Meal Seç / Sure Seç

Hasr Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

59 - Hasr
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu surenin büyük bölümü (2-17. ayetler), doğrudan veya dolaylı olarak, Medine'deki İslam toplumu ile Yahudi Benî Nadîr kabilesi arasındaki çekişmeyi ve bu kabilenin daha sonra Medine'den sürülmesini konu almaktadır. Hz. Peygamber, kendisinin ve arkadaşlarının Medine'ye hicretlerinden kısa bir süre sonra Benî Nadîr ile bir antlaşma imzaladı. Buna göre Benî Nadîr, Müslümanlar ile müşrik Kureyşliler arasındaki çatışmada tarafsız kalacaktı. Müslümanların H. 2. yılda Bedir Savaşı'nda kazandıkları zaferden sonra sözkonusu Yahudi kabilesinin liderleri, kendiliklerinden, Muhammed (s)'in gerçekten Tevrat'ta geleceği haber verilen Peygamber olduğunu ilan ettiler. Ama bir yıl sonra, Müslümanların Uhud'da yenilginin eşiğinden dönmelerinin ardından (bkz. sure 3, not 90) Benî Nadîr, Peygamber Muhammed (s) ile yaptıkları antlaşmaya ihanet ettiler ve İslam toplumunu kesin bir şekilde ortadan kaldırmak niyetiyle Mekkeli Kureyşliler ile ittifak oluşturdular. Bunun üzerine Hz. Peygamber önlerine bir alternatif koydu: ya savaş yahut bütün mal-mülkleri ile Medine'den ayrılma. Eğer bu ikinci ihtimali kabul ederlerse, her sene dönüp kendi mülklerinde kalacak olan hurma ağaçlarının ürününü toplayabileceklerdi. Görünüşte bu ikinci şıkkı kabul eden Benî Nadîr, on günlük bir mühlet istedi ve bu istekleri kabul edildi. Bu arada, başlarını Abdullah b. Ubeyy'in çektiği Medine Arapları arasındaki münafık bir grup ile gizlice bir tuzak hazırladılar. Abdullah b. Ubeyy, onlara, şehrin kenar mahallelerindeki müstahkem meskenlerinde kalmaları halinde ikibin savaşçı ile silahlı destek vereceğini vaad etmiş ve şöyle demişti: "O zaman evlerinizi terk etmeyin; eğer Müslümanlar size karşı savaşırlarsa sizinle omuz omuza savaşırız, onlar sizi sürmeyi başarırlarsa sizinle birlikte biz de Medine'yi terk ederiz". Benî Nadîr bu tavsiyeye uyarak Hz. Peygamber'e isyan ettiler ve silaha sarıldılar. Çıkan çatışmada Müslümanlar, onların kalesini -fiili bir savaş olmadan- yirmibir gün boyunca kuşatma altında tuttular; ama Abdullah b. Ubeyy'in adamlarından vaad edilen yardım gelmeyince Nadîr H. 4. yılın Rabî‘ul-evvel ayında teslim oldu ve barış teklif etti. Medine'yi terk etmeleri, bütün taşınabilir mallarını beraberlerinde götürmeleri, ama silahlarını almamaları şartıyla barış kabul edildi. Kabile mensuplarının çoğu, yaklaşık altıyüz develik bir kervan ile Suriye'ye göç ettiler; yalnızca iki aile Hayber vahasında yerleşmeyi tercih etti; birkaç kişi de Aşağı Mezopotamya'daki Hîra'ya kadar gitti. Onların gidişinden sonra, bu surenin 7-8. ayetlerinde gösterildiği üzere, tarlaları ve ağaçlarına el konularak çoğu muhtaç Müslümanlar arasında dağıtıldı, geri kalanı da bütün olarak İslam toplumunun ihtiyaçları için ayrıldı. Kur'an'da her zaman yapıldığı gibi, bu tarihî atıflar, manevî bir hakikati resmetmeyi amaçlamaktadır: bu örnekte, müminlerin -sayı, zenginlik ve teçhizat açısından zayıf olsalar da- Allah'a karşı sorumluluklarının bilincine hakkıyla sahip oldukları sürece muhaliflerine karşı üstünlük sağlamalarının mukadder olduğu gerçeği anlatılmaktadır: çünkü, bu surenin ilk ve son ayetlerinin bildirdiği gibi, "Yalnız O'dur, izzet ve hikmet sahibi." Surenin nüzul tarihi H. 4. yıldır. Geleneksel başlığı, 2. ayetinde geçen haşr ("[savaş için] toplanma") ifadesinden alınmıştır. Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in bazı arkadaşları ise -mesela Abdullah b. ‘Abbâs- bu sureden Sûratu beni'n-nadîr (Benî Nadîr Suresi) olarak bahsetmişlerdir (Taberî).
1. GÖKLERDE ve yerde olan her şey Allah'ın sınırsız şanını yüceltir: çünkü yalnız O'dur izzet ve hikmet sahibi.
2. Hakikati inkara şartlanmış olan geçmiş vahyin mensuplarını [savaş için] ilk toplanmalarında yurtlarından çıkaran O'dur. (1) Siz [ey müminler,] onların [hiçbir direnme göstermeden] bırakıp gideceklerini düşünmediniz; onlar da kalelerinin kendilerini Allah'a karşı koruyacağını sandılar: ama Allah onlara hiç beklemedikleri bir tarzda vurdu (2) ve kalplerine korku saldı; onlar [böylece] yurtlarını kendi elleriyle ve müminlerin eliyle yok ettiler. (3) Öyleyse bundan ders alın siz ey derin kavrayış sahipleri!

1 - Bu ve bundan sonraki tarihî atıflar için bkz. bu surenin giriş notu. Benî Nadîr kabilesi -ki, Yahudi olmaları hasebiyle doğal olarak ehlu'l-kitâb ("geçmiş vahyin mensupları") olarak tanımlanırlar- burada "hakikati inkara şartlanmış olanlar" (ellezîne keferû, bkz. 2:6, not 6) olarak vasıflandırılmışlardır, çünkü daha önce Hz. Peygamber'in gerçekten kendi kutsal metinlerinde bildirilen (Tesniye xviii, 15 ve 18) Allah'ın Elçisi olduğunu kabul etmiş olmalarına rağmen daha sonra ihanet ederek o'na karşı çıkmışlardı.

2 - Lafzen, "[imkan dahilinde] görmedikleri bir yerden": Abdullah b. Ubeyy'in son anda, beklenmedik bir şekilde onların yardımına gelmekten vazgeçmesine işaret.

3 - Giriş notunda açıklandığı gibi, Benî Nadîr, başlangıçta İslam toplumu ile karşılıklı olarak birbirlerine karışmama ilkesine dayalı bir antlaşma yapmışlardı ve buna göre Medine'de Müslümanlar ile dost olarak yaşayacaklardı. Ancak daha sonra, Müslümanlara açık bir düşmanlık beslemeye başladıkları ve (bu nedenle) göç etmeye zorlandıkları zaman bile tarlalarının mülkiyetini muhafazaya izin verilmişti. Ama ardından, ihanetleri sebebiyle, hem vatandaşlık haklarını hem de toprakları üzerindeki mülkiyet haklarını kaybettiler ve böylece "yurtlarını kendi elleriyle yok ettiler".

3. Allah onlar için sürülmeyi takdir etmemiş olsaydı, bu dünyada onları [daha büyük] bir azaba çarptırırdı; öteki dünyada ise onları ateşin azabı beklemektedir:
4. bu, Allah ve Elçisi ile bağlarını koparmalarından dolayıdır; (4) Allah ve Elçisi ile (böylece) bağını koparana gelince; şüphesiz Allah'ın misillemesi çetindir!

4 - Benî Nadîr'in bu şekilde suçlanması konusunda bkz. yukarıdaki not 1. Şâkkû fiilini "bağlarını kopardılar" şeklinde çevirmem konusunda bkz. 8:13, not 16.

5. [Onların] hurma ağaçlarından her ne kestiyseniz [ey müminler,] veya kökleri üzerinde her ne bıraktıysanız, hepsi Allah'ın izniyle [olmuştu] (5) ve O'nun yoldan çıkanları cezalandırması içindi.

5 - Yani, Benî Nadîr'in kalesine karşı askerî operasyonları kolaylaştırmak için (Abdullah b. Mes‘ûd, Zemahşerî tarafından nakledilmiştir). Ama bu tür şiddetli askerî saldırılar dışında, düşman mülkünün ve özellikle ağaçların ve ürünlerinin tamamen tahrip edilmesinin Hz. Peygamber tarafından yasaklanmış olduğu (Taberî, Beğavî, Zemahşerî, Râzî, İbni Kesîr) ve böylece İslam Hukuku'nun temel bir parçası haline geldiği unutulmamalıdır.

6. Yine [hatırlayın:] düşmandan (6) [ganimet olarak] ne alındıysa Allah hepsini Elçisi'ne devretti, onu (elde etmek) için at veya deve sevk etmek zorunda kalmadınız: (7) ama Allah elçilerini kimi dilediyse onlara üstün kılar; Allah dilediğini yapmaya kâdirdir.

6 - Lafzen, "onlardan", yani Benî Nadîr'den.

7 - Yani, "onun için savaşmak zorunda kalmadınız, çünkü düşman savaşa girmeden teslim olmuştu". Fey' terimi (fâe fiilinden türetilen bir isim, "[bir şeyi] iade etti" veya "[onu] geri çevirdi") Kur'an'da ve Hadisler'de, özellikle fiilî çatışma başlamadan silahlarını bırakmış olan düşmandan barış şartı olarak elde edilen savaş kazançları -toprak veya tazminat veya (nakdî) fidye olabilir- için kullanılmaktadır (Tâcu'l-‘Arûs).

7. Bu beldelerin halkından [ganimet olarak] ne alındıysa Allah, hepsini Elçisi'ne devretti, [ganimetin tümü,] Allah'a ve Elçisi'ne, (8) [ölen müminlerin] yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir; (9) (böyle yapıldı) ki o, içinizden [zaten] zengin olanlar arasında dolaşıp duran [bir servet] haline gelmesin. Bu nedenle, Elçi (10) size [ondan] ne kadar verirse [gönülden] kabul edin ve size vermediği şey[i istemek]ten kaçının; ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: çünkü Allah misillemesinde çetindir.

8 - Yani, münferit Müslüman savaşçılara ait değil. Kur'an'da çok sık rastlandığı gibi, buradaki "Allah ve Elçisi" ifadesi, İslam dâvâsından ve onun adına Kur'an ilkelerine ve Hz. Peygamber'in öğretilerine göre toplumu yöneten İslam hükümetinden kinâye olarak kullanılmaktadır.

9 - Karş. 8:41, fiilî bir savaşta elde edilen ve yalnız beşte biri yukarıdaki beş kategori için ayrılması gereken ganimet ile ilgili ayet (bkz. 8:41, not 41). Bu tür ganimetlerden farklı olarak fey' şeklinde elde edilen menfaatlerin tamamı yukarıdaki beş grup için kullanılmalıdır. İbnu's-sebîl terimi ("yolcu") konusunda bkz. sure 2, not 145.

10 - Ve onun adına, sonraki zamanlarda, İslam devletinin başkanı, ki -kritik durumlarda- "Allah ve Elçisi"nin payının toplumun ortak refahı için nasıl kullanılması gerektiğine karar verecektir.

8. [Böylece, bu ganimetlerin bir kısmı] zulüm ve kötülük diyarını terk etmiş olanlar (11) arasındaki yoksullar[a verilecektir:] yurtlarından ve mülklerinden sürülmüş, Allah'ın lütfunu ve rızasını arayan ve Allah'a ve Elçisi[nin dâvâsı]na yardım edenler: sözlerinde duranlar işte onlardır!

11 - Muhâcirûn ("göç edenler") teriminin bu çevirisi için bkz. sure 2, not 203.

9. Onlardan önce (12) bu yöreyi yurt edinmiş ve (gönüllerine) imanı yerleştirmiş olanlar [arasındaki yoksullara da ganimetin bir kısmı verilecektir], bir sığınak arayışı içinde kendilerine gelenlerin hepsini seven ve başkasına verilmiş olanlara karşı kalplerinde hiçbir haset olmayan, aksine kendileri yoksulluk içinde bulunsalar bile diğerlerini kendilerine tercih edenler: (13) işte böyleleri, açgözlülükten korunanlardır, onlardır mutluluğa ulaşacak olanlar! (14)

12 - Yani, "zulüm ve kötülük diyarını terk etmiş olanların" gelişinden önce (bkz. sonraki not).

13 - Bu, ilk olarak, Hz. Peygamber'in ve Mekkeli arkadaşlarının Medine'ye gelmelerinden önce İslam'a girmiş olan ve Medine'ye göç edenleri bütün cömertlikleriyle/şefkatleriyle kucaklayarak evlerini ve servetlerini kardeşleriymiş gibi onlarla paylaşmış olan Medine'nin tarihî Ensâr'ını ("yardım edenler") kapsar. Daha geniş anlamda ise, aynı zamanda İslam bayrağı altında özgürlük ve güvenlik içinde yaşayan ve inancının gereğini yaşayabilmek için öz yurdunu terketmek zorunda kalmış bulunan kimseleri kucaklamaya hazır olan her dönemdeki müminlere işaret eder.

14 - Böylece, cimrilik, açgözlülük ve ihtiras, burada, insanın hem bu dünyada ve hem de öteki dünyada mutluluğu elde etmesinin önündeki başlıca engeller olarak gösterilmişlerdir (karş. sure 102).

10. Onlardan sonra gelenler, (15) "Ey Rabbimiz!" diye yalvarırlar, "Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve imana ermiş olan[lardan hiçbiri]ne karşı kalplerimizde yersiz ve uygunsuz düşünce veya duygulara yer bırakma. Ey Rabbimiz! Sen şefkat Sahibisin, rahmet kaynağısın!"

15 - Yani, Kur'an'a ve onu getiren Peygamber'e iman etmiş herkes (Râzî).

11. [GERÇEK duygularını] her zaman gizleyenlerin, (16) geçmiş vahiylerin mensupları arasındaki inkarcı yandaşlarına, (17) "Eğer buradan sürülürseniz biz de kesinlikle sizinle geleceğiz ve size karşı olan hiç kimseye kulak vermeyeceğiz; ve size savaş açılırsa mutlaka yardımınıza geleceğiz" dediklerinden haberin yok mu? Ama Allah, onların göz göre göre yalan söylediklerine şahitlik yapar:

16 - Yani, Medine'nin ikiyüzlüleri (bkz. Giriş notu ve bir sonraki not).

17 - Benî Nadîr'e. Sonraki ayetin ifade tarzından anlaşılmaktadır ki bu pasajın tümü (ayet 11-14) Müslümanların Nadîr hedeflerine karşı fiilî bir harekata girişmelerinden önce nazil olmuştur: 12-14. ayetler henüz vuku bulmamış bir olayı önceden haber veren gaybî nitelikteki ayetler olabilir (Zemahşerî). Alternatif olarak, bu pasaj, hakikati açıkça inkar eden bir toplum ile ne manevî bir öğretiye bağlanma arzusuna ne de inançsızlıklarını açıkça ilan etme ahlakî cesaretine sahip olmayan yarım-gönüllü kaypaklar arasındaki bütün "ittifak"larda mevcut bulunan sakatlığa ve anlamsızlığa işaret eden daha geniş, zamanlar üstü bir muhtevaya da sahiptir.

12. [çünkü] eğer [kendilerine karşı taahhüt altına girdikleri] o kimseler gerçekten sürülürlerse onlarla birlikte gitmezler; ve onlara savaş açıldığında yardımlarına gelmezler; yardım et[meye çalış]salar bile sonra arkalarını dön[üp kaç]arlar ve sonunda [kendileri de] bir yardım görmezler.
13. Evet, [ey müminler,] siz onların kalplerine Allah [korkusun]dan da daha şiddetli bir korku salarsınız: çünkü onlar hakikati kavramaktan aciz bir topluluktur. (18)

18 - Onlar Allah'a inanmadıklarından yahut en azından inanç konusunda yarım-gönüllü olduklarından, bu dünyada karşılaşacakları maddî/somut tehlikeler onları Allah'ın nihaî yargısı düşüncesinden daha fazla korkutur.

14. Onlar ittifak içinde oldukları zaman [bile], ancak sağlam kaleler içinden veya surlar arkasından savaşırlar. (19) Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir; sen onları birlik sanırsın, halbuki [aslında] kalpleri [birbirlerine] karşı soğuktur: çünkü onlar akıllarını kullanmayan bir topluluktur. (20)

19 - Bunun anlamı şudur: "Onlar size karşı gerçekten birleşik bir cephe kurmuş olabilseler bile -ki bunu başaramadılar- yalnızca sağlam gördükleri ‘mevziler'de kalarak seninle savaşmaya devam ederler."

20 - Zımnen, "kendileri için iyi olan şeyi yapabilmek açısından": doğru bir inanışa ve sağlam ahlakî ölçülere sahip olmayan bir halkın kendi aralarında gerçek bir birliğe asla ulaşamayacaklarına ve birbirlerine karşı her zaman saldırgan davranacaklarına işaret.

15. [Ey müminler, düşmanlarınızın her ikisinin akibeti de (21)] onlardan kısa bir süre önce, kendi yaptıklarından doğan felaketi tatmış olanlar(ınki) (22) gibi [olacak]tır, ve onları [öteki dünyada daha şiddetli] bir azap beklemektedir:

21 - Bu parantez içi ifade -ki hem doğrudan inkarcılar hem de ikiyüzlüler ile bağlantılıdır- 17. ayette ikil (tesniye) formun kullanılması ile teyid edilmektedir.

22 - İlk bakışta bu ifade, Bedir Savaşı'nda müşrik Kureyş'in uğradığı akibete (Zemahşerî), veya bazı otoritelere göre (Taberî tarafından nakledilmiştir) Yahudi Benî Kaynuk①kabilesinin ihanetine ve ardından H. 2. yılın Şevvâl ayında Medine'den kovulmalarına işaret etmektedir. Ama daha geniş bir açıyla -daha sonraki iki ayetin de açıkça gösterdiği gibi- bakıldığında anlamın daha genel olduğu ve herhangi bir özel döneme veya tarihî olaya özgü olmadığı anlaşılır.

16. tıpkı Şeytanın insana: "Hakikati inkar et!" deyip [insan da] inkar edince, "Bak, ben senden, (senin yaptıklarından) sorumlu değilim: ben bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım!" (23) dediği zaman[ki] gibi.

23 - Karş. 8:48 ve ayrıca 14:22 ve ilgili dipnotlar.

17. Böylece, sonunda ikisi de, [hem hakikati inkar edenler, hem de ikiyüzlüler,] (24) kendilerini yerleşip kalacakları bir ateşte bulacaklar: çünkü zalimlerin cezası budur.

24 - Lafzen, "her ikisinin sonu (‘âkibet)i, ... olacaktır."

18. SİZ EY imana ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; herkes yarın için ne hazırladığına baksın! Ve [bir kez daha:] Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır;
19. ve Allah'tan habersiz olan, bu nedenle Allah'ın da kendileri [için neyin iyi olduğu]ndan habersiz bıraktıkları gibi olmayın: [çünkü] onlar gerçekten sapmış olanlardır! (25)

25 - Yani, Allah'ın insana bağışladığı akıl melekesini kasıtlı bir şekilde yanlış kullanmakla ve -O'ndan gafil olmanın sonucunda- kendi ruhî potansiyelini boşa harcamak suretiyle.

20. Ateşe mahkum edilmiş olanlar ile cenneti hak etmiş olanlar bir olamaz: cenneti hak etmiş olanlar, [Hesap Günü] kurtuluşa erecek olanlardır!
21. BU KUR'AN'I bir dağa indirmiş olsaydık, dağın ezilip büzülerek Allah korkusuyla paramparça olduğunu görürdün. (26) Ve işte [bütün] bu temsîlleri, belki düşün[meyi öğrenebil]irler diye insanların önüne koyuyoruz.

26 - Yani, Allah'a ve bütün manevî/ahlakî sınırlara/değerlere karşı gaflet içinde bulunmakla, ruhen, hareketsiz bir dağdan daha fazla cansız olanların tersine.

22. ALLAH O'dur ki O'ndan başka ilah yoktur: O, yaratılmışların kavrayış alanı dışındaki şeyleri de, duyuları yahut akıllarıyla kavrayabildiklerini (27) de tek bilendir: O, Rahmân ve Rahîm.

27 - Bkz. 6:73'ün ikinci paragrafı ile ilgili not 65.

23. Allah O'dur ki O'ndan başka ilah yoktur: Mutlak Hakim, Kutsal, Kurtuluşun Tek Kaynağı, (28) İman Bağışlayan, Doğru ile Yanlışın Tek Belirleyicisi, (29) Üstün, Eğriyi Düzeltip Doğruyu İhya Eden, (30) Bütün İhtişamın Sahibi! Şanı yüce olan Allah, insanların ilahlık yakıştırdıkları her şeyden münezzehtir.

28 - Lafzen, "Kurtuluş" (selâm): bkz. sure 5, not 29.

29 - Muheymin'in bu karşılığı için bkz. bu terimin Kur'an için kullanıldığı 5:48 ve buna ilişkin not 64.

30 - Cebera fiili -cebbâr ismi bunun bir türevidir- "doğrultmak/düzeltmek" veya "iyileştirmek/ihya etmek" (mesela, bir yaralanma veya hastalıktan sonra onu iyileştirmek yahut bir beladan onu kurtarmak) ile "zorlama" veya "[bir kimseyi veya bir şeyi] iradesine/isteğine tâbi kılma" kavramlarının bir bileşimi olduğundan, Allah için kullanıldığında, Cebbâr en doğru olarak yukarıdaki gibi çevrilebilir.

24. O, Allah'tır, Yaratıcı, bütün özlere ve görüntülere şekil veren Yapıcı! (31)

31 - Bu, Beydâvî'nin yorumudur. İki ayrı terim olan Bâri' ("yapıcı/yapan") ile Musavvir ("şekil verici," yani bütün formlara ve görüntülere) burada bir bütün oluştururlar.

32 - El-esmâu'l-husnâ'nın bu şekildeki çevirisi için bkz. sure 7, not 145.
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: