanda bulundular ve hakkın sınırlarını inatla ihlal ettiler. (84)

83 - Yani, onlar, tüm insanlığın Rabbi ve Efendisi olarak Allah kavramına/itikadına geri dönmedikleri ve kendileri ile Tek Allah'a inanan bütün diğer insanlar arasında bir engel oluşturan "Allah'ın seçkin halkı" oldukları fikrinden vazgeçmedikleri sürece.

84 - Bu bölüm, bir bütün olarak (110-115. ayetler) genelde Kitâb-ı Mukaddes'in takipçilerine, yani, hem Hristiyanlara hem de Yahudilere atıfta bulunduğu halde yukarıdaki ayet -2:61'deki benzeri gibi- özelde İsrailoğulları ile ilgilidir.

113. [Ama] onların hepsi aynı değil: Geçmiş vahyin izleyicileri arasında, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyan ve [O'nun huzurunda] secdeye kapanan dosdoğru insanlar da (85) vardır.

85 - Lafzen, "dosdoğru bir topluluk": Kitâb-ı Mukaddes'in izleyicileri arasında gerçekten iman edenlere (karş. yukarıdaki 110. ayetin son cümlesi) ve "Allah'a ve insanlara karşı taahhütleri"ne sadık olanlara (ayet 112) atıf.

114. Onlar, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanırlar; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarlar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar: işte bunlar dürüst ve erdemli kimselerdendir.
115. Onların yaptığı hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır: çünkü Allah, Kendisine karşı sorumluluklarının bilincinde olanları iyi bilir.
116. Hakikati inkara şartlanmış olanlara gelince; onları ne dünya malları ne de evlatları Allah'a karşı koruyabilir. İşte onlar içinde yaşayıp kalacakları ateşe mahkum edilmişlerdir.
117. Onların bu dünya hayatı için harcadıkları, kendi kendilerine zulmeden bir halkın ekinlerine musallat olan ve onu mahveden dondurucu bir rüzgara benzer: Onlara haksızlık yapan Allah değildir, fakat onlar kendi kendilerine haksızlık yapıyorlar. (86)

86 - Zemahşerî, bu ayet hakkındaki yorumu ile ilgili bir tesbitinde bu kıssayı şöyle açıklar: "Eğer hakikati inkar edenlerin ‘ürün'ü [yani, kazandıkları başarılar] kaybolursa, bu dünyada ve öteki dünyada hiçbir şey bırakmamacasına tümüyle kaybolur; halbuki bir müminin ‘ürün'ü hiçbir zaman tümüyle kaybolmaz; çünkü görünüşte kaybolmuş olsa bile, onun, zorluklara karşı gösterdiği sabırdan dolayı öteki dünyadaki mükafat beklentisi devam eder." Başka bir ifadeyle, yukarıdaki Kur'ânî ibare, hakikati inkara şartlanmış olanların şahsında bütün çabaların tamamiyle boşa gideceğini vurgulamaktadır.

118. SİZ EY imana ermiş olanlar! Sizden olmayan kişileri (87) dost edinmeyin. Onlar sizi yoldan çıkarmak için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler ve sizi sıkıntıda görmekten hoşlanırlar. (88) Şiddetli öfke ağızlarından taşmaktadır; kalplerinde sakladıkları ise daha da kötüdür. Biz [bununla ilgili] işaretleri sizin için [işte böylesine] açık ve anlaşılır kıldık, eğer aklınızı kullanırsanız.

87 - Lafzen, "sizin dışınızdakileri". Bazı müfessirler, bu ifadenin bütün gayrimüslimleri kapsadığı görüşüne yakınlık duyarlar. Ama bu görüş, müminlerin kendilerine ve inançlarına düşmanlık beslemeyen inançsızlar ile dostluk kurmalarına açıkça izin veren 60:8-9 ile çelişmektedir. Dahası, ayetin siyâkı ve sibâkı, "sizden olmayan kişiler" ile sadece, sözleri ve davranışlarıyla İslam'a ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını belli eden kişilerin kasdedildiğini göstermektedir (Taberî). Benim tercih ettiğim "sizden olmayan kişiler" çevirisi şunu ifade eder: Onların hayat görüşü, Müslümanlarınkine öylesine temelden karşıdır ki aralarında gerçek bir dostluk sözkonusu olamaz.

88 - Lafzen, "sizi sıkıntıya sokan her şeyden hoşlanırlar".

119. Siz onları sev[meye haz]ırsınız, ama onlar, bütün vahiylere (89) inansanız bile sizi sevmeyecekler. Ve sizinle karşılaştıklarında, "Biz [sizin inandığınız gibi] inanıyoruz!" derler: ama kendi başlarına kalınca size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizle kahrolun! Unutmayın, Allah [insanların] kalplerinde ne varsa hepsini bilir!"

89 - Yani, Kitâb-ı Mukaddes de dahil.

120. Eğer bir iyilikle karşılaşırsanız bu onları üzer; ve başınıza bir kötülük gelince de memnun olurlar. Ama eğer zorluklara karşı sabreder ve Allah'a karşı sorumluluklarınızın bilincinde olursanız, onların hileleri size hiçbir zarar veremez. Zira Allah, onların tüm yaptıklarını [Kudretiyle] kuşatır.
121. VE [hatırla o günü ey Peygamber], inananları savaş düzenine sokmak için sabah erkenden evinden çıkmıştın. (90) Allah her şeyi işitiyor, her şeyi biliyordu,

90 - Bu surenin birçok ayetinin konusunu oluşturan Uhud Savaşı'na yapılan bu atıf, bir önceki ayette işaret edilen öğüt ile bağlantılıdır: "Eğer zorluklara karşı sabreder ve Allah'a karşı sorumluluklarınızın bilincinde olursanız onların hileleri size hiçbir zarar veremez". Bu ve bundan sonraki atıflar tarihsel arka plan bilgisi olmadan tam olarak anlaşılamayacağı için savaşın kısa bir tasvirini yapmak gerekir. H. 2. yılda Bedir'de uğradıkları korkunç bozgunun intikamını almak için Mekkeli putperestler, Müslümanlara düşmanlık besleyen birçok kabilenin de desteğini alarak bir sonraki yıl Ebû Süfyân kumandasında onbin kişilik bir ordu hazırladılar ve Medine üzerine yürüdüler. Onların Medine'ye yaklaştıklarını duyan Hz. Peygamber, H. 3. yılın Şevvâl ayında, savaşta benimsenecek stratejilerin tartışılacağı bir Savaş Konseyi topladı. Düşmanın emrindeki güçlü süvari kuvvetlerini dikkate alan Hz. Peygamber, Müslümanların Medine istihkamları gerisinde ve hatta gerekirse Medine'nin dar yol ve sokak içlerinde kalarak savaşmaları gerektiği görüşündeydi ve bu plan, Ashâb'ın bazı ileri gelenleri tarafından da desteklenmişti. Ancak, Konseye katılan Müslüman önderlerin çoğunluğu, ileri çıkıp düşmanı açık alanda karşılama görüşünde ısrar ettiler. Tüm toplumsal meselelerin karşılıklı mutabakat ile alınmış kararlara göre sonuçlandırılması gerektiğine dair Kur'an prensibine (bkz. 42:38 ve bu surenin 159. ayeti) uymak için Hz. Peygamber, çoğunluğun iradesine gönülsüzce boyun eğdi ve kendisini izleyenlerle birlikte Medine'nin yaklaşık üç mil uzağındaki Uhud Dağı'nın eteğindeki düzlüğe doğru yola çıktı. İslam ordusu binden daha az sayıda savaşçıdan oluşuyordu. Fakat Uhud yolunda Müslümanların gerçekten savaşmaya niyetli olmadıklarına inanmış görünen münafık Abdullah b. Ubeyy'in öncülük ettiği üçyüz kişinin firarıyla bu sayı daha da azaldı. Harbin başlamasından az önce Hz. Peygamber'in kuvvetleri arasında yer alan diğer iki grup -yani Evs kabilesinden Benû Seleme ve Hazrec kabilesinden Benû Hârise oymakları- sayıca az olmalarından dolayı Müslümanların savaştan uzak durmaları gerektiği mazeretine sığınarak cesaretlerini yitirip firarilere katılmak üzereydiler ki (3:122) son anda vazgeçip Hz. Peygamber'i takip etmeye karar verdiler. Yediyüz kişiden daha az savaşçıya sahip olan Hz. Peygamber, çekirdek gücünü dağı arkalarına alacak şekilde savaş düzenine soktu ve bütün okçularını -elli adet- düşman süvarisinin bir çevirme harekatına karşı kalkan oluşturması için yakındaki bir tepenin zirvesine yerleştirdi. Bu okçulara mevzilerini hiçbir şekilde terketmemeleri emredilmişti. Ardından Müslümanlar, Kureyş müşriklerinin çok üstün güçlerine karşı ölümü hiçe sayan bir saldırı başlatarak kesin bir üstünlük kazandılar ve onları bozguna uğrama noktasına getirdiler. Ancak tam o sırada savaşın kazanıldığına inanan ve ganimetlerdeki hisselerinin kaybolmasından korkan okçuların çoğu, koruyucu mevzilerini terk ederek Kureyş karargahının etrafındaki kalabalığa karıştılar. Bu fırsatı yakalayan Hâlid b. Velîd (bu savaştan az bir zaman sonra İslam'a girdi ve bütün zamanların en büyük Müslüman komutanlarından biri oldu) kumandasındaki Mekke süvarilerinin büyük bölümü geniş bir kavisle onları çevirdiler ve Müslüman kuvvetlerine arkadan saldırıya geçtiler. Okçuların korumasından yoksun olan ve iki ateş arasında kalan Müslümanlar çok sayıda kayıp vererek düzensiz bir şekilde geri çekildiler. Hz. Peygamber ve Ashâbı'ndan en sadık birkaçı, kendilerini ümitsizce savunmaya çalıştılar ve Hz. Peygamber ciddî şekilde yaralanarak yere düştü. Bunun üzerine bir nâra yükseldi: "Allah'ın Elçisi öldürüldü!" Müslümanların birçoğu koşuşturmaya başladı, hatta bazıları düşmandan eman dilemeye hazırlandılar. Ama Ömer b. Hattâb ve Talha'nın da aralarında bulunduğu Ashâb'dan birkaçı: "Ey müminler! Onsuz sizin hayatınızın ne anlamı var? O ölmüşse bırakın biz de ölelim!" diye bağırarak ümitsizliğin verdiği güçle Mekkelilere doğru fırladılar. Onların bu hareketi, aynı zamanda Hz. Peygamber'in yaşamakta olduğunu öğrenen diğer Müslümanlar arasında derhal bir yankı buldu: Toparlanarak düşmana karşı saldırıya geçtiler ve böylece günü kurtardılar. Ancak Müslümanlar bu şansı kullanamayacak kadar bitkin olduklarından düşmanın Mekke yönünde geri çekilmesiyle savaş bir galibi olmadan bitti. Ertesi gün Hz. Peygamber, Ashâbından yetmiş kişinin başında onları takibe başladı. Ancak Müslümanlar Medine'nin takriben sekiz mil güneyinde Hamrâ' el-Esed adı verilen yere vardıklarında Mekkeliler'in diğer bir karşılaşmayı göze alamayacak hâlet-i rûhiyede oldukları ve hızla evlerine yöneldikleri görüldüğünden küçük Müslüman ordusu Medine'ye geri döndü.

122. içinizden iki grubun (91) paniğe kapıldığını [da]; halbuki Allah onlara yakındı ve müminler yalnız Allah'a güven duymalıydılar:

91 - Yani neredeyse Abdullah b. Ubeyy'in öncülüğünde firarilere katılmaya hazırlanan Benû Seleme ve Benû Hârise oymaklarının (bkz. bir önceki not).

123. zira, siz son derece zayıfken (92) Allah, Bedir'de size yardım etmişti. O halde Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyun ki şükredenlerden olasınız.

92 - Sekizinci surede detaylı olarak ele alınan H. 2. yıldaki Bedir Savaşına bir atıf.

124. [Ve hatırla, o zamanı ki] müminlere [şöyle] demiştin: "Rabbinizin [yukarıdan] gönderilmiş üçbin melek ile size yardım edeceği[ni bilmeniz] sizin için yeterli değil mi?
125. Hayır! Ama eğer sıkıntıya göğüs gerer ve O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursanız, düşman âniden size saldırdığında, Rabbiniz akın akın gelen beşbin melekle size yardım edecektir!" (93)

93 - Bir sonraki ayetten anlaşılacağı gibi, Allah'ın inananlara binlerce melek ile yardımda bulunmasının Hz. Peygamber tarafından vurgulanması, mecazî olarak, inananların kalplerinin Allah'tan gelen manevî güçler aracılığıyla takviyesi anlamına gelir (Menâr IV, 112 vd. ve IX, 612 vd.). Bedir Savaşı ile ilgili benzer bir ifade de, "bin" melekten bahsedilen 8:9-10'da geçer. Bu değişen rakamlar (bin, üçbin ve beşbin) ise, muhtemelen, "zorluklara karşı sabreden ve O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar"a Allah'ın yardımının sınırsızlığını gösterir. Hz. Peygamber'in, Uhud Savaşı'ndan hemen önce, yani, Abdullah b. Ubeyy önderliğindeki üçyüz kişinin kendisini terk etmesinden ve bir kısmının da çok üstün düşman güçleri karşısında paniğe kapılır gibi olmasından sonra, kendisine tâbi olanları bu şekilde teşcî‘ ettiğini varsaymamız mantıklı olur.

126. Allah, sadece size bir müjde olsun ve böylece kalpleriniz rahatlasın diye bunu[n Elçisi tarafından (94) bildirilmesini] emretti -çünkü, her şeye kâdir, gerçek hikmet sahibi olan Allah'tan başka kimseden yardım gelmez-

94 - Birçok müfessire göre (bkz. Menâr IV, 112) bu parantez içi açıklama, Hz. Peygamber'in bu vaadi kendisine tâbi olanlara ilahî ilham sonucu yaptığını gösteren önceki iki ayet ile teyid edilmektedir. Ayrıca bkz. Bedir Savaşı vesilesiyle benzer bir vaadin telaffuz edildiği 8:9.

127. [ve] O, hakikati inkara şartlanmış olanlardan bazısını [sizin vasıtanızla] mahvetsin, diğerlerini de öylesine alçaltsın ki (95) ümitsizliğe kapılıp geri çekilsinler diye [bunu emretti].

95 - Lafzen, "… bazısını mahvetsin yahut onları [öyle] alçaltsın ki". Ev ("yahut") edatının bu bağlamda bir alternatifi değil, tersine bir çeşitlemeyi (tenvî‘) gösterdiği açıktır -tıpkı "on kişi öldürüldü veya yaralandı" ibaresinde olduğu gibi: ki, bazısının öldürüldüğü, bazısının da yaralandığı anlamına gelmektedir.

128. Allah'ın onların tevbelerini kabul etmesine yahut onları cezalandırmasına karar vermek senin işin değildir [ey Peygamber,] çünkü onlar zalimlerin tâ kendileridir,
129. oysa göklerdeki ve yeryüzündeki her şey Allah'a aittir: O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır; ve Allah, çok affedicidir, rahmet kaynağıdır. (96)

96 - Bazı sahih Hadisler'de kaydedildiği gibi, Hz. Peygamber, Uhud Savaşı sırasında Putperest Kureyş'in önderlerine beddua etti (Buhârî, Tirmizî, Neseî ve Ahmed b. Hanbel); ve yerde yaralanmış şekilde yatarken, "Sadece kendilerini Rablerini [tanımaya] çağıran Peygamberleri'ne bunu yaptıktan sonra bu kişiler nasıl rahat edebilirler?" diye bağırdı -bunun üzerine yukarıdaki iki ayet vahyedildi (Müslim ve İbni Hanbel).

130. SİZ EY imana ermiş olanlar! Ribâyı kat kat arttırarak boğazınıza geçirmeyin; (97) ama Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki mutluluğa erebilesiniz;

97 - Ribâ'nın ("faiz")'in tanımı için bu terimin Kur'an'da ilk defa geçtiği 30:39 ile ilgili 35. nota bkz. Yukarıdaki ayetin bir önceki ayette değinilen konu ile bağlantısı hakkında bana göre en iyi açıklama (Râzî'nin naklettiği gibi) Keffâl tarafından yapılmıştır: Putperest Mekkeliler'in güçlü ordularını teçhiz etmelerini ve zayıf bir teçhizata sahip Müslümanları Uhud'da neredeyse yenebilmelerini sağlayan servet esas olarak tefecilik yoluyla kazanıldığından, Müslümanlar bu konuda düşmanlarını örnek almaya yönelebilirlerdi. Tefeciliğin yasak olduğunun vahiy yoluyla bir kez daha vurgulanması, bu eğilimi -hem onlardan hem de daha sonra gelecek müminler kuşağından- silip atmak içindir.

131. ve hakikati inkar edenleri bekleyen ateşten sakının!
132. Allah'a ve Elçisi'ne tâbi olun ki rahmete nail olabilesiniz.
133. Rabbinizin affına mazhar olmak ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar için hazırlanmış gökler ile yer kadar geniş bir cennete ulaşmak için birbirinizle yarışın;
134. onlar ki hem bolluk hem de darlık zamanında [Allah yolunda] harcarlar, öfkelerini kontrol altında tutarlar ve insanları affederler, çünkü Allah iyilik yapanları sever;
135. ve onlar, utanç verici bir iş yaptıkları veya kendi kendilerine [başka türlü] bir zulüm işledikleri zaman, Allah'ı anar ve günahlarının affı için yalvarırlar –zaten Allah'tan başka kim günahları affedebilir?– ve her ne [zulüm] işlemişlerse onda bilerek ısrar etmezler.
136. İşte bunlar, mükafat olarak Rablerinden bağışlanma ve mesken olarak içinden ırmaklar akan hasbahçeler bulacaklar: gayret gösterenler için ne güzel bir mükafat!
137. SİZDEN önce [nice] hayat tarzları gelip geçti. (98) Öyleyse, yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün:

98 - Sünnet kelimesi (çoğulu sünen'dir) bir "hayat tarzı"nı veya "davranış biçimi"ni gösterir (bu nedenle, İslam terminolojisinde, kendisine tâbi olanlara bir örnek olan Hz. Peygamber'in hayat tarzı için kullanılmaktadır). Yukarıdaki pasajda sünen terimi, sürekli değişmeye rağmen her zaman aynı kalan bir temel modeli içinde barındıran "geçmiş yüzyıllara özgü şartları" (ahvâl) ifade eder (Râzî): İnsanın geçmişin tecrübelerinden ders çıkarma zorunluluğuna ve imkanına Kur'an'daki tipik atıflardan biri.

138. Bu, bütün insanlara açık bir ders ve Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için bir rehber ve bir öğüt [olsun].
139. Öyleyse, cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin: (99) Eğer [gerçekten] inanıyorsanız mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz.

99 - Uhud'daki felakete ve Müslümanların uğradıkları ağır can kaybına (takriben yetmiş kişi) bir atıf.
140. Eğer başınıza bir bela (100) gelirse, [bilin ki,] benzer bir belaya [başka] insanlar da uğramıştır; zira böyle [iyi ve kötü] günleri insanlara sırayla paylaştırırız: [Bu,] Allah'ın, imana erenleri seçip ayırması ve aranızdan hakikate [hayatları ile] şahitlik yapanları seçmesi içindir (101) -çünkü Allah, zalimleri asla sevmez-

100 - Lafzen, "bir yaralanma" (karh) veya, bazı dilbilimcilere göre, "yaralanmanın sebep olduğu ızdırap".

101 - Yani, "Bazılarınızın kendi yolunda şehit olarak ölmesine izin vermesi, size karşı çıkan günahkar düşmanlara sevgisinden değil, tersine size olan sevgisinden" dolayıdır. Şühedâ' (şehîd'in çoğulu) terimi, "şehit düşenler" kadar "şahit olanlar"ı da ifade eder. Benim tercih ettiğim çeviri, hem "hakikate şahitlik yapmak" hem de Allah yolunda "şehit düşmek" kavramlarını bir araya getirmektedir.

141. ve [aynı zamanda] Allah'ın imana erenleri her türlü boş ve yararsız şeylerden arındırması ve hakikati inkar edenleri etkisiz hale getirmesi için.
142. Allah, [kendi yolunda] üstün çaba gösterdiğinizi ve zorluklara karşı sabırlı olduğunuzu görmedikçe cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz? (102)

102 - Lafzen, "Allah, aranızdan ... cihad edenleri ve zorluklara karşı sabır gösterenleri görmeden ...". Allah, her şeyi bilen olduğundan, O'nun bir şeyi "görmemesi", elbette, atıfta bulunulan olayın veya şeyin henüz meydana gelmediğini veya hâl-i hazırda mevcut olmadığını gösterir (Zemahşerî).

143. Nitekim siz, ölümle yüzyüze gelmeden önce, [Allah yolunda] ölmeyi arzuladınız: işte şimdi kendi gözlerinizle onu görmektesiniz! (103)

103 - Zemahşerî'nin görüşüne göre bu, Uhud Savaşı'na katılan Ashâb'ın büyük kısmına hitab eden iki yönlü bir serzeniştir: Birincisi, Hz. Peygamber'in tavsiyesine rağmen açık alanda düşmana savaş açmakta ısrar ederek bu yüzden ölümcül bir tehlikeyi davet etmelerinden dolayı; ikincisi, savaşın ilk safhası boyunca inançlarına uygun davranmadaki zaaflarından dolayıdır (bkz. yukarıdaki 90. not). Bu pasajın daha müsbet bir anlamı da olabilir: Neredeyse bozguna uğrayacakları bir durumdan müminlerin çıkarmaları gereken derse bir işaret ve geleceklerinin, kendilerini feda etmeye yönelik gelip geçici bir arzuya değil, Allah'a imanlarının gücüne bağlı olduğu (karş. yukarıdaki 139. ayet) gerçeğini hatırlatma.

144. MUHAMMED yalnızca bir elçidir; ondan önce de [başka] elçiler gelip geçtiler: Öyleyse, o ölür yahut öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz? (104) Ama, topukları üzerinde gerisin geri dönen kişi hiçbir şekilde Allah'a zarar veremez -halbuki Allah, [Kendisine] şükreden herkesin karşılığını verecektir.

104 - Hz. Peygamber'in -ve o'ndan önce gelip geçmiş olan öteki bütün peygamberlerin- fanîliğine yapılan bu vurgu, ilk bakışta, Uhud Savaşı ile ve o savaşta birçok Müslümanın savaşı terk etmesine ve hatta bazılarını teslim olmaya kadar götüren Hz. Peygamber'in vefat ettiği söylentisi ile bağlantılıdır (Taberî; ayrıca bkz. yukarıdaki 90. not). Ancak, daha geniş anlamda, yukarıdaki ayet, tapınmanın yalnız Allah'a özgü olduğu, hiçbir insanın -peygamber bile olsa- ondan pay alamayacağı şeklindeki temel İslamî akîdeyi yeniden dile getirmektedir. Birçok korkak Müslümanın İslam'ın sona erdiğini düşündüğü Hz. Peygamber'in vefatının hemen ardından ilk halife Hz. Ebû Bekir'in okuduğu Kur'an pasajı işte budur. Ama Hz. Ebû Bekir'in hemen, "Bakın, her kim Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed öldü, ama her kim Allah'a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah sonsuza kadar yaşayan ve asla ölmeyecek olandır" şeklinde konuşması (Buhârî) ile tüm kargaşa duruldu. -"Bir kimsenin topukları üzerinde gerisin geri dönmesi" ifadesi, şartlara göre, ya gerçek bir irtidadı veya Allah yolunda çaba göstermekten bilinçli bir geri çekilişi anlatır.

145. Hiç kimse, tayin edilmiş belli bir vadeden önce, Allah'ın izni olmadan ölmez. Ve kim bu dünyanın nimetlerini arzularsa kendisine ondan vereceğiz; kim de ahiretin nimetlerini arzularsa ona da bunu vereceğiz; ve [Bize] şükredenleri mükafatlandıracağız.
146. Nice peygamber, arkasında Allah'a râm olmuş birçok insanla birlikte [O'nun yolunda] savaşmak zorunda kaldı: Onlar, Allah yolunda çektikleri sıkıntılardan dolayı ne korkuya kapıldılar, ne zayıf düştüler ve ne de kendilerini [düşman önünde] küçük düşürdüler, zira Allah sıkıntılara göğüs gerenleri sever;
147. Onların tek söyledikleri şuydu: "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıkları bağışla! Adımlarımızı sağlamlaştır ve hakikati inkar edenlere karşı bize yardım et!"
148. Bunun üzerine Allah, onlara, hem bu dünya nimetlerini, hem de ahiretin en güzel nimetlerini bağışladı: Zira Allah, iyilik yapanları sever.
149. SİZ EY imana ermiş olanlar! Hakikati inkara şartlanmış olanlara tâbi olursanız sizi topuklarınızın üzerinde gerisin geri döndürürler ve kaybedenlerden olursunuz.
150. Hayır, yalnız Allah'tır sizin Mevlanız ve O'dur en iyi yardımcı. (105)

105 - Lafzen, "O, yardım edenlerin en iyisidir".

151. Allah'tan başka varlıklara -O'nun hiçbir zaman yetki tanımadığı (106) şeylere- ilahlık yakıştırdıklarından dolayı, hakikati inkara şartlanmış olanların kalplerine korku salacağız; onların son durağı ateştir, ne kötüdür zalimlerin meskeni!

106 - Yani, O'nun hiçbir zaman müsaade etmeyeceği. Benim çevirimde "hiçbir zaman" zarfının kullanılması, zamanda sürekliliğe işaret eden lem yunezzil (lafzen, "indirmemektedir" veya "göndermemektedir") gramatik kalıbına dayanmaktadır.

152. ALLAH elbette size verdiği sözü tuttu; O'nun izniyle düşmanlarınızı yok etmek üzereydiniz; (107) ne var ki Allah size arzuladığınız [zaferi] gösterdikten sonra gevşediniz, [Peygamber'den gelen] emre aykırı davrandınız (108) ve itaatsizlik ettiniz. Aranızda [sadece] bu dünyaya ilgi duyan kimseler olduğu gibi, ahirete gönül verenler de mevcuttu: (109) Bunun üzerine Allah, sizi sınamak için düşmanlarınızı yenmenize mani oldu. (110) Ama O, şimdi günahlarınızı bağışladı, zira Allah'ın inananlara lütfu sınırsızdır.

107 - Lafzen, "onları yok ediyordunuz": Burada Uhud Savaşı'nın ilk safhasına işaret edilmektedir. Kasdedilen vaad hakkında bkz. bu surenin 124-125. ayetleri.

108 - Lafzen, "[Peygamber'in] emri konusunda birbirinizle anlaşamadınız" -zafer kazanıldığının sanıldığı anda okçuların çoğunun mevzilerini terk etmelerine bir işaret (bkz. yukarıdaki 90. not).

109 - Elli Müslüman okçudan on tanesi, hatta daha da azı mevzilerini terk etmediler ve Hâlid'in süvarileri tarafından öldürüldüler. Yukarıdaki cümlenin ikinci kısmı, hem onlara hem de Müslümanların büyük çoğunluğu kaçtıktan sonra savaşa devam eden birkaç sahâbîye işaret etmektedir.

110 - Lafzen, "O, sizi onlardan vazgeçirdi".

153. [Hatırlayın o ânı, ki] Elçim arkanızdan size seslendiği halde, kimseye bakmadan kaçtınız; bu yüzden O, [Elçi'nin] kederine karşılık, elinizden kaçanın ve başınıza gelenin üzüntüsünü unutturacak bir üzüntü verdi size: Zira Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (111)

111 - Yani, Uhud'da o kadar utanç verici şekilde davrandıklarının anlaşılması [ve yüzlerine vurulması] (bkz. yukarıdaki 90. not), sonunda, onlara savaşın kaybından ve birçok kardeşlerinin ölümünden daha acı verici olmuştu: bir önceki ayette değinilen "sınav"ın anlamı da budur.

154. Sonra O, bu kederin ardından, size bir emniyet duygusu, bazılarınızı sarıp kuşatan bir iç sükûneti bağışladı; (112) oysa sadece kendilerini düşünen ötekiler, Allah hakkında yanlış fikirlere -putperest cahiliyye düşüncelerine- kapıldılar ve "[Bu konuda]) o zaman bir karar yetkisine sahip miydik?" diye (kendi kendilerine) sordular. (113) De ki: "Bütün karar yetkisi, yalnızca Allah'a aittir!" (114) [Onlara gelince,] onlar, "Eğer bir karar yetkimiz olsaydı, ardımızda bu kadar çok ölü bırakmazdık" (115) diyerek [ey Peygamber,] sana göstermeyecekleri o [iman zayıflığı]nı içlerinde saklamaya çalışıyorlar. [Onlara] de ki: "Evlerinizde de kalmış olsaydınız, [içinizden] ölümü takdir edilmiş olanlar, devrilecekleri yere mutlaka çıkıp giderlerdi." Ve bu [başınıza gelenlerin tümü], Allah'ın göğüslerinizde barındırdığınız her şeyi sınaması ve kalplerinizin içini (116) her türlü boş ve yararsız şeylerden arındırması içindir: Zira Allah, [insanların] kalplerindeki her şeyi bilir.

112 - Yani, savaş boyunca sebatkar davrananlara. Bazı müfessirlere -özellikle Râğıb'a- göre, nu‘âs terimi (lafzen, "uykudan önce gelen uyuşukluk") burada mecazî anlamda kullanılmıştır ve "iç sükûneti" anlamına gelmektedir.

113 - Yani, zafer veya yenilgi konusunda. "Putperest cahiliyye düşünceleri", açıkça, korkak yürekli kişilerin olup bitenler konusundaki manevî sorumluluklarını kabul etmedeki isteksizliklerine ve inançları doğrultusunda davranmaktaki zaaflarının "önceden takdir edilmiş olduğu"nu söyleyerek kendi kendilerine mazeret aramalarına işarettir. Bkz. ayrıca sure 5, not 71.

114 - Yani, meydana gelen başarıyı veya başarısızlığı dilediğine pay etmek yalnızca Allah'a mahsus iken, "insana uğrunda çaba gösterdiği [veya "göstermekte"] olduğu dışında başka hiçbir şey verilmeyecektir" (53:39).

115 - Lafzen, "burada öldürülmüş olmazdık".

116 - Lafzen, "kalplerinizdeki her şeyi".

155. İki ordunun savaş alanında karşılaştığı gün [görevlerinden] kaçanlara gelince; Şeytan, onları [bizzat] kendi yaptıklarıyla tökezletti. (117) Ama şimdi, Allah onların günahlarını sildi. Doğrusu Allah çok affedicidir, halîmdir.

117 - Bu, şöyle özetlenebilecek olan önemli bir Kur'ânî ilkenin tasviridir: Şeytan'ın insan üzerindeki "etkinliği", günahın ana nedeni değildir, ama onun ilk sonucudur: Yani, kişinin, ahlakî bunalım anlarında önündeki alternatiflerden daha kolay ve görünüşte daha rahat olanını seçmesine ve böylece bir şeyi yaparak veya yapmayı ihmal ederek günah işlemesine yol açan kendi zihinsel tavrının bir sonucu. Böylece, Allah'ın bir kimsenin günah işlemesine "neden olması", onda böyle bir günah işlemeye yatkınlık oluşturan zihinsel tavrın mevcudiyetine bağlıdır: ki bu da, insanın irade serbestisine -yani, iki veya daha fazla muhtemel davranış tarzı arasında, belli sınırlar içinde bilinçli bir seçim yapma yeteneğine- sahip olduğunu varsayar.

156. Siz ey imana ermiş olanlar! Uzak yerlere seyahate çık[tıkt]an (118) veya savaşa katıl[dıktan sonra öl]en kardeşleri hakkında, "Bizimle kalmış olsalardı ölmeyeceklerdi," veya "öldürülmemiş olacaklardı" diyen, hakikati inkara şartlanmış kimseler gibi olmayın; zira Allah, bu tür düşünceleri onların kalplerinde acı bir pişmanlık kaynağı yapacaktır, (119) çünkü hayat bağışlayan ve ölüme hükmeden yalnız Allah'tır. Allah, yaptığınız her şeyi görür.

118 - Lafzen, "yeryüzünde seyahat ettikleri zaman".

119 - Lafzen, "Allah onu ... yapsın diye": Ancak li-yec‘al deyimindeki li takısı, bariz olarak bir lâmu'l-‘âkibeh (yani, nedensel bir açıklamayı gösteren lâm harfi) olduğundan, bu bağlamda, gelecek zaman kipi ile birleşmiş şekilde "zira" bağlacı ile çevrilmesi en doğrusudur.

157. Ve eğer gerçekten Allah yolunda ölür veya öldürülürseniz, [unutmayın ki] Allah'ın mağfireti ve rahmeti, kişinin (120) [bu dünyada] yığabileceği her şeyden daha iyidir:

120 - Lafzen, "onların".

158. Çünkü ölseniz de, öldürülseniz de sonunda Allah katında toplanacaksınız.
159. Ve [ey Peygamber,] senin izleyicilerine (121) yumuşak davranman, Allah'ın rahmetinin bir eseriydi. Zira, eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, doğrusu senden koparlardı. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için dua et.Ve toplumu ilgilendiren her konuda onlarla müşavere et; sonra bir hareket tarzına karar verince de Allah'a güven: Zira Allah, O'na güven duyanları sever. (122)

121 - Lafzen, "onlara"; yani, Uhud felaketi öncesinde ve felaket esnasında görevlerinde başarısız olan izleyicilerine. Eldeki bütün kaynaklara göre Hz. Peygamber, yaptıklarından dolayı onları kınamadı bile.

122 - Uzlaşma ve danışma yoluyla hükümet etmeye işaret eden bu emir, devlet idaresi ile ilgili bütün Kur'ânî düzenlemelerin en temel hükümlerinden biridir. "Onlar" zamiri, müminlere, yani, bütün bir topluma işaret eder; bu bağlamda kullanılan emr deyimi -ve aynı zamanda çok daha önce vahyedilmiş olan 42:38'deki emruhum şûra beynehum ibaresi- ise devlet idaresi de dahil toplumsal hayat ile ilgili bütün işleri ifade eder. Bütün otoriteler, yukarıdaki buyruğun, ilk bakışta Hz. Peygamber'e hitab ediyor görünmesine rağmen aslında bütün Müslümanlara yönelik ve her dönem için bağlayıcı olduğunda hemfikirdirler. (Bu hükmün daha geniş bir analizi için bkz. State and Government in Islam, 44 vd.) Bazı İslam bilginleri, bu emrin ifade tarzından, toplumun önderinin, danışmak zorunda olmasına rağmen yine de ortaya çıkan görüşü kabul veya reddetmede özgür olduğu sonucuna varırlar. Ama Hz. Peygamber'in bile kendisini şûrasının kararlarına bağlı saydığını hatırlayınca (bkz. yukarıdaki not 90) bu sonucun mesnetsizliği açıkça ortaya çıkar. Ayrıca, Ali b. Ebî Talîb'den rivayet edilen bir Hadis'e göre, yukarıda geçen ‘azm ("bir davranış şekline karar verme") kelimesinin neyi ifade ettiğini açıklaması istendiğinde Hz. Peygamber, "[O], bilgili insanlar (ehlu'r-re'y ) ile müşavere yapmak ve [o konuda] onlara uymak [anlamına gelir]" diye cevap vermiştir (bkz. İbni Kesîr'in bu ayet ile ilgili yorumu).

160. Allah size yardım ederse, hiç kimse sizinle baş edemez; ama ya O sizi terk ederse, kim size yardım edebilir? O halde müminler Allah'a güvensinler!
161. BİR PEYGAMBERİN hile yapması olacak şey değil; (123) çünkü kim hile yaparsa, herkesin yaptıklarının tam karşılığını alacağı ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacağı Kıyamet Günü'nde hilesi yüzüne vurulacaktır.

123 - Yani, kendi görüşlerini Allah'a isnad edip sonra inananlardan yalnız O'na inanıp güvenmelerini istemesi. Böylesine bir yanıltma (iddiası) son derece akıl-dışı olsa da, Hz. Peygamber'in kendisinin Kur'an'ı "tertib ettiği" ve onu sonra haksız şekilde ilahî vahye izafe ettiği görüşü, inkarcılar arasındaki ortak görüştür.

162. Öyleyse, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen kişi, (124) Allah'ın lânetine uğramış (125) ve varış yeri cehennem olan kişi ile bir midir? Ne kötü bir duraktır o!

124 - Burada Peygamber Muhammed (s)'e ve genelde peygamberlerin tümüne bir işaret.

125 - Yani, kendi görüşlerini sahtekarlıkla Allah'a isnad etmek veya bir vahyin ifade tarzında keyfî ilaveler ve kasıtlı değişiklikler yaparak O'nun mesajlarını çarpıtmak suretiyle -önceki vahyin mensuplarına karşı Kur'an'da sıkça ileri sürülen bir suçlama (ör. 2:79 ve 3:78).

163. Onlar Allah katında [tamamen] farklı derecelere sahiptirler; zira Allah, yaptıkları her şeyi görür.
164. Allah, mesajlarını onlara iletmek, onları arındırmak ve onlara ilahî kelâmı ve hikmeti öğretmek için içlerinden kendileri gibi (beşerden) bir elçi çıkararak müminlere lütufda bulunmuştur; halbuki daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.
165. [DÜŞMANLARINIZI] iki misli musibete uğrattıktan sonra (126) şimdi aynı musibet sizin başınıza geldi diye, kendi kendinize "Bu nasıl oldu?" diye soruyorsunuz, öyle mi? De ki: "O, sizin kendi eserinizdir." (127) Doğrusu, Allah dilediği her şeyi yapmaya kâdirdir:

126 - Yani, H. 2. yılda Bedir Savaşı'nda.

127 - Hz. Peygamber'e tâbi olanlardan çoğu, şartlar ne olursa olsun sırf inançları nedeniyle Allah'ın onlara zafer bahşedeceğine inanıyorlardı. Uhud'daki acı tecrübe, onları derin ve şiddetli bir sarsıntıya uğratmıştı; ve böylece Kur'an, onlara, bu felaketin kendi yaptıklarının bir sonucu olduğunu hatırlatıyor.

166. iki ordunun harpte karşılaştığı gün başınıza gelenler Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu, Allah'ın [gerçek] müminleri belirlemesi içindi;
167. [ve yine,] ikiyüzlülük yapmış olanları ve kendilerine: "Gelin, Allah yolunda savaşın" yahut, "kendinizi savunun!" (128) denildiğinde, "E-ğer savaş[la sonuçlanacağın]ı bilseydik elbette arkanızdan gelirdik" diye cevap verenleri ortaya çıkarması i-çindi. Onlar, o gün, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söyleyerek imandan çok irtidada yaklaştılar. (129) Halbuki Allah, gizlemeye çalıştıklarını çok iyi bilmektedir:

128 - Terimin en geniş anlamıyla sadece nefsi müdafaa için savaş, "Allah yolunda savaş" sayılabilir (bkz. 2:190-194 ve ilgili notlar); ve bu nedenle, bu iki ibare arasındaki "yahut" edatı, "başka bir deyişle"/"yani" ifadesi ile hemen hemen eş anlamlıdır.

129 - Bu, Medine'den Uhud Dağı'na giderken, Hz. Peygamber'in aslında savaşmaya niyetli olmadığı şeklindeki sahte mazerete dayanarak o'nu terk eden üçyüz kişiye işarettir (bkz. yukarıdaki not 90). Ancak, bir savaş çıkacağına kalben inandıkları halde Allah'ın dâvâsını terk etmeleri, neredeyse O'nu inkar etme anlamına gelmekteydi (küfr burada "irtidad" olarak çevrilmiştir).

168. kendilerini [savaştan] geri tutanlar, [öldürülen] kardeşleri hakkında, [sonradan,] "Bizi dinleselerdi öldürülmüş olmayacaklardı" dediler. De ki: "Peki, sözünüzde samimi iseniz ölümü başınızdan savın bakalım!"
169. Fakat, Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Hayır, onlar diridir! Rızıkları, Rableri katındadır;
170. Allah'ın lütfuyla kendilerine bağışladığı [şehitlikten] övünç duyarlar. Ve arkada kalıp henüz kendilerine katılmamış olan [kardeş]lerine, bir korku ve üzüntü duymayacakları müjdesinde bulunmaktan zevk alırlar:
171. Onlar, Allah katından ulaşan bir lütfu, bir nimeti ve Allah'ın inananların hak ettiği ödülü zayi etmeyeceği [vaadini] müjdelemek isterler.
172. O inananlar ki başlarına gelen beladan sonra (130) Allah'ın ve Elçisi'nin çağrısına uydular. İyilik yapmada sebat edenleri ve Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanları muhteşem bir karşılık bekliyor:

130 - Lafzen, "onlara yara isabet ettikten sonra". Müfessirlerin çoğu, bu ifadenin, Müslümanların Uhud Savaşı'nda uğradığı kayıplara bir işaret olduğu görüşündedirler. Ancak, kasdedilen sonuçların daha geniş kapsamlı olması da muhtemeldir. Çünkü bu pasaj, Allah yolunda can veren şehitlerin genel terimlerle sözkonusu edildiği önceki ayetler ile doğrudan bağlantılıdır. Klasik müfessirlerin çoğunda, daha kapsamlı fikirler ihtiva eden ve bütün insanî durumlar için geçerli olan birçok Kur'an pasajına, kasdedildiğinden daha ayrıntılı tarihsel atıflar isnad etme eğilimi vardır. 172-175. ayetler bunun en iyi örnekleridir. Bazı müfessirler, bu ayetlerin, Uhud Savaşı'nın ertesi günü Hamrâ' el-Esed'e yapılan neticesiz sefere işaret ettiği görüşünde iken diğerleri, onların, ertesi yıl Hz. Peygamber'in tarihte "Küçük Bedir" (Bedru's-Suğrâ) olarak bilinen seferini kasdettiğini iddia ederler. Başka bir grup ise, 172. ayetin birinci olaya, 173-174. ayetlerin ise ötekine işaret ettiği görüşündedirler. Bu bariz görüş farklılıkları karşısında -çünkü, ne Kur'an'da ne de sahih Hadisler'de bu sırf tahmine dayalı varsayımları destekleyen gerçekten ikna edici bir delil yoktur- sözkonusu pasajın bütününün, Uhud Savaşı'na yapılan tarihî atıfların ve o olaydan çıkarılması gereken derslerin genel ahlakî çerçevesini çizdiği sonucuna varabiliriz.

173. O inananlar ki başka insanlar tarafından, "Bakın, size karşı bir ordu toplanmış, onlardan kendinizi koruyun!" şeklinde uyarılmışlardı, (131) ama bu, onların sadece imanını arttırdı ve "Allah bize kafidir; O, ne mükemmel bir koruyucudur!" diye cevap verdiler;

131 - Lafzen, "ki onlara insanlar ... demişti".

174. ve Allah'ın lütfu ve nimeti ile [savaştan] bir zarara uğramadan (132) döndüler: Çünkü onlar, Allah'ın rızası için çabalıyorlardı; ve Allah, yüceliğinde ve lütfunda sınırsızdır.

132 - Yani, cesaret kaybından ve iman zayıflığından kaynaklanan ahlakî sapkınlığa kapılmadan: Uhud'da birçok Müslümanın başına gelenlere işaret.

175. Kendi dostlarından (133) korkmayı [içinize] yerleştiren Şeytandan başkası değildir: Öyleyse onlardan değil, yalnızca Benden korkun, eğer gerçek müminler iseniz!

133 - Yani, kasden zulüm işleyerek "şeytan ile ittifak kuran" kimselerden.

176. Hakikati inkarda birbirleriyle yarışanlardan dolayı üzülme: Onlar, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onların ahiret[in nimetlerin]den hiç pay alamamaları (134) Allah'ın muradıdır ve onları şiddetli bir azap beklemektedir.

134 - Lafzen, "Allah'ın onlara bir pay vermemesi".

177. İman karşılığında inkarı satın alanlar hiçbir surette Allah'a zarar veremezler, tersine onları şiddetli bir azap beklemektedir.
178. Ve onlar -ha-kikati inkara şartlanmış olanlar- sanmasınlar ki kendilerine mühlet vermemiz onların hayrınadır, onlara mühlet verdik ki günahkarlıkları artsın; sonuçta onları utanç verici bir azap beklemektedir. (135)

135 - Bu ayet, insanın eğilimlerinin ve eylemlerinin -ve evrendeki diğer bütün olayların- tâbi olduğu tabiat kanunu (Kur'an terminolojisinde sünnetullâh: "Allah'ın yolu") öğretisine işaret etmektedir. Yukarıdaki ayet sanki şöyle demektedir: "Bu insanlar hakikati inkara şartlanmış olduklarından, onlara serbestlik vermemiz (yani, seçme özgürlüğü vermemiz ve davranışlarını gözden geçirmek için mühlet tanımamız) kendilerinin yararına olmayacak, ama tersine, sahte öz-güvenlerinin ve böylece günahkarlıklarının artmasını sağlayacaktır". Kur'an'daki benzer birçok pasajda olduğu gibi, Allah, burada da, onların "günahkarlıklarının artması"nı kendi iradesine izafe etmektedir, çünkü sebep-sonuç tabii kanununu bütün mahlukatı için geçerli kılan O'dur. (Ayrıca bkz. 14:4, not 4.)

179. [Ey hakikati inkar edenler!] Müminlerin sizin hayat tarzınıza uymalarına göz yummak, Allah'ın istediği bir şey değildir: (136) Sonunda Allah iyiyi kötüden ayıracaktır. Ve Allah, insan idrakini aşan şeyleri kavrama gücünü size verecek değildir: [Bunun için] Allah, elçileri arasından dilediğini seçer. (137) Öyleyse Allah'a ve elçilerine inanın; zira eğer O'na inanır ve O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursanız o zaman bilin ki, sizi muhteşem bir karşılık beklemektedir.

136 - Bazı müfessirler (mesela Râzî), mâ entum ‘aleyhi (lafzen, "üzerinde olduğunuz") ibaresinin burada "içinde bulunduğunuz şartlar"ı -yani, Uhud Savaşı'ndan sonra Müslüman toplumun içine düştüğü zayıflık ve şaşkınlık halini- gösterdiği ve bu nedenle yukarıdaki pasajın müminlere hitab ettiği görüşündedirler. Ancak bu yorum, pek makul değildir. Müminlere burada üçüncü şahıs zamiri ile işaret edilmesinin yanısıra, mâ entum ‘aleyhi ibaresinin ikinci çoğul şahıs halinde kullanılması, bununla hem Kur'an'da hem de sahih Hadisler'de her zaman insanların hayat tarzının ve inançlarının kasdedildiğini göstermektedir. Ayrıca, İbni ‘Abbâs, Katâde, Dehhâk, Mukâtil ve Kelbî'nin, burada hitab edilen insanların, önceki pasajların işaret ettiği "hakikati inkar edenler" olduğunu tereddütsüz olarak açıkladıklarına dair elimizde güvenilir bilgiler bulunmaktadır (bkz. Taberî ve Beğavî'nin bu ayet ile ilgili yorumları). Bu anlamda okununca yukarıdaki pasaj, müminlerin, zaman içinde, yalnız inançlarında değil, sosyal hedefleri ve hayat tarzları açısından da inkarcılardan farklılaşacaklarına işaret eder.

137 - Yani, Allah, insana, sadece kendisinin tüm bilgisine sahip olduğu hakikat hakkında kısmî bir görüş sahibi olmayı bu elçiler aracılığıyla sağlar.

180. ONLAR, -Allah'ın, lütfundan kendilerine verdiklerine cimrice sarılanlar- bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar: Aksine, bu onlar için kötüdür. (138) [Bu kadar] cimrice sarıldıkları şey, Kıyamet Günü boyunlarına asılacaktır: Zira, göklerin ve yerin mirası [yalnız] Allah'a aittir: Ve Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.

138 - Bu, yukarıda 179. ayette değinilen inkarcıların hayat tarzına bir işarettir: bu dünyanın maddî unsurlarına aşırı bir bağlanma ile tanımlanan bir hayat tarzı -hayatın pratik sorunlarının dışındaki hiçbir şeye inanmamaya dayanan bir maddecilik.

181. "Allah fakirdir, ama biz zenginiz!" diyenlerin (139) sözlerini Allah duymuştur. Onların hem söylediklerini, hem de peygamberleri haksız yere öldürdüklerini (140) kaydedeceğiz ve [Hesap Günü onlara] diyeceğiz: "Tadın bakalım ateşin azabını

139 - Birçok sahih Hadis'e göre Medine Yahudileri, Kur'an'ın ifade biçimini ve özellikle de, 2:245'deki "Allah'ın kat kat fazlasıyla geriye ödeyeceği güzel bir borcu O'na verecek olan kimdir?" ayetini hicvederlerdi.

140 - Yahudilere yöneltilen bu itham hakkında bkz. sure 2, not 48.

182. ellerinizle işlediklerinizin karşılığı olarak; zira Allah, kullarına en ufak bir haksızlık yapmaz!"
183. "Allah, yakılarak sunulan bir kurban (141) getirmedikçe, hiçbir elçiye inanmamamızı bize emretmiştir" iddiasında bulunanlara gelince, [Ey Peygamber, onlara] de ki: "Benden önce de peygamberler size hakikatin tüm kanıtlarını ve o hakkında konuştuğunuzu getirmişlerdi: Peki, söylediğinizde samimi idiyseniz neden onları katlettiniz?" (142)

141 - Lafzen, "ateşin bitirdiği bir kurban" -başka bir deyişle, yanık kurbanları kutsal ayinlerin temel bir unsuru kılan Hz. Musa Şeriatı'na uymadıkça. Hz. Musa Şeriatı'nın bu yönü, Kudüs'deki İkinci Mâbed'in yıkılmasından beri uygulanamaz durumda olduğundan, Talmud sonrası Yahudileri, kendilerine vaad edilen Mesîh'in Musevî ayinlerini eski bütünlüğü içinde yeniden hayata geçireceğine kaniydiler; ve bu yüzden Tevrat'a dayalı Hukuk'a her açıdan uymayan birini peygamber olarak kabul etmeyi reddettiler.

142 - Hz. Yahya ve Zekeriya'nın şehid edildikleri dönemde ve Hz. İsa'nın "Kudüs, ey Kudüs, peygamberleri sen öldürdün" (Matta xxiii, 37) diye haykırdığı ve Tarsuslu Paul'ün Yahudileri "kendi peygamberlerini öldürenler" (I Selanikliler ii, 15) şeklinde andığı dönemde İkinci Mâbed hâlâ mevcuttu ve yanık kurbanlar gündelik uygulamalar arasında bulunmaktaydı: Dolayısıyla bahsi geçen, Yahudilerin peygamberleri öldürmek suretiyle reddetmeleri, bu peygamberlerin Hz. Musa Şeriatı ile uyum içinde olmamalarına izafe edilemez.

184. Ve şayet seni yalanlıyorlarsa –(bil ki) aynı şekilde, senden önce hakikatin tüm kanıtlarını, ilahî hikmet yüklü kitapları ve aydınlık saçan vahyi getiren [diğer] peygamberler de yalanlanmış bulunuyorlar.
185. Her can ölümü tadacaktır: Böy- lece Kıyamet Günü [yapıp-ettiklerinizin] kar-şılığı size tam olarak ödenecektir; orada ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulacak olanlar, gerçek bir zafer kazanmış olacaklardır: Zira bu dünya hayatı(na düşkünlük), kendi kendini aldatma zevkinden başka bir şey değildir.
186. Mallarınızla ve canlarınızla mutlaka sınanacaksınız: Ve doğrusu, hem sizden önce vahiy verilenlerden hem de Allah'tan başka varlıklara ilahlık yakıştıranlardan birçok incitici söz işiteceksiniz. Ama eğer zorluklara sabırla katlanır ve O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursanız; bilin ki bu, azimle sarılınacak bir iştir.
187. ALLAH, geçmişte kendilerine vahiy verilenlere, "Bunu insanlara açıklayın ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyin!" [buyurduğunda, bunu yapacaklarına] dair onlardan güçlü bir taahhüt almıştı. (143) Ama onlar bu taahhütlerini kulak ar-kasına attılar ve küçük bir kazançla değiştirdiler: Ne kötü bir alışverişti bu! (144)

143 - Bu, Yahudilerden, Kur'an'ın mesajını reddedenler olarak söz eden 183-184. ayetler ile bağlantılıdır. Yukarıdaki 187. ayetin anlamı şudur: Peygamber Muhammed (s)'in gelişi, hem Eski Ahid'de, hem de Yeni Ahid'de önceden haber verilmişti ve Kitâb-ı Mukaddes'e tâbi olanlardan, bu haberi, fiilen yaptıkları gibi örtbas etmeleri değil, onu etrafa yaymaları istenmişti.

144 - Lafzen, "satın aldıkları ne kötü bir şeydi" -Yahudilerin kendilerini "Allah'ın seçilmiş toplumu" olarak görmelerine ve Hristiyanların, Hz. İsa'nın "vekaleten kefaret"ine inanmalarının kendilerini otomatik olarak kurtaracağı inancına işaret: Her iki halde de "alışveriş", öteki dünyada azabın kendilerine dokunmayacağı hayalidir.

188. Sanma ki bu şekilde başardıklarıyla övünen ve yapmadıkları (145) ile övülmekten hoşlananlar azaptan kurtulabilecekler. Onları [ahirette] şiddetli bir azap beklemektedir.

145 - Yani, bütün iddialarının aksine, Kitâb-ı Mukaddes'in ve Hz. İbrahim itikadının safiyetini muhafaza etmemeleri (Râzî).

189. GÖKLERDE ve yeryüzünde hükümranlık Allah'a aittir: ve Allah, her şeyi yapmaya kâdirdir.
190. Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün birbirini izlemesinde derin kavrayış sahipleri için alınacak dersler vardır,
191. Onlar ki ayakta dururken, otururken ve uyumak için uzandıklarında (146) Allah'ı anar, [ve] göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler: "Ey Rabbimiz! Sen bunları[n hiç birini] anlamsız ve amaçsız (147) yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın! Bizi ateşin azabından koru!"

146 - Lafzen, "ve yanları üzerine [uzanarak]".

147 - Lafzen, "boşuna" (bâtılen); bkz. 10:5, not 11.

192. "Ey Rabbimiz! Kimi ateşe mahkum edersen, kuşkusuz, onu [bu dünyada] alçaltmış olursun: (148) Ve bu zalimler, hiçbir yardımcı da bulamazlar."

148 - Yani, bir günahkarın öteki dünyada çekeceği azap, bu dünyada davranışları ile başına açtığı ruhsal alçalışın bir sonucu olacaktır.

193. "Ey Rabbimiz! [Bizi] imana çağıran bir ses (149) duyduk; ‘Rabbinize iman edin!' Ve böylece imana geldik. Ey Rabbimiz! Günahlarımızdan ötürü bizi affet ve kötülüklerimizi sil; ve gerçek erdem sahipleri olarak canımızı al!"

149 - Lafzen, "bir davetçi".

194. "Ey Rabbimiz! Elçilerin vasıtasıyla vaad ettiğin şeyi bize bahşet ve Kıyamet Günü bizi mahcup etme! Şüphesiz, sen sözünden asla caymazsın!"
195. Ve Rableri onların dualarını şöyle cevaplar: "İster erkek, ister kadın olsun, [Benim yolumda] çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım: [çünkü] hepiniz birbirinizin soyundan gelirsiniz. (150) Zulüm ve kötülük diyarından kaçanlara, (151) yurtlarından sürülenlere, Benim yolumda eziyet çekenlere ve [bu yolda] savaşıp öldürülenlere gelince; onların kötülüklerini mutlaka sileceğim ve onları, Allah'tan bir mükafat olarak, içinden ırmaklar akan hasbahçelere sokacağım: Zira mükafatların en güzeli, Allah katında olanıdır."

150 - Yani, "siz hepiniz, tek ve aynı insan ırkının mensuplarısınız ve bu yüzden birbirinize eşitsiniz".

151 - Bkz. sure 2, not 203 ve sure 4, not 124.

196. HAKİKATİ inkara şartlanmış olanların yeryüzünde dilediklerini yapabilir görünmeleri, seni yanıltmasın:
197. o, gelip geçici bir tatmin[den ibaret]tir, ama sonunda varacakları yer cehennemdir -o, ne kötü bir meskendir!-
198. Ama Rablerine karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar, içinden ırmaklar akan hasbahçelere kavuşacaklardır: Allah'tan ne güzel bir karşılama! Ve Allah katında olan, gerçek erdem sahipleri için en hayırlı olandır.
199. Doğrusu, geçmiş vahyin mensupları arasında [gerçekten] Allah'a iman edenler ve hem size hem de kendilerine indirilene inananlar vardır. Böyleleri, Allah'tan korkarlar, O'nun mesajlarını ufak bir kazanç için değiştirmezler. Onların mükafatı, Rableri katındadır; çünkü Allah, hesap görmede hızlıdır!
200. Siz ey imana ermiş olanlar! Zorluklara sabırla katlanın ve birbirinizle sabırda yarışın, [doğru olanı yapmaya] her zaman hazır olun ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyun ki mutluluğa erebilesiniz!
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: