Meal Seç / Sure Seç

Furkan Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

25 - Furkan
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu surenin orta dönem Mekkî surelerden biri olduğunda ve kronolojik olarak risaletin beşinci yılına yahut altıncı yılının başlarına yerleştirilebilecek olan Meryem suresiyle aşağı yukarı aynı dönemde vahyedildiğinde pek şüphe yoktur. Surenin, başından beri genel kabul gören ismi Furkân aynı zamanda surenin başlıca temasını da çerçevelemektedir ki, bu da, her ilahî mesajın en temel amacının, insana hakkı bâtıldan, yahut doğruyu eğriden ayırmaya yarayan değişmez bir kıstas ortaya koymak ve buna bağlı olarak, bireyi ve toplumu bağlayan bir manevî/ahlakî değerlendirme ölçüsü sağlamak olduğu hususudur. Bu önermenin bir sonucu olarak surede, Allah tarafından insanoğluna gönderilen her elçinin beşerliğine, ölümlülüğüne dikkat çekilmektedir (20. ayet) ki bu, Muhammed (s) gibi, öteki ölümlülerle aynı maddî ihtiyaçları paylaşan, onlar gibi günlük yapıp-etmelere katılan, katılmak zorunda olan (7-8. ayetler) ölümlü birine indirilmiş olduğu söylendiği sürece Kur'an'ın Allah tarafından vahyedilmiş olamayacağı yolundaki asılsız iddiayı çürütmek içindir. Surede işaret edilen hususlardan biri de, ilahî mesajın vahyedilmesinin, yani vahiy olgusunun da, yaratılmış âlemde müşahede edilen bütün öteki tabii olgular gibi, Allah'ın yaratma eylemiyle ortaya koyduğu eşsiz ve üstün düzenin bir parçası olduğu gerçeğidir (bkz. örn. 2, 45-54, 61-62 ilh. ayetler). Fakat insanoğlunun doğru yolu gösteren bu ilahî işarete boyun eğmesi kolay olmamaktadır; o kadar ki, kendi ümmetinden nicelerinin, "Kur'an'a bir kenara kaldırılması gereken bir kitap gözüyle bakar olduklarını", Hesap Günü'nde Hz. Peygamber'in kendisi işaret edecektir (30. ayet); bu ifade, özellikle çağımız için ayrı bir anlam taşımaktadır.
1. BÜTÜN İNSANLIĞA bir uyarı olsun diye kuluna hakkı bâtıldan ayırıcı bir ölçü (1) indiren (Allah) ne yüce, ne cömerttir!

1 - Hemen bütün müfessirlerin el-Furkân terimine verdikleri anlam budur. Terim, yukarıdaki anlam akışı içinde hem Kur'an'a hem de umumî olarak vahiy olgusuna işaret etmek üzere kullanılmaktadır. (Terim hakkında Muhammed Abduh'dan iktibas edilen daha geniş bir açıklama için bkz. 2:53 hk. 38. not). Nezzele fiil formu her zaman yöntemde/usulde ("adım adım"/"yavaş yavaş" anlamında) bir tedricîlik nüansı taşımaktadır.

2. O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'na aittir; soy-sop (2) edinmemiştir; egemenliğinde herhangi bir ortağı yoktur; çünkü her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan (3) O'dur.

2 - Bkz. 17:111 hk. 133. not.

3 - Yani, yarattığı ve idame ettirdiği büyük kozmik düzen içinde her şeye ya da her olaya belli bir fonksiyon, belli bir mahiyet ve keyfiyet tayin eden O'dur: karş. bu gerçeğin ilk defa ifade edildiği 87:2-3.

3. Hal böyleyken, yine de O'nu bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, tersine kendileri yaratılmış bulunan; (4) ne kendilerinden bir darlığı uzaklaştıracak ne de kendilerine bir yarar sağlayacak güce sahip olmayan; ne ölüm üzerinde, ne hayat üzerinde, ne de ölümden sonra kalkış üzerinde herhangi bir etkisi bulunmayan birtakım düzmece tanrılara kulluk ediyorlar.

4 - Yani, ya hayal mahsulü birtakım düzmece tanrıların mücessem "timsaller"i şeklinde, ya kişileştirilen tabiat güçleri şeklinde, ya tanrılaştırılan insanların kişiliğinde, ya da tamamen hayal ve tasavvurlarda yaşatılan birtakım mücerret unsurlar halinde.

4. Üstelik, hakkı inkara şartlanmış olanlar: "Bu [Kur'an] doğruyu çarpıtıp yalanı ve sahteyi ortaya çıkaran başka bir topluluğun yardımıyla (5) o'nun [kendisinden] uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir" deyip duruyorlar. (6)

5 - Lafzen, "ve böylece, gerçeği örten, sahte [zulm sözcüğünün bu akış içindeki anlamı budur] ve asılsız bir şey getirdiler" [ya da "ortaya attılar"]". Bu ifadenin, genellikle, önceki cümlede inkarcıların söylediği karalayıcı sözlere karşı bu iddiaları çürütücü yönde verilen vahyî karşılık olduğu söylenmiş ise de, bizce bu cümle, Muhammed (s)'e "yardım ettiklerinden" şüphelenilen hayal mahsulü kimselerin de Kur'an'ın "uydurulması"ndan o'nunla birlikte sorumlu olduklarını ifade etmek üzere inkarcıların söylediği sözlerin devamıdır.

6 - Kur'an'ın, en azından büyük kısmıyla, Muhammed (s)'e, bilinmeyen bir yabancı tarafından (karş. 16:103 ve ilgili notlar, özellikle 130. not) yahut, bu değilse, Yahudiliği ya da Hristiyanlığı benimseyen Araplar tarafından Yahudi-Hristiyan öğretilerine dayanılarak aktarıldığı yolundaki inkarcı görüşü; ve bunun da ötesinde, Muhammed (s)'in, ya Kur'an'ın vahyî bir mesaj olduğu konusunda kendi kendini aldattığı, ya da öyle olmadığını bildiği halde, kasden onu Allah'a izafe ettiği yolundaki iddiaları karakterize eden bir ifade.

5. Ayrıca, "Onun, sabah akşam kendisine okunsunlar diye yazdırdığı (7) eskilerin masalları, efsaneleridir bu!" diyorlar.

7 - Çünkü, kendisinin okuma yazma bilmediği (ümmî) bu inkarcı çağdaşlarınca bilinen bir husustu.

6. De ki: "Göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen (Allah) indirdi onu! Doğrusu O, çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!"
7. Ama onlar yine de şöyle diyorlar: "Bu nasıl peygamber ki [diğer ölümlüler gibi] yiyip içiyor, çarşı-pazar dolaşıyor? Onunla beraber bir uyarıcı olarak [görünür] bir melek gönderilseydi ya!
8. Yahut kendisine [Allah tarafından] bir hazine verilseydi, yahut [zahmetsiz] yiyip içtiği (tılsımlı) bir bahçesi olsaydı ya!" (8) Ve bu zalimler [birbirlerine]: "Eğer [Muhammed'e] uyacak olsaydınız, büyülenmiş bir adamdan başkasına [uymuş, olmazdınız]!" diyorlar.

8 - Kur'an'ın sıkça sözünü ettiği "cennet bahçeleri" hakkında alaycı bir îma. (Karş. 13:38 ve ilgili 74 ve 75. notlar; ayrıca 5:75 ve 21:7-8.)

9. [Ey Rasûl,] seni benzettikleri şeye bak! Zaten onlar bir kere yoldan çıkmış bulunuyorlar, bir daha da [doğru] yolu bulamayacaklar!
10. Dilerse sana, [onların dile getirdiği] bu şeylerden daha hayırlısını -içlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı hasbahçeler- verebilecek ve senin için köşkler, konaklar yapabilecek olan (Allah) ne yüce, ne cömerttir!
11. (O inkarcılara gelince;) onlar asıl Son Saat'in [geleceğini] yalanladılar!Oysa, Biz Son Saat gerçeğini yalanlayanlar için harlı bir ateş hazırlamışızdır:
12. O ateş uzaktan karşılarına çıkınca (9) onun öfkeli kükremesini ve uğultusunu işitecekler;

9 - Lafzen, "Onları uzak bir yerden gördüğü zaman": anlaşıldığı kadarıyla, onların ölüm anlarına işaret eden mecazî bir îma. Kur'an'da pek çok yerde olduğu gibi, burada da, öte dünya ahvalini tasvir eden temsîlî mahiyette ince bir Kur'ânî tasvirle karşı karşıyayız; bakılan nesne kişileştirilerek, bakan özne ile bakılan nesneye, bakma eyleminin yönü itibariyle, "yer değiştirtilmekte" ve böylece gözde canlandırılmak istenenin dehşeti çarpıcı bir belâgatla verilmektedir. Zemahşerî bu ifade tarzını açıkça mecazî olarak (‘alâ sebîli'l-mecâz) nitelendirmektedir.

13. ve birbirlerine bağlı olarak daracık bir yerden onun içine atıldıkları zaman, orada o an yok olup gitmek için yakaracaklar! (10)

10 - Günahkarların birbirlerine bağlanmış ya da kenetlenmiş olarak cehenneme atılmaları yolundaki temsîl hakkında bir açıklama denemesi için bkz. 14:49 hk. 64. notumuz. Yine günahkarların ateşe sokulacakları ya da atılacakları "daracık yere" gelince, Zemahşerî bunun günahkarların çekeceği ruhî sıkıntı ve ızdırabın bir mecazı olduğunu, çünkü "elem ve ızdırabın her zaman bir darlık ve sıkışıklık duygusuyla, sevinç ve mutluluğunsa bir genişlik duygusuyla elele gittiğini; nitekim, Allah'ın cenneti gökler ve yer kadar geniş bir yer olarak tasvir ettiğini (3:133)" belirtmektedir.

14. [Ama o zaman onlara denecek ki:] "Bugün bir defada yok olup gitmek için değil, defalarca yok olup gitmek için yakarın, bakalım!" (11)

11 - "Yok olup gitmek" (sübûr) kavramı her ne kadar bir son bulmayı, tükenip gitmeyi ve dolayısıyla tekrarı olmayan bir olguyu ifade ediyor ise de, günahkarların "defalarca yok olmayı" ya da "birden fazla ölümü" istemeleri, burada, tarifsiz acı ve ızdırapları ve buna bağlı olarak nihaî bir kurtuluş için duyulan tarifsiz özlemi dile getirmek için kullanılan deyimsel/mecazî bir ifadedir.

15. De ki: "(Şimdi söyleyin,) bu mu daha hayırlı, yoksa Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara bir mükafat ve yerleşme yeri olarak vaad edilen ebedî cennet mi?
16. O cennet ki, orada istedikleri her şeye ulaşırlar ve orada sonsuza kadar yaşayıp giderler; bu, Rabbinin [insan için her zaman] istenmeye değer bir vaadidir".
17. FAKAT [Rabbinin birliğini unutan kimselere gelince,] (12) o Gün (Rabbin) onları ve onların Allah yerine kul-köle oldukları varlıkları bir araya toplayacak ve [kendilerine tanrısal nitelikler yakıştırılan bu varlıklara]: (13) "Bu kullarımı siz mi yoldan çıkardınız, yoksa onların kendileri mi doğru yoldan ayrıldılar?" diye soracak.

12 - Bu pasaj vecîz bir biçimde yukarıdaki 3. ayetle bağlantılıdır.

13 - Ayetin devamındaki belâgat gereği "soru", bazı müfessirlerin söylediği gibi, "Yargı Günü'nde konuşturulacak olan" cansız putlara değil, fakat tanrılaştırılan akıl sahibi varlıklara, yani peygamberlere, azîzlere, velîlere hitab etmektedir.

18. Onlar: "Sınırsız kudret ve yüceliğinle Seni tenzîh ederiz!" diye cevap verecekler, "Senden başka dostlar, efendiler edinmek bize yakışmazdı! (14) Fakat, [bunlara gelince-] Sen bunlara ve babalarına dünya hayatının tadını çıkarmaları için fırsat verdin; öyle ki, onlar da sonunda (15) [Seni] anmayı büsbütün unuttular; çünkü bunlar her türlü iyilikten yoksun kimselerdi".

14 - Zımnen, "ve dolayısıyla, başkalarından da bize kulluk etmelerini istememiz manen ve ahlaken imkansızdı". Öte yandan, İbni Kesîr "bizim için/bize" (lenâ) ifadesinin sadece bu sözü söyleyen kimselere değil, topluca bütün insanlara işaret ettiğini ve dolayısıyla yukarıdaki cümlenin "... biz [insanlara] yakışmaz" anlamına geldiğini söylemektedir. Her iki durumda da, Kur'an'ın hemen her yerinde değişik biçimlerde tekrarlanan yukarıdaki belâgat gereği "soru ve cevap", Allah'tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştırmanın manevî ve ahlakî çarpıklığını ve zihnen saçmalığını dramatik bir tarzda ortaya koymak amacını taşımaktadır.

15 - Bu anlam akışı içinde hattâ'nın (lafzen, "tâ ki", "kadar") anlamı budur.

19. [Bunun üzerine, Allah da, müşriklere]: "İşte [sizin tanrı yerine koyduğunuz kimseler, geçmişte] ileri sürdüğünüz iddiaların yalan olduğunu ortaya koydular" diyecek, "artık ne [hak ettiğiniz azabı] savuşturabilirsiniz, ne de kendinize bir destek bulabilirsiniz! Çünkü içinizden her kim [böyle bir] kötülük işlemişse, ona büyük bir azap tattıracağız!"
20. [EY MUHAMMED,] Biz senden önce de yiyip içen, çarşıda pazarda dolaşan [ölümlü] insanların dışında kimseyi elçi olarak göndermedik. [Böyle yaparak, ey insanlar,] kiminizi kiminiz için bir imtihan vesilesi kıldık (16) [ki,] sabredecek misiniz, (17) (bunu kendiniz de göresiniz; yoksa,) Allah zaten her şeyi olduğu gibi görmektedir!

16 - Bu vecîz pasaj, şüpheye yer bırakmayacak şekilde, her yeni peygamberin kural olarak başlıca iki amaçla gönderildiğine işaret etmektedir: birincisi, vahiy yoluyla insanoğluna ahlakî bir mesaj ulaştırmak ve böylece doğruyla eğriyi ya da hakla bâtılı birbirinden ayırmaya yarayan bir ölçü, bir kıstas (surenin ilk ayetinde zikri geçen el-furkân) ortaya koymak; ve ikincisi de, bu risalet olgusunu, insanların önüne, onların peygamberin getirdiği mesaja karşı tepkilerinde kendini açığa vuracak olan manevî ve ahlakî tercih ve kavrayışlarını -yani, bu mesajın doğru ve ilahî menşeli olduğunu tefrik etmek için "tabiatüstü" belirtilere, birtakım mucizelere ihtiyaç duymadan mesajı kendi muhtevası içinde aklî kıstaslarla değerlendirmeye istekli olup olmadıklarını- sınamak için bir vesile olarak çıkarmak. Dolaylı olarak, en derin anlamı içinde bu pasaj, sadece peygamberlerin değil, fakat her insanın, toplumsal varlığıyla, toplumun öteki üyeleri için, onların ahlakî tercih ve kavrayışlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir imtihan vasıtası olduğunu îma etmektedir; bunun içindir ki, ilk müfessirlerden bazıları (ki Taberî de bunların içindedir) yukarıdaki cümleye şu anlamı vermektedirler: "Birbirinize imtihan vesilesi olmanız için sizi beşerî varlıklar kıldık".

17 - Yani, "siz ey insanlar", yahut daha özel bir topluluk olarak: "siz, ey Kur'an mesajının ulaştığı kimseler".

21. Fakat Bizim huzurumuza çıkarılacaklarını hiç beklemeyen kimseler: (18) "Bize niçin melekler gönderilmedi?", yahut "Neden Rabbimizi görmüyoruz?" diye sorup duruyorlar.Gerçek şu ki, onlar büyük bir küstahlıkla [Allah'ın mesajına karşı böylece] burunlarını dikerek kendilerini onulmaz bir büyüklük duygusuna kaptırmış bulunuyorlar!

18 - Lafzen, "Bizimle karşılaşacaklarını ummayanlar [yahut, beklemeyenler]"; yani, kıyamete ve sonuç olarak Allah'ın ahiretteki yargılamasına inanmayanlar.

22. [Oysa,] melekleri görecekleri Gün (19) (gelip çatınca), o Gün, günaha gömülüp gitmiş olanlar için asla iyi haberler olmayacak; ve (o Gün böyleleri:) "(Vah bize, meğer) dönüşü olmamacasına [Allah'ın rahmetinden] kovulmuşuz!" diyecekler.

19 - Yani, Hesap Günü'nde, "her şeyin artık karara bağlanmış olacağı" gün (karş. 6:8).

23. Çünkü, Biz (o Gün) bütün o edip-eyledikleri işlerin üzerine varacak ve onları toza toprağa çevireceğiz;
24. [ama] o Gün, cennetliklere kalınacak yerlerin en iyisi, dinlenilecek yerlerin en güzeli, en rahatı bahşedilecektir. (20)

20 - Lafzen, "cennetlikler, kaldıkları yer bakımından en mutlu, dinlenecekleri yer bakımından en iyi durumda olan kimseler olacaklar".

25. O Gün ki, gök bulutlarla birlikte, bütün yüküyle parçalanacak ve birbiri ardından melekler indirilecektir;
26. o Gün ki, gerçek egemenliğin [yalnızca] Rahmân'a ait olduğu [bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır]; ve bunun içindir ki, (o Gün) hakkı inkara şartlanmış olanlar için çok zor bir Gün olacaktır;
27. o Gün ki, (vaktiyle) haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip, "Ah, n'olurdu, Rasûl'ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım!" (21) diyecek,

21 - Lafzen, "Rasûl'le birlikte bir yol tutsaydım". Ayette "rasûl" ve "zalim" ("haksızlık yapan"/"haksızlığı kendisine yol edinen") terimleri, Allah'ın bütün rasûllerini ve o'nlara bilinçli olarak karşı çıkan herkesi ifade etmek üzere cins ya da tür belirtici anlamda kullanılmaktadır. Benzer şekilde, sonraki ayette geçen "falanca" (fulân) tabiri de, kişinin yoldan çıkmasına vesile olan kişi yahut kişileştirilmiş güçleri dile getiren genel bir ifadedir.

28. "Vah bana, n'olurdu, falancayı kendime dost edinmemiş olsaydım!
29. Gerçekte, bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra, beni [Allah'ı] hatırlamaktan o uzaklaştırdı!"Zaten, Şeytan [işte böyle] yalnız ve çaresiz bırakır insanı. (22)

22 - "Şeytan" teriminin buradaki anlamıyla ilgili bir açıklama için bkz. 2:14 hk. 10. not; ayrıca 15:17 hk. 16. notun ilk yarısı ve 14:22 hk. 31. not.

30. VE [O GÜN] Rasûl: "Ey Rabbim!" diyecek, (23) "Kavmimden [bazıları] bu Kur'an'ı gözden çıkarılacak bir şey olarak gördü!" (24)

23 - Bizim "o Gün" şeklindeki ilavemiz ve kâle fiiline verilen (dilbilim açısından da, anlam akışı itibariyle verilmesi mümkün olan) gelecek zaman anlamı yukarıdaki cümle hakkında Ebû Müslim (Râzî'nin nakline göre) ve Beğavî gibi büyük müfessirler tarafından yapılan benzer açıklamalara dayanmaktadır.

24 - Yani, dünyevî istek ve tutkularına aykırı buldukları için ya da zamanın değişen şartları karşısında "geçerliğini yitirmiş" bir öğreti olarak gördükleri için. Kur'an mesajının ulaştığı toplumların çoğu onu ilahî bir mesaj (vahiy) olarak gördükleri, görmekte oldukları ve dolayısıyla onun, kelimenin en geniş anlamıyla, her bakımdan "tutarlı ve her çağda geçerli" olduğuna inandıklarına göre, "benim kavmim" ya da "benim gönderildiğim toplum" ifadesi (kelimenin ne kavmî anlamı, ne de ideolojik anlamı itibariyle) Son Peygamber'in ümmetinin hepsini değil, fakat yalnızca ismen bu ümmetten olup ama gerçekte Kur'ânî mesaja olan inancını bütünüyle kaybetmiş kimseleri işaret etmektedir; bunun içindir ki, ayetin vecîz üslubu içinde zımnen mevcut olan bu anlamın "bazıları" ilavesiyle aktarılması gerekmiştir.

31. İşte bu (senin çağında olduğu) gibi, biz her nebiye günaha gömülüp gitmiş kimseler içinden düşmanlar çıkardık; (25) bununla birlikte, sana yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.

25 - Karş. her peygamberin mücadele vermek zorunda kaldığı şer güçlere (şeyâtîn) ilişkin benzer bir atfın yer aldığı 6:112. Zikredilen ayette geçen "zihin çelmeyi amaçlayan parlak yarı-hakikatler" ifadesi, bu pasajda, ondört yüzyıl önce vaz‘edilen bir kitap olan Kur'an'ın "artık günü geçmiş" bir mesaj olarak görülmesi gerektiği yolundaki aldatıcı iddiaya temas edilerek, anlamlı bir biçimde önceden örneklendirilmektedir.

32. İmdi, hakkı inkara şartlanmış olan kimseler: "Kur'an ona bir bütün olarak bir kerede (26) indirilseydi ya!" diyorlar.Oysa, Biz onu [sana] böyle tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde (27) belli bir düzen içinde ağır ağır vahyediyoruz ki onunla senin kalbini pekiştirelim.

26 - Lafzen, "topluca" yahut "bir tek cümle halinde" (cümleten vâhideten) -İslam muhaliflerinin ağzından, Kur'an'ın adım adım vahyedilmesinin, kişisel ve siyasal ihtiyaçlarına uydurmak üzere, onu Muhammed (s)in kendisinin "tanzim" ettiğini gösteren bir işaret olduğunu îma eden bir ifade.

27 - Yani, her türlü iç tutarsızlıklardan, tezatlardan uzak (karş. 4:82). Ayrıca, bkz. Kur'an'ın "kendi içinde tutarlı" olduğundan söz edilen 39:23. Rattelnâhu tertîlen şeklindeki özlü ifade, "[bir şeyin] parçalarını, bütünü meydana getirecek şekilde bir araya getirip, onlara uygun bir düzen vermek" ve bir de "bütüne iç tutarlılık sağlamak" gibi paralel anlamlar ihtiva etmektedir. Hz. Peygamber'in yaşadığı, hareket ve olaylarla dolu yirmiüç yıllık bir hayata yayılan mesajın her türlü çelişkiden uzak ve her bakımdan tutarlı oluşu onun Allah tarafından vahyedilmiş olduğunu açıkça ortaya koyduğuna göre, bunun düşünen her müminin imanını güçlendiren bir keyfiyet olması gerekir; Kur'an'ın kendisine göre de, onun zaman içinde tedrîcen vahyedilmesinin sebebi bu keyfiyette aranmalıdır. (73:4'de olduğu gibi, Kur'an'ın okunması anlamında kullanıldığı zaman, tertîl terimi, onun kolay anlaşılabilecek ve üzerinde düşünülebilecek şekilde açık ve ölçülü bir tarzda telaffuz edilmesi anlamına gelmektedir.)

33. Bunun içindir ki, hangi soruyla karşına çıkarlarsa çıksınlar, (28) Biz sana mutlaka asıl doğru olan neyse onu ve en güzel açıklamayı getirmekteyiz. (29)

28 - Lafzen, "sana bir misal (mesel) vermezler ki, Biz (o konuda) sana gerçeği getirmeyelim ... ilh." -Burada meselden ya da misalden kasıt, Muhammed (s)in rasûl olduğu tezine ve dolayısıyla Kur'an'ın vahyî niteliğine gölge düşürmek amacıyla ortaya sürülen, sözde akla hitab eden teşbîh türünden itirazlardır (ki, bunlar, Kur'an'ın başka pek çok yerinde olduğu gibi, bu surenin 7-8, 21 ve 32. ayetlerinde örneklendirilmiştir).

29 - Kur'an'ın kendi kendini tefsir edici, açıklayıcı keyfiyetine ilişkin bir îma. Bütün bu bölüm boyunca (30-34. ayetler) "sen" kişi zamiriyle hitab edilen kişi yalnızca Peygamber değil, aynı zamanda, bütün çağlarda o'nun ulaştırdığı mesajı benimseyen herkestir.

34. [Öyleyse, hakkı inkara kalkışan o kimselere söyle ki] yüzleri üstüne (30) sürüler halinde cehenneme tıkılacak olanlar (var ya); [öte dünyadaki] yerleri en kötü olanlar ve halen [doğru] yoldan en fazla sapmış bulunanlar işte böyleleridir! (31)

30 - Yani, ruhen tam bir alçalma, aşağılanma içinde (Râzî ve onun kendilerinden nakilde bulunduğu öteki bazı müfessirler).

31 - Karş. 17:72 ve ilgili 87. not.

35. GERÇEK ŞU Kİ, [Muhammed'den çok önce] Biz Musa'ya da kitap verdik ve kardeşi Harun'u görevinde o'na yardımcı kıldık; (32)

32 - Vezîr teriminin bu anlamı için bkz. 20:29 hk. 18. not. Burada Hz. Musa ve Harun'dan -ve bundan sonraki ayette de Hz. Nûh'tan bahsedilmesi, yukarıda 31. ayette geçen "Biz her peygambere karşı, o günaha gömülüp gitmiş olan kimseler arasından düşmanlar çıkarmışızdır" ifadesini hatırlatmak amacıyladır.

36. ve onlara: "Siz ikiniz mesajlarımızı yalanlayan (şu toplumu uyarmay)a gidin!" dedik. Ama sonunda, o [günahkar toplumun] insanlarını kırıp geçirdik.
37. Ve Nûh toplumunu da, rasûller[den birin]i yalanladıklarında sulara gömüverdik; böylece onları bütün insanlık için ibret yaptık; çünkü Biz bütün zalimler için çok can yakıcı bir azap hazırlamışızdır!
38. Ve ‘Âd toplumunu, Semûd toplumunu, Ress (33) halkını ve bunların arasında (gelip geçen) daha nice [günahkar] nesilleri [topluca cezalandırdık];

33 - ‘Âd ve Semûd kavimleri hakkında bkz. 7. sure, 48 ve 56. not. Ress halkına gelince, Orta Arabistan'ın Kasîm bölgesinde bugün dahî bu ismi taşıyan bir kasaba mevcuttur; bahsi geçen eski devirlerde, öyle anlaşılıyor ki, burada Semûd kavminin Nabatî boylarından gelen bir halk meskun bulunuyordu (Taberî). Bununla birlikte bu isim ya da tabirin asıl anlamı konusunda müfessirler arasında görüş birliği yoktur; Râzî, tefsirlerde geçen ve birbirini tutmayan muhtelif yorumlar kaydetmekte, ama sadece tahmine dayandıkları için bunların hepsini reddetmektedir.

39. oysa, her birine uyarıcı dersler (34)vermiştik; ama (bunlara aldırış etmeyince) hepsini yerle bir ettik.

34 - Mesel terimi için, bu anlam örgüsü içinde benimsediğimiz "ders" karşılığı hk. bkz. 17:89 hk. 104. not.

40. Bu [Bizim mesajlarımızı inkar edenler] o cezalandırıcı yağmura tutulan şehri görmüş olmalılar; (35) peki orada olup biteni fark etmediler mi? Hayır, bunlar ölümden sonra kalkışı beklemiyorlar! (36)

35 - Sodom'a ve onun "önceden belirlenmiş cezalandırıcı (volkanik) taş yağmuru"yla yok edilmesine ilişkin bir atıf (bkz. 11:82 ve ilgili 114. not). "Görmüş olmalılar" ifadesiyle çevirdiğimiz ve le-kad âtev ibaresi şu iki yönde de anlaşılabilir: (a) "rastlamak" ya da "yanından geçmek" şeklindeki lafzî anlamıyla ki, bu anlamıyla ifade, ticaret kervanlarıyla Suriye'ye gidip dönerken Ölü Deniz'in yakınından ve muhtemelen Sodom ve Gomore'nin bulunduğu bölgeden geçen geleneksel yolu izlemek zorunda olan Hz. Peygamber'in çağdaş muhalifleri Mekkeli müşriklere ilişkindir; (b) okumak ya da işitmek yoluyla "[bir şeyden] haberdar olmak" şeklindeki mecazî yahut deyimsel anlamıyla; bu anlamıyla da ifade, her çağın insanlarına hitab etmekte ve onlara Sodom ve Gomore'nin başına gelenlerde insanlığın ortak maneviyat ve ahlak tarihinden çıkarılacak önemli bir ders bulunduğunu işaret etmektedir.

36 - Lafzen, "ölümden sonra kalkışın vuku bulacağını ummuyorlar [yani, beklemiyorlar, yahut buna inanmıyorlar]".

41. Bunun içindir ki, [ey Muhammed,] ne zaman senden söz etseler, mutlaka, "Allah'ın bize rasûl olarak gönderdiği kişi bu mu?" diyerek, seni alay, eğlence konusu yapıyorlar.
42. "Eğer onlara sıkıca sarılmasaydık, bizi neredeyse tanrılarımızdan uzaklaştıracaktı!" (diyorlar.) Fakat [kendilerini bekleyen] azabı gördükleri zaman [doğru] yoldan uzaklaşan kişilerin kim olduğunu öğrenecekler!
43. Sen hiç kendi heva ve heveslerini tanrılaştıran [birin]i düşündün mü? İmdi, böyle birinden de sen mi sorumlu olacaksın?
44. yoksa sen onlardan çoğunun [senin ulaştırdığın mesajı] dinlediklerini ve akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun? Hayır hayır, koyun sürüsü gibidir onlar: doğru yoldan hiç mi hiç haberleri yok! (37)

37 - Lafzen, "[Doğru] yoldan çok uzaklar": bkz. 7:179 hk. 144. not.

45. GÖRMEZ MİSİN (ey insanoğlu), Rabbin gölgeyi [akşama doğru] nasıl uzatıyor; eğer dileseydi, hiç şüphesiz onu olduğu gibi bırakırdı; fakat sonra gölgeye güneşi yol gösterici kılmışızdır;
46. ve sonra da onu yavaş yavaş Kendimize çekmekteyiz. (38)

38 - Yani, "vaz‘ettiğimiz ‘tabiat yasaları'na bağlı olarak onu kısaltırız (yahut uzatırız)". Kur'an'da pek çok yerde olduğu gibi, burada da kişi zamiri "O"nun beklenmedik biçimde "Biz"e dönüşmesi Allah'ın tanımlanamaz olduğu gerçeğini belirtmek ve aslında sadece sonlu ve yaratılmış "kişiler" için kullanılmaya müsait olan zamirlerin mutlak ve müte‘âl varlık için kullanılmasının yalnızca insan dilinin -ve dolayısıyla insan aklının- yetersizliğinden ileri geldiğini işaret etmek içindir (karş. Önsöz, 2. not).

47. Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme hali kılan ve her [yeni] günün (sizin için, adeta) yeni bir diriliş olmasını sağlayan O'dur.
48. Rahmetinin önünden rüzgarları müjdeci olarak gönderen O'dur. Evet, böylece gökten tertemiz suyu Biz indiriyoruz,
49. ki onunla ölü toprağı yeşertip canlandıralım ve yine onunla, hayvan olsun, insan olsun, yarattığımız nice canlıyı suya kavuşturalım.
50. Gerçek şu ki, Biz bütün bunları insanların gözü önüne hep seregelmişizdir (39) ki, belki ders alıp akıllarında tutarlar; ama insanların çoğu, nankörlükte direnmektedir.

39 - Lafzen, "Biz onu onların arasında çeviregeldik (sarrafnâhu)"; mutlak bilgi ve kudret Sahibi müte‘âl bir Yaratıcı'nın varlığını apaçık ortaya koyan delil ve çıkarsamaların gerek Kur'an'da ve gerekse önceki vahyî mesajlarda çeşitli zaviyelerden sıkça tekrarlandığına işaret eden bir ifade (Zemahşerî).

51. Eğer dileseydik, [önceki çağlarda olduğu gibi] her topluma [ayrı] bir uyarıcı gönderirdik; (40)

40 - Zımnen, "ama, bunun yerine Biz, Muhammed'in son rasûl ve gelecekteki bütün insanlık için bir uyarıcı olmasını irade ettik".

52. bunun içindir ki, sen hakkı inkara şartlanmış olan kimselere uyma; tersine, bu [ilahî mesajın] ışığında onlara karşı bütün gücünü ortaya koyarak büyük bir direnç ve çaba göster.
53. İKİ BÜYÜK su kütlesini (41) -ki bunlardan biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır- birbirine salıveren ve ikisinin arasına bir engel, karışmalarını önleyen bir perde koyan O'dur. (42)

41 - Genellikle "deniz" anlamına gelen bahr ismi aynı zamanda nehir, göl gibi büyük tatlı su kütleleri için de kullanılır; yukarıdaki anlam örgüsü içinde bahreyn ismi yeryüzünde yan yana (ya da iç içe) bulunan -tuzlu ve tatlı- "iki büyük su kütlesi" anlamındadır.

42 - Yani, bu iki su kütlesinin, sürekli birbiriyle karşılaşıp okyanuslara karıştıkları halde, sanki aralarında görünmeyen bir perde, bir engel varmışcasına terkiplerindeki farklılığı korumasını sağlamaktadır; suyun çevrimsel dönüşümünde (yahut küresel dolaşımında), yani tuzlu denizlerden buharlaşarak yükselip bulutları oluşturarak, sonra yoğunlaşıp kar ve yağmur yoluyla dereleri, ırmakları besleyerek tekrar denize dönmesinde- kendini gösteren Allah'ın yaratma planına ilişkin dolaylı bir hatırlatma. Bazı Müslüman sûfîler, bu iki su kütlesinin vurgulanmasında, insanın ruhsal algı ve kavrayışlarıyla dünyevî ihtiyaç ve tutkuları arasındaki uçuruma -ve aynı zamanda etkileşime- ilişkin bir temsîl bulmaktadırlar.

54. Ve insanı [işte bu] sudan yaratan (43) ve onu soy-sop ve evlilik yoluyla kazanılan yakınlık, bağlılık [duygusuyla] donatan O'dur: (44) (evet,) çünkü Rabbin sınırsız kudret Sahibidir.

43 - Bkz. "bütün canlıların sudan" yaratıldığının belirtildiği 21:30'un ikinci yarısı; ayrıca, bu anlamda topyekün hayvanlar dünyasıyla (bu arada, şüphesiz insanla) ilgili bir ifadenin yer aldığı 24:45.

44 - Yani, ona, ailevî ve toplumsal bağlarına manevî bir değer atfetme ve onlardan bir güç türetme yeteneği veren O'dur.

55. Ama yine de bazı insanlar, (45) Allah'ı bırakıp, kendilerine ne yarar ne de zarar ulaştırmaya gücü olmayan şeylere tapınıp duruyorlar; zaten (gerçek) kafir de, Rabbine sırtını dönen kişidir!

45 - Lafzen, "onlar".

56. Bununla birlikte, [ey Peygamber,] Biz seni yalnızca bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
57. De ki: "Bunun için sizden, dileyen kimsenin Rabbine giden yolu bulmasından başka bir karşılık istemiyorum!"
58. Öyleyse, ebediyyen ölmeyecek olan o mutlak diri Varlığa güven ve O'nun sınırsız kudret ve yüceliğini övgülerle an, ki kimse kullarının günahlarından O'nun kadar haberdar değildir.
59. Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında var olan her şeyi altı evrede yaratan ve kudret ve hükümranlık tahtına kurulan (46) O'dur, O: Rahmân!/sınırsız Bağış-Kayra Sahibi! O'nu (Kendisinden), O her şeyden Haberdar Olan'dan sor. (47)

46 - Bkz. 7:54'ün ilk cümlesi hk. 43. not.

47 - Yani, "Allah'ın kendisinden sor". Kainatın bütün sırlarının anahtarını elinde tutan O olduğuna göre, insan yalnızca O'nun yarattığı âlemi müşahede ederek ve O'nun vahyettiği mesajlara kulak vererek O'nun Zâtı hakkında, çok sınırlı ve izafî de olsa, bir fikir edinebilir.

60. Hal böyleyken, onlara "Rahmân önünde secdeye varın" denildiğinde, "Rahmân da neymiş [ya da kimmiş?] Şimdi biz senin buyurduğun şeyin önünde mi secdeye varalım yani?" derler; ve böylece [senin çağrın] onların nefretini artırır.
61. GÖĞE büyük takım yıldızları serpiştiren, ve yine oraya [parlak] bir ışık kaynağı ve ay (gibi) bir aydınlatıcı yerleştiren (Allah) ne yüce, ne cömerttir. (48)

48 - Bkz. güneşten "parlak bir ışık [kaynağı]" olarak söz eden 10:5 ve ilgili açıklayıcı 10. not. Burûc tabiri için benimsediğimiz "takım yıldızları" karşılığı hk. bkz. 15:16 hk. 15. not.

62. Ve, hatırda tutmak isteyen, yani (49) şükretmek isteyen kimseler için [varlığına, birliğine işaret olmak üzere] geceyle gündüzün birbiri ardınca gelmesini sağlayan da O'dur.

49 - Lafzen, "yahut" (ev) -bu takı, açıkça görüldüğü gibi, burada bir seçenekten çok, "diğer bir deyişle" ifadesine benzer biçimde, açıklayıcı bir cümleye geçişi belirten bir unsur durumundadır.

63. Rahmân'ın has kulları ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vekar içinde yürürler ve ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa, (50) (sadece) selâm! derler.

50 - Zımnen, "kendileriyle alay etmek ya da inançları hakkında tartışmak üzere".

64. Onlar ki, gecenin derinliklerinde secdeye vararak ve kıyama durarak, Rablerini anarlar.
65. Ve onlar ki, "Ey Rabbimiz!" derler, "Cehennem azabını bizden uzaklaştır; çünkü onun çektireceği azap, gerçekten, pek korkunç, pek yaralayıcı olacaktır;
66. gerçekten, o ne kötü bir yer, o ne kötü bir durak!"
67. Ve onlar ki, başkaları için harcadıkları (51) zaman, ne saçıp savururlar, ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında her zaman bir orta yol bulunduğunu [bilirler].

51 - Enfeka fiili (ve nefekah ismi) Kur'an'da genellikle bu anlamda kullanılmaktadır.

68. Ve onlar ki, Allah'la beraber, asla birtakım düzmece tanrılara yalvarıp yakarmazlar; ve hukukî bir gerekçe olmadıkça (52) Allah'ın dokunulmaz kıldığı cana kıymazlar ve zina etmezler. Çünkü [bilirler ki,] bunlardan herhangi birini işleyen kimse, (53) bir kötülüğe bulaşmış olmakla [kalmayacak],

52 - Bkz. 6. sure, 148. not.

53 - Lafzen, "bunu [zâlike] işleyen/yapan kimse"; yani ayette sözü geçen üç tür günahtan herhangi birini işleyen kimse. (Zinâ sözcüğü için bkz. 24. sure, 2. not.)

69. [fakat] Kıyamet Günü'nde böyle birinin çekeceği azap kat kat artacak ve o Gün aşağılık bir durumda kalakalacaktır.
70. Şu kadar ki, pişman olup doğru yola dönen, inanıp dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan kimseler bunun dışındadır; bundan ötürü, [önceki] kötü hallerini Allah'ın iyi hallere dönüştürdüğü kimseler işte böyleleridir; çünkü Allah çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır.
71. Zaten kim ki tevbe eder ve [sonra da] dürüstçe, erdemlice davranırsa, gereği üzere Allah'a yönelen işte odur.
72. Onlar ki, yalan ve asılsız olandan yana şehadet etmezler; (54) boş ve anlamsız şeylerle [uğraşan kimselere] rastladıkları zaman yanlarından vekarla geçip giderler.

54 - Sözü geçen kimselerin ne kendilerinin yalancı şahitlik yaptıklarını (yani, ifadenin en geniş anlamıyla, ne yalan söylediklerini), ne de asılsız iddialara, yalana iftiraya dayanan herhangi bir işe, bir tertibe bilerek karıştıklarını dile getiren bir ifade (Râzî).

73. Ve onlar ki, kendilerine Rablerinin mesajları hatırlatıldığı zaman, körler(in) ve sağırlar(ın yaptığı) [gibi] (düşünüp anlamadan) onların üzerine üşüşmezler. (55)

55 - Bu ayeti açıklarken, Zemahşerî, halkın taklitçi çoğunluğunun ilahî mesaja sadece yüzeyde kalan bir heves ve heyecanla yaklaştığını, adeta görünüşü kurtarmak için "onun üzerine üşüştüğünü", ama gerçekte mesajı anlamak için en küçük bir çaba sarfetmediğini ve dolayısıyla onun muhtevası hakkında kör ve sağır kaldığını; oysa, Allah'tan yana gerçekten duyarlı ve bilinçli olan kimselerin mesajı anlamak için derin bir istek ve iştiyak gösterdiklerini ve bunun için de "onu can kulağıyla dinleyip açık bir zihinle kavramaya çalıştıklarını" belirtmektedir.

74. Ve onlar ki, "Ey Rabbimiz!" diye niyaz ederler, "Bize göz nûru olacak (56) eşler ve çocuklar bahşet; bizi Sana karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için örnek ve öncü yap!"

56 - Yani, doğru yolda yürüyerek.

75. İşte bunlar, güçlüklere göğüs germelerinden ötürü [cennette] üstün bir makamla mükafatlandırılıp orada dirlik ve esenlik nidâlarıyla karşılanacak olan kimselerdir!
76. (ve onlar) orada sonsuza kadar yaşayıp gideceklerdir; bu ne güzel bir varış yeri, bu ne üstün bir makam!
77. [İNANANLARA] de ki: "Dua ve yönelişiniz O'na olan inancınız için değilse, (57) Rabbim size niçin değer versin?" [Ve inkarcılara da de ki:] "Gerçek şu ki, siz [Allah'ın mesajını] yalanladınız: artık bu [günah] yakanızı bırakmayacaktır!" (58)

57 - Lafzen, "dualarınız için değilse". Du‘â' sözcüğünün, bu anlam akışı içinde, İbni ‘Abbâs (Taberî'nin kaydettiğine göre) "inanç"la eş anlamlı olduğunu söylemektedir.

58 - Yani, "tevbe etmedikçe, bu günah sizin öte dünyadaki ruhanî geleceğinizi tayin edecektir".

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: