Meal Seç / Sure Seç

Hadid Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

57 - Hadid
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
25. ayetinde "demir"in (hadîd) anılması ve bu kelimenin çağrışımları (bkz. aşağıda 42. not) Hz. Peygamber'in çağdaşlarını ve izleyicilerini öylesine etkiledi ki bu sure her zaman "içinde demirin geçtiği sure" olarak anılmaya başladı (Taberî). 10. ayette Mekke'nin fethine atıfta bulunulması, bu surenin vahyedildiği en erken tarihin H. 8. yılın sonu olduğunu gösterir.
1. GÖKLERDE ve yerde olan her şey Allah'ın sınırsız kudretini yüceltir: çünkü yalnız O'dur güç sahibi, hikmet sahibi!
2. O'nundur göklerin ve yerin mülkü; O'dur öldüren ve yaşatan; ve O'dur dilediğini yapmaya muktedir olan!
3. O, İlk ve Sondur; (1) hem Dış Görüntüdür hem İç Gerçeklik: (2) ve O, her şeyin bilgisine Sahiptir.

1 - Yani, O'nun varlığı öncesiz ve sonrasızdır; O'ndan önce hiçbir şey yoktu ve hiçbir şey O'nun gibi sonsuz olmayacaktır: birçok sahih nakilde kaydedildiği gibi bu yorum bizzat Hz. Peygamber'in kendisi tarafından yapılmıştır. Böylece, "zaman" da -insan anlayışının ötesindeki bir kavram olarak- bizâtihî Allah'ın yarattığı bir şeydir.

2 - Yani, O bütün mevcudatın aşkın Sebebidir (transcendental Cause) ve aynı zamanda, yarattığı her varlıkta (phenomenon) içkin (immanent)dir -karş. çok sık tekrarlanan Kur'ânî ifade (mesela 5. ayette): "bütün işler, [asıl kaynağı olan] Allah'a döndürülür"; Taberî'nin sözleriyle, "O, her şeye başka herhangi bir şeyin yakın olabileceğinden daha çok yakındır". Diğer -belki tamamlayıcı- bir karşılığı şöyle olabilir: "O hem Zâhir'dir, hem Bâtın", yani "O'nun varlığı, fiillerinin/eylemlerinin etki ve sonuçlarından açıkça anlaşılmaktadır (zâhir), halbuki O'nun bizâtihî kendisi, bizim duyularımızın kavrayamayacağı (ğayr-i mudrek) bir gerçekliktir" (Zemahşerî).

4. O, gökleri ve yeri altı çağda yaratmış ve kudret ve egemenlik tahtına oturmuştur. (3) O, hem toprağa giren ve ondan çıkan her şeyi, hem de gökten inen ve ona yükselenleri bilir. (4) Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir; ve Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.

3 - Karş. 7:54'deki benzer ifade ve ilgili not 43.

4 - Bkz. 34:2, not 1.

5. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; ve bütün işler, [asıl kaynağı olan] Allah'a döndürülür.
6. O, gündüzü kısaltarak geceyi uzatır, ve geceyi kısaltarak gündüzü uzatır; ve O, [insanların] kalpler[in]de olanı eksiksiz bilir.
7. ALLAH'A ve Elçisi'ne inanın ve O'nun size emanet olarak tevdî ettiği şeylerden başkaları için harcayın; (5) çünkü sizden imana eren ve [Allah yolunda] sınırsızca harcayanlar büyük bir mükafat göreceklerdir.

5 - İnsanın "sahip olduğu" her şeyin Allah'ın tevdî ettiği bir emanetten başka bir şey olmadığına işaret. Çünkü "göklerde ve yeryüzünde olan her şey O'na aittir", insan ise yalnız onların kullanımına yetkilidir.

8. Elçi, sizi Rabbiniz [olan Allah]a inanmaya çağırdığı ve O sizden bir taahhüt almış bulunduğu (6) halde neden Allah'a inanmazsınız? [Herhangi bir şeye] inanabildiğiniz halde (7) [O'na neden inanmıyorsunuz]?

6 - Allah'ın "söz/taahhüt alması", Allah tarafından insana bahşedilen ve her sağlıklı insanın Allah'ın yaratıcılığının tabiattaki bütün tezahürlerini gözlemlemek ve elçilerinin öğretilerine kulak vermek suretiyle Allah'ın varlığının gerçekliğini kavramasına imkan veren akıl melekesine bir işarettir (Zemahşerî). Bkz. bu bağlamda 7:172 ve ilgili not 139.

7 - Lafzen, "eğer mümin iseniz": Râzî'ye göre, "eğer sağlam kanıtlara sahip olan herhangi bir şeye inanabiliyorsanız".

9. [Bu] kuluna, sizi koyu karanlıktan aydınlığa çıkarmak için apaçık mesajlar indiren O'dur: çünkü Allah size karşı sonsuz şefkat sahibidir, rahmet kaynağıdır.
10. Göklerin ve yerin mirasının [tek başına] Allah'a ait olduğunu (8) gördüğünüz halde neden Allah yolunda sınırsızca harcamazsınız? İçinizden Fetih'ten önce (9) [Allah yolunda] harcayan ve savaşanlar [bundan kaçınanlar ile] eşit olmazlar: bu (önceki)lerin derecesi [Fetih'ten] sonra harcamaya ve savaşmaya başlayanların derecesinin üstündedir, halbuki Allah [kendi yolunda çaba sarf edecek] herkese en güzeli vaad etmiştir. (10) Ve Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

8 - Yani, "... her şeyin Allah'a ait olduğunu": bkz. yukarıdaki 5. not; ayrıca 15:23, not 22.

9 - Yani, Müslümanların hâlâ zayıf ve geleceklerinin belirsiz olduğu bir zamanda Mekke'nin H. 8. yıldaki fethinden önce.

10 - Yukarıdaki prensip, her dönemde zafere ulaşılmasından önce ve/veya sonra Allah yolunda gayret gösteren bütün müminlerin nisbî üstünlükleri için geçerlidir.

11. KİMDİR Allah'a güzel, bereketli bir borç verip onu kat kat fazlasıyla geri alacak olan? (11) Böyle [yapan]lar değerli ve anlamlı bir mükafat görecekler,

11 - Bkz. 2:245'deki benzer ifade ile ilgili not 234. Bu örnekteki anlam daha geniştir ve insanın hiçbir karşılık beklemeden, yalnızca Allah rızası için yapabileceği her şeyi kapsamaktadır.

12. bütün mümin erkekleri ve mümin kadınları önlerinde ve sağ taraflarında hızla yayılan ışık dalgalarıyla (12) göreceğin Gün, [o Gün onlar şu hitapla karşılanacaklar:] "Bugün size bir müjde (var): içinden ırmaklar akan, mesken edineceğiniz bahçeler! Bu, en büyük mazhariyettir!"

12 - Bkz. 74:39'daki ashâbu'l-yemîn ("sağdakiler/sağ taraftakiler") ifadesi ile ilgili not 25. "Sağ el" veya "sağ taraf" mecazı, Kur'an'ın birçok yerinde, "dürüstlük ve erdemlilik" ve bu nedenle "kutsanmışlık" anlamında kullanılmaktadır. Burada bu anlam, müminlerin önünde ve sağ taraflarında onların "Allah'ı bilmelerinin, yüksek ahlakî seviyelerinin ve kör bir idraksizlikten ve kötü fiillerden uzak olmalarının" bir sonucu olarak "hızla yayılan ışık" ile sembolize edilmiştir (Râzî).

13. O Gün ikiyüzlü erkekler ve kadınlar (13) imana ermiş olanlara: "Bizi bekleyin!" diyecekler, "Sizin nurunuzdan bir [parça] ışık alalım!" [Ama] onlara: "Geriye dönüp gidin ve [kendinize ait] bir ışık arayın!" (14) denilecek. Bunun üzerine onlar[la müminler] arasına kapısı olan bir duvar çekilecek: içinde rahmet ve şefkat bulunacak, dışında ise azap. (15)

13 - Burada, yalnızca doğrudan "ikiyüzlüler" (bu terime Batı dillerince verilen anlamda) değil, aynı zamanda inançlarında mütereddit ve ahlakî değerlerinde zayıf olmalarından dolayı kendi kendilerini kandırmaya eğilimli olan kimseler de kasdedilmektedir (bkz. 29:11, not 7).

14 - Yani, "Yeryüzünde yaşarken ışığı/aydınlığı aramış olmalıydınız".

15 - Burada gerçek müminler ile ikiyüzlüleri (veya inancı zayıf olanları) ayıran duvardaki kapının vurgulanması, ikinci grubun pişmanlık duymaları ihtimaline işaret etmektedir: karş. 40:12 ile ilgili 10. notta nakledilen meşhur Hadis. Mücâhid, (Taberî tarafından nakledildiğine göre) burada sözü edilen "duvar"ı 7:46'da zikredilen "engel/perde" (hicâb) ile özdeş görmektedir.

14. O[nun dışında kala]nlar, şu [içindeki]lere, "Sizinle değil miydik?" diye seslenecekler. Berikiler, "Evet öyleydi!" diye cevap verecekler, "Ama siz kendi kendinizi ayarttınız, (16) [inancınızda] tereddüt gösterdiniz; (17) [yeniden dirilme konusunda] şüpheye kapıldınız ve Allah'ın buyruğu ulaşıncaya kadar (18) kuruntunuz sizi yoldan çıkardı: çünkü, Allah hakkındaki ayartıcı düşünceler[iniz] sizi yanılgıya sürükledi! (19)

16 - Yani, "dünyevî kazançları arttırarak" veya "kişisel güvenliğiniz için korkuya kapılmak suretiyle" -her ikisi de hem yarım gönüllüleri hem de ikiyüzlüleri karakterize eder.

17 - İbni Zeyd (Taberî tarafından nakledildiğine göre) terabbestum fiilini böyle açıklar.

18 - Yani "ölünceye kadar".

19 - Bkz. 31:33'ün son cümlesi ile ilgili not 30.

15. "Ve böylece, bugün ne sizden, ne de hakikati [açıkça] inkar etmiş olanlardan hiçbir fidye (20) kabul edilmeyecek. Sizin varacağınız yer ateştir: o sizin [tek] sığınağınızdır; (21) ve ne kötü bir varış yeridir!"

20 - Yani, gecikmiş pişmanlığınız.

21 - Lafzen, "arkadaşınız" (mevlâkum) -yani, "onunla kendinizi arındırabileceğiniz ve bağışlatabileceğiniz tek şey": karş. 40:12 ile ilgili 10. notta zikredilen Hz. Peygamber'in sözü; ayrıca bkz. yukarıdaki not 15.

16. İMANA ermiş olanların kalplerinin Allah'ı ve [kendilerine] indirilen hakikati anarken acizliklerini fark etmelerinin zamanı gelmedi mi? (22) (Ve vakti gelmedi mi) kendilerine daha önce vahiy indirilmiş olanlara (23) ve zamanın geçmesiyle kalpleri katılaşarak çoğu [bugün] yoldan sapmış olanlara (24) benzememelerinin.

22 - Yani "Allah'ı ve O'nun vahyini hatırlamak, onları kibirlenmek yerine acizliklerini görmeye sevk etmez mi?" Bu "iman etme"ye karşı duyulan her türlü küçümsemeye ve büyüklük taslamaya karşı -kendilerini "sofu" gören bazı insanlara çok fazla bulaşan bir zaaf- güçlü bir uyarıdır.

23 - Bu, kendilerini "Allah'ın seçkin toplumu" olarak gören ve bu nedenle başından beri kendilerini O'nun rızasına mazhar olmuş sayan Yahudiler arasındaki kibirli ruhanîlere bir atıftır.

24 - Yani, bugün dinlerinin etik ilkelerine aykırı davrananlara: sahih itikadın amacının insanları boş bir övünmeye kapılmak yerine mütevazî olmaya ve Allah'a karşı sorumluluğunu hissetmeye sevk etmek olduğuna ve bu manevî tevazuun kaybolmasının her zaman moral bir kopuş/soysuzlaşma ile sonuçlandığına işaret.

17. [Ama] bilin ki Allah cansız hale gelen toprağa yeniden hayat verir! (25) Ve aklınızı kullanabilesiniz diye mesajlarımızı sizin için kolay anlaşılır kıldık.

25 - Müfessirlerin çoğunluğuna -ve özellikle Zemahşerî, Râzî ve İbni Kesîr'e- göre bu ifade, temelsiz bir övünmenin ve büyüklük taslamanın öldürdüğü kalplerde ilahî sorumluluk bilincinin yeniden uyanmasına temsîlî bir işarettir.

18. Hakikati tasdik eden (26) kadınlara ve erkeklere ve [böylece] Allah'a güzel bir borç verenlere gelince, onlara kat kat fazlası geri ödenecek, (27) ve [öteki dünyada] değerli bir mükafat kazanacaklar.

26 - Yahut: "karşılıksız olarak yardım eden" -bu [anlam değişikliği], sâd ve dâl sessizlerinin telaffuz şekline bağlıdır. Ayetin devamına bakıldığında benim verdiğim (ve Zemahşerî'nin de vurguladığı) anlam daha tercihe şayan görünmektedir. Ancak bu çevirinin de dayandığı Hafs b. Süleyman el-Esedî'nin kıraatında sözkonusu isimler mussaddikîn ve mussaddikât "karşılıksız yardımda bulunan kadınlar ve erkekler" olarak telaffuz edilmektedir.

27 - Bkz. yukarıdaki 11. ayet.

19. Allah'a ve Elçisi'ne inananlar, işte onlardır hakikate sahip çıkan ve Allah'ın huzurunda [ona] tanıklık edenler: (28) [böylece] onlar ödüllerini ve nurlarını elde edecekler! Hakikati inkara ve mesajlarımızı yalanlamaya şartlanmış olanlara gelince, onlar yakıcı ateşe mahkum olanlardır!

28 - Yani, her türlü fedakarlığa hazır olmalarıyla.

20. BİLİN Kİ [ey insanlar,] bu dünya hayatı, sadece bir oyundan, geçici bir eğlence ve güzel bir gösteriden, birbirinizle büyüklük yarışı[na girişmenizden] ve daha çok servet ve çocuk sahibi olma hırsın[ız]dan ibarettir. (29) Bu (dünya)nın durumu, [hayat getiren] yağmurun hikayesine benzer: (30) yağmurun yeşerttiği bitki, toprağı ekenlere (31) sevinç verir; ama sonra kurur ve sen onun sarardığını görürsün; sonunda toprak haline gelir. Ama öteki dünyada [insanın durumu ile ilgili ebedî hakikat açıkça ortaya çıkacaktır]: [ya] şiddetli azap, yahut (32) Allah'ın bağışlayıcılığı ve hoşnutluğu; çünkü bu dünya hayatı, kendini kandırmanın zevkin(i tatmak)tan başka bir şey değildir.

29 - Bu pasaj ile ilgili geniş yorumunda Râzî bu tür bir hayatın hor görülüp küçümsenemeyeceğini, çünkü onun Allah tarafından yaratıldığını belirtir: karş. 38:27 -"Biz göğü ve yeri ve ikisi arasındaki her şeyi bir anlam ve amaçtan yoksun yaratmış değiliz" ve 23:115 -"Sizi boş ve anlamsız bir oyun olsun diye yarattığımızı mı sanırsınız?" Hayat, bizâtihî Allah'ın bir armağanı ve Râzî'nin de işaret ettiği gibi her türlü nimetin potansiyel kaynağı olduğu halde duyarsız ve kör bir şekilde ve manevî değerleri ve endişeleri gözardı ederek, yani öteki dünyayı hiçe sayarak yaşanması halinde bu olumlu niteliğini tamamen yitirir.

30 - Lafzen, "... kıssası gibi[dir o].

31 - Bu, kâfir (çoğulu küffâr) isim-fiilinin Kur'an'da orijinal anlamıyla ("toprağı eken" anlamında) kullanıldığı tek yerdir. Bu karşılığın kökü ve türemesi için, kâfir teriminin ("hakikati inkar eden" anlamında) Kur'an'ın vahiy sürecinde ilk defa kullanıldığı 74:10 ile ilgili not 4'e bkz.

32 - Taberî'ye göre ve bağlacı burada ev ("yahut") anlamına sahiptir.

21. [Bu nedenle,] Rabbinizin bağışlayıcılığına nail olmak (33) ve [böylece] Allah'a ve Elçisine iman edenler için (34) hazırlanmış bulunan, gökler ve yer ka-dar geniş bir cenneti elde etmek yolunda birbirinizle yarışın: bu, Allah'ın dilediğine bağışladığı bir lütfudur; çünkü Allah sonsuz lütuf sahibidir.

33 - Yani, "şan-şöhret ve dünyevî mal-mülk için çabalamak yerine": hiç kimsenin hatalardan ve haksızlıklardan uzak olmadığı, bu sebeple herkesin Allah'ın bağışlayıcılığına muhtaç olduğu gerçeğine vecîz bir işaret. (Karş. 24:31 ile ilgili not 41.)

34 - Gerçek müminleri karakterize eden tevazuun daha ileri bir şekli için bkz. 3:133-135.

22. HİÇBİR musibet, daha önce buyruğumuzda [öngörülmüş] olmadıkça ne yeryüzünün ne de sizin başınıza (35) gelmez: şüphesiz bu (36) Allah için kolay (bir iş)tir.

35 - Yani, "yeryüzüne veya bütün insanlığa yahut münferit olarak herhangi birinize": tabii yahut beşerî/insan-ürünü anî altüst oluş ve çöküşe; ve hastalıktan, ahlakî yahut maddî yoksunluktan doğan münferit sıkıntılara işaret.

36 - Yani, Allah'ın bir olayı dilemesi ve onu gerçekleştirmesi.

23. [Bunu bilin ki,] elinizden kaçan [iyi ve güzel] şeylere üzülmeyesiniz ve elinize geçen [iyi ve güzel] şeylerle de [boş yere] şımarmayasınız: (37) çünkü Allah, kendini beğenip küstahça davrananları (38) sevmez,

37 - Böylece, ne vuku bulduysa vuku bulmak zorunda olduğunu -vuku bulmamasının mümkün olmadığını- çünkü onun Allah tarafından akıl-sır ermez planı uyarınca irade edildiğini bilmesi, gerçek bir mümini, karşılaşacağı her türlü iyi yahut kötü şeyi bilinçli bir tevekkül ile karşılamaya sevk etmektedir.

38 - Yani, durumlarının iyiliğini kendi üstünlüklerine veya "şansları"na bağlayanları.

24. ki onlar [Allah'ın nimetleri üzerinde] cimrilik edip başkalarına da cimrice davranmayı tavsiye ederler! (39) Ve sırtını [bu hakikate] çevirenler (40) [bilsin ki] Allah kendi-kendine yeterlidir, bütün övgülere layıktır!

39 - Karş. 4:36'nın son cümlesi ve 37. ayetin tümü.

40 - Yani, meydana gelen her şeyin Allah tarafından irade edilmiş olduğunu kabul etmek istemeyenler.

25. Doğrusu, [daha önce de] elçilerimizi [bu] hakikatin bütün kanıtları ile gönderdik; ve onlar aracılığıyla (41) vahyi bağışladık [ve böylece, doğru ile eğriyi tartabilmeniz için size] bir terazi [verdik] ki insanlar adaletle davranabilsinler; ve [size] içinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri (42) [kullanma yeteneği] bağışladık: [bütün bunlar size verildi ki] Allah, O'nun ve Elçisi'nin yolunda yürüyenleri (43) ayırabilsin, [Kendisi] insan kavrayışının ötesinde olsa bile.44 Şüphesiz Allah güçlüdür, kudret sahibidir.

41 - Lafzen, "onlar ile".

42 - Allah, insana doğru ile yanlış arasında ayırım yapma yeteneği vermesinin (ki bütün ilahî vahiylerin nihaî amacı budur) yanısıra, onu yeryüzündeki doğal kaynakları kendi yararına kullanma yeteneği ile de donatmıştır. Bu yeteneğin en göze çarpan sembolü, insanın bütün canlı varlıklar arasında yalnız kendisine özgü olan araç yapma becerisidir; ve her türlü araç yapımının -ve doğrusu, bütün beşerî teknolojilerin- başta gelen maddesi demirdir: yeryüzünde bolca bulunan ve hem yapıcı hem de yıkıcı amaçlar için kullanılabilen tek metal. Demirde mevcut olan "müthiş güç" (be's şedîd), sadece savaş araçlarının yapımında değil, aynı zamanda, daha karmaşık bir şekilde, insanın, makineyi insan varoluşunun temeli sayan ve içinde taşıdığı karşı konulmaz dinamizmiyle insanın tabiat ile bütün derunî bağlantılarını koparan yüksek teknolojiyi geliştirme eğiliminde de kendini gösterir. Modern hayatın en bariz yüzünü oluşturan bu hızlanan makineleşme süreci, insan toplumunun temel yapısını tehdit etmekte ve böylece "ilahî rehberlik" kavramında anlamını bulan bütün manevî/ahlakî ve ruhî duyarlıkların giderek kaybolmasına sebep olmaktadır. Kur'an insanı bu tehlikeye karşı uyarmak için, yanlış kullanıldığı takdirde "demir"in taşıdığı potansiyel kötülüğü (be's), başka bir deyişle, insanın teknolojik yaratıcılığının sarsıcı/yıkıcı hale gelerek, ruhsal bilincini gölgelemesine ve sonuçta bütün bireysel ve sosyal mutluluk imkanlarını yok etmesine yol açması tehlikesini -sembolik ve mecazî olarak- vurgulamaktadır.

43 - Lafzen; "O'na ve Elçisine yardım edenleri", yani Allah'ın ve Elçisinin yolunda yürüyenleri. Bunun anlamı, yalnızca Allah'ın maddî ve manevî nimetlerini doğru amaçlar için kullananların "gerçek müminler" olarak tanımlanabilecekleridir.

44 - Bkz. 2:3, not 3.

26. Gerçekten, [aynı amaçla (45) ] Nûh'u ve İbrahim'i [elçilerimiz olarak] gönderdik ve soylarından gelenlere peygamberlik ve vahiy verdik; onların bir kısmı doğru yoldaydı, ama çoğu da yoldan sapmıştı.

45 - Yani, insana doğru ile yanlışı ölçebileceği bir terazi vermek ve böylece onun adaletle davranabilmesini sağlamak için (bkz. önceki ayet).

27. Ve sonra onların ardından öteki elçilerimizi gönderdik; ve [zaman içinde] arkalarından kendisine İncil verdiğimiz (46) Meryem oğlu İsa'yı gönderdik; o'na [sadık bir şekilde] uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Ruhbanca riyazete gelince, (47) Biz onlara bunu emretmedik: Allah'ın rızasını kazanmak arzusuyla onu kendileri uydurdu. (48) Ama sonra ona, [her zaman,] gerektiği gibi (49) uymadılar: böylece Biz, [gerçekten] iman etmiş olanlara karşılığını verdik, ama onların çoğu yoldan çıkmışlardı. (50)

46 - Bkz. sure 3, not 4.

47 - Rahbâniyye terimi, çoğunlukla bu dünya hayatında hiçbir değerin bulunmadığını iddia etmeye kadar varan ruhbanca bir hayat anlayışı ile mübalağalı bir zühdü (asceticism) -Hristiyanlığın ilk döneminin belirgin özelliği olan ama İslam'ın tasvip etmediği bir tavır- birleştirir (karş. 2:143 -"Sizin ölçülü ve dengeli bir toplum olmanızı istedik"- ve ilgili not 118).

48 - Yahut: "Onu kendileri uydurdu, [çünkü] Biz onu kendilerine emretmedik: [Biz onlara] sadece Allahın rızasını arama[yı emrettik]". Bu her iki çeviri de aynı ölçüde uygundur ve birçok klasik müfessir tarafından da böyle değerlendirilmiştir. Benim kabul ettiğim çeviri, Sa‘îd b. Cubeyr ile Katâde'nin (her ikisi de Taberî ve İbni Kesîr tarafından kullanılmıştır) yorumlarına paralel düşmektedir.

49 - Yani, onların tümü onu doğru şekilde anlamış/müşahede etmiş değildir (Taberî, Zemahşerî, İbni Kesîr), çünkü zaman içinde onların çoğu -yahut, daha doğrusu, ilk zâhidlerden (ascetics) sonra gelenlerin büyük kısmı (Taberî)- Teslis ve Allah'ın Hz. İsa'da tecessümü doktrinlerini kabul etmek ve boş bir şekilciliğe saplanmak suretiyle bağlılıklarını bozdular (Râzî).

50 - Zımnen "ve rahmetimizden yoksun bırakılmışlardı".

28. SİZ EY imana ermiş olanlar! (51) Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın ve O'nun Elçisi'ne inanın, ki O, size rahmetinden iki kat versin ve sizin için (aydınlığında) yürüyeceğiniz bir ışık yaksın ve [geçmiş günahlarınızı] bağışlasın: çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

51 - Bir önceki pasajdan ve 29. ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, bu şekilde hitab edilen toplum, geçmiş vahiylerin mensupları (ehlu'l-kitâb) ve özellikle Hz. İsa'nın sadık -yani muvahhid- izleyicileridir.

29. Ve geçmiş vahiylerin mensupları bilsinler ki (52) Allah'ın lütfu üzerinde hiçbir güçleri yoktur; (53) bütün lütuf [yalnızca] Allah'ın elindedir: onu dilediğine verir; Allah sonsuz lütuf sahibidir.

52 - Lafzen, "geçmiş vahiylerin [yani Kitâb-ı Mukaddes'in] mensupları bilsinler diye".

53 - Yani, kendilerinin Allah'ın hiçbir nimeti üzerinde özel bir imtiyaza sahip olmadıklarını bilsinler -ki "nimet" terimi, bu bağlamda ilahî vahyin indirilmesine ilişkindir. Bu ifade, ilk bakışta, peygamberlik makamının İsrailoğulları'nın özel bir "imtiyaz"ı olduğu düşüncesiyle Muhammed (s)'e indirilen vahyi reddeden Yahudilere ve aynı zamanda Kitâb-ı Mukaddes'in izleyicileri olarak bu temelsiz iddiayı zımnen kabul etmiş olan Hristiyanlara seslenmektedir.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: