Meal Seç / Sure Seç

Hicr Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

15 - Hicr
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Suyûtî'ye göre bu sure 12. sureden (Yûsuf) kısa bir süre sonra, bir başka deyişle, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önceki son yılın içinde vahyedilmiştir. Surenin 87. ayetinin Medine'de vahyedildiği yolunda Râzî'nin kaydettiği görüş güvenilir herhangi bir doğrulamadan yoksun olduğu için rahatlıkla gözardı edilebilir.Aynı döneme ait çoğu surede olduğu gibi, Hicr suresinde de başlıca tema Allah'ın yaratma etkinliğinin ya da vasfının açık delil ve alametleriyle izharı ve Allah tarafından vahiy yoluyla, özellikle 9. ayetle bildirildiği üzere, bütün çağlar için tahrifata karşı korunacağı duyurulan Kur'an'ın vahyi yoluyla insana bahşedilen hidayet olgusudur. Surenin ismi 80. ayette geçen ve Arabistan'ın Hicr adıyla bilinen bölgesiyle alakalıdır. Bu isim, açıktır ki, sözü geçen bölge hakkında hatırlanmayacak kadar eski zamanlardan beri anlatılagelen birtakım efsane ve menkıbelerden dolayı sureye isim olarak Hz. Peygamber'in yakın arkadaşlarınca uygun görülmüştür. Bu sözcüğün, ("taşlı bölge" ya da bazılarına göre "yasak bölge/yasaklanmış arazi" anlamına) bir tavsif değil, fakat bir yer ismi olduğu, bu ismi taşıyan ve uzun zamandan beri yeryüzünden silinmiş olan eski bir kasabanın Ptolemy tarafından "Hegra" ve Pliny tarafından "Egra" olarak kaydedilmiş olmasından da bellidir. Biz de bu durumu gözönüne alarak surenin ismini tercüme yoluna gitmeyip özel bir isim olarak olduğu gibi bıraktık.
1. Elif-Lâm-Râ. (1) BUNLAR ilahî kitâbın -kendisi açık olan ve hakkı açıkça gösteren bir ilahî okuma metninin- ayetleridir. (2)

1 - Bkz. Ek I.

2 - Mübîn sıfatıyla ilgili bu uzun çeviri cümlesi hk. bkz. 12. sure, 2. not. Yukarıdaki anlam örgüsü içinde kur'ân terimi (ki, el belirtme takısı almadığı her yerde "okuma parçası" ya da "okunacak metin" anlamını işaret etmektedir) ve bağlacından sonra geliyor; basit anlamıyla "ve" demek olan bu bağlaç, burada mevcut, bilinen ilahî kelâmı (el-kitâb) vurgulamak için kullanıldığından tercümede, sözkonusu cümlenin anlamını etkilemeksizin hazfedilebilir (kaldırılabilir).

2. Bir vakit gelecek ki, [şimdi] bu gerçeği inkara kalkışanlar, keşke [dünya hayatındayken] Allah'a boyun eğip teslim olsaydık diye yerinecekler. (3)

3 - Bu vahiy -yani Kur'an- üslup ve ifade tarzı olarak kendi açık olduğuna, hakkı da apaçık ortaya koyduğuna göre, onu bilerek reddedenlerin Kıyamet Günü'nde herhangi bir mazeretleri olmayacaktır. Kur'an'da sıkça rastlanıldığı üzere, ellezîne keferû ifadesinde fiilin geçmiş zaman (mazî) kipinde çekilmesi küfrün (red ve inkarın) bilerek yapıldığının işaretidir (bkz. 2. sure, 6. not).

3. (Şimdi) kendi hallerine bırak onları, yiyip (içsinler), avunsunlar; bu arada [boş hazların] umudu aldatıp oyalasın onları; nasıl olsa günü gelince [gerçeği] öğrenecekler.
4. Biz, çünkü, hiçbir toplumu, [önceden] ilahî bir kelâmdan bütünüyle haberli kılmadan (4) helak etmedik;

4 - Lafzen, "o [toplum,] bilinen bir kitaba (kitâbun ma‘lûm) sahip olmadıkça" -yani, sözkonusu toplum ya da halk, ilahî bir kitap ya da mesaj aracılığıyla doğrunun, eğrinin anlamından haberdar kılındığı halde bilerek bu ilahî rehberi tepip reddetmedikçe: karş. 26:208'deki şu ifade: "Biz hiçbir toplumu uyarıcıları olmadan helak etmemişizdir"; yahut 6:131'de ki "fertleri [doğru ile eğrinin anlamından] habersiz olduğu sürece Rabbin o toplumu yaptığı yanlışlıklardan dolayı asla yok etmez."

5. (Ve zaten) hiçbir ümmet kendisi için belirlenmiş sürenin bitimini öne alamayacağı gibi erteleyemez de. (5)

5 - Yani, her ümmetin ve terimin en geniş anlamıyla, her uygarlığın yaşayan bütün organizmalar gibi, büyüme, olgunlaşma ve nihayet çöküş süreçlerinden ibaret, ilahî iradenin belirlediği bir yaşama, ayakta kalma süresi vardır. Bu tabii yasanın ahlakî çağrışımları ve ayetin sonraki bölümünde de işaret edilen anlamı hk. bkz. 7:34 ve ilgili 25. not.

6. (Hal böyleyken, hakkı inkar edenler, yine de): "Ey kendisine [sözde] uyarıcı/hatırlatıcı bir mesaj indirilen kişi; sen düpedüz bir mecnunsun!" diyorlar,
7. "Doğru sözlü biriysen, bize melekleri getirsene!" (6)

6 - Karş. 6:8-9. Hz. Peygamber'in tebligatı konusunda inanmayanların sarf ettiği bu sözlerin alay ve tezyîf için olduğu bellidir (Zemahşerî); bizim ayetin çevirisine yaptığımız "sözde" ilavesi de bu hususu vurgulamak içindir. Bu ayetler her ne kadar öncelikle Hz. Peygamber'in müşrik çağdaşlarıyla ilgili görünüyorsa da, genel anlamda bütün çağlar için inanmayanların olumsuz tutum ve tavırlarını yansıtmaktadırlar.

8. (Oysa,) Biz melekleri ancak hakk[ın iktizası] olarak indiririz; (7) ve o zaman da artık [ilahî mesajı reddetmeleri yüzünden cezayı hak edenler] asla geri bırakılmazlar! (8)

7 - Zımnen, "Yoksa peygamberî bir mesajın doğruluğunu kabule yanaşmayan insanların anlamsız, densiz isteklerini karşılamak için değil". Ayrıca, sonraki cümlecikten de anlaşılacağı gibi, meleklerin sıradan insanlara fiilen gözükmesi, olsa olsa, Hesap Günü'nün vukuuna (78:39'da "Bu, Nihaî Hakikat Günü'dür" sözleriyle ifade edildiği gibi) ve dolayısıyla yukarıda sözü geçen hakkın inkarcılarının mahkumiyetine delalet eder.

8 - Karş. 6:8 -"Eğer bir melek göndermiş olsaydık, muhakkak ki, her şeyin hükmü verilip bitmiş olurdu"; bir başka deyişle, Hesap Günü gelip çatmış olurdu.

9. Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, (9) ayet ayet Biz indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, [bütün tahriflerden] onu yine Biz koruyacağız. (10)

9 - Yani, Kur'an'ı. Nezzelnâ fiilinin gramatik yapısı, Zemahşerî'nin 2:23'e ilişkin yorumunda belirtmiş olduğu gibi, Kitâb'ın bir zaman süresi içerisinde tedrîcen ("adım adım" ya da "ayet ayet") vahyedildiğini îma etmektedir (bkz. bizim 2:23 ile ilgili 14. notumuzun son cümlesi).

10 - Önceden haber verilmiş olan bu olgu, Kur'an metninin, Hz. Peygamber tarafından tebliğ edildiği miladî yedinci yüzyıldan beri her türlü tahrifattan, ilave ve kısaltmadan uzak kalmış olması gerçeğiyle, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kuvvetle doğrulanmıştır: hangi türden olursa olsun, bu kadar uzun bir süre benzer biçimde korunan başka bir kitap örneği yoktur. Belirli bazı Kur'ânî kelimelerle ilgili olarak ilk dönemlerden intikal eden ve klasik müfessirler tarafından yeri geldikçe zaman zaman işaret edilen okuma (kıraat) değişiklikleri, fonetik işaret ya da seslendirme farklılıklarından öteye gitmemekte ve kural olarak ilgili bölümün anlamında herhangi bir değişikliğe yol açmamaktadır. (Ayrıca bkz. 85:22'ye dair, levh-i mahfûz terimini açıklayan 11. not.)

10. GERÇEK ŞU Kİ, [ey Peygamber,] senden önce de gelip geçmiş ayrı ayrı topluluklara (11) [elçiler] gönderdik;

11 - Şî‘a terimi, ana hatlarıyla aynı inanca sahip, aynı davranış ilkelerine bağlı fakat farklı bir gruplaşma gösteren "topluluk" ve bazan da (bu ayet için olmasa da) "mezhep" yahut "hizip" anlamına geliyor.

11. onlara hiçbir elçi gelmedi ki, o'nunla alay etmesinler.
12. Biz [mesajımızdan yana] bu [alaycı tutumu], (12) işte böylece, o günaha gömülüp gitmiş kimselerin yüreklerine sokarız,

12 - Karş. 6:10 ve ilgili 9. not. "Mesajımızdan yana ... alaycı tutum ..." şeklindeki ilavemiz Taberî ve Zemahşerî'nin yukarıdaki ibareyle ilgili tefsirlerine dayanmaktadır. Allah'ın hakkı inkar edenleri günah ve sapıklık içinde bırakması olgusu hk. bkz. 2. sure, 7. not; ayrıca 14. sure, 4. not.

13. önceki [zalim]lerin izlediği yol (ve bu yolda başlarına gelenler) de nicedir gözlerinin önünde olduğu halde (13) buna inanmazlar.

13 - Lafzen, "önceki toplumların yaşama tarzı (sünnet) gelip geçtiği halde" -yani, Allah'ın onların başına getirdiği felaketler öteden beri herkesçe bilinen bir mesele olduğu halde (İbni Kesîr).

14. Hatta onlara gökten bir kapı açsaydık ve oraya biteviye yükseliyor olsalardı,
15. kuşkusuz, o zaman da: "Bizim düpedüz gözlerimiz bağlandı!" diyeceklerdi, "Demek ki, büyülenmiş kimseleriz biz!" (14)

14 - Lafzen, "büyülenmiş bir kavimiz". Karş. 6:7; ayrıca 10:2'nin son paragrafı ve ilgili 5. not. Vahyî gerçeklerin "büyü", "sihir" ya da "göz bağcılıkla" nitelendirilmesi, vahiy fikrini ve buna bağlı olarak peygamberlik olgusunu peşinen (a priori) reddeden kimselerin karakteristik özelliği olarak Kur'an'ın sıkça işaret ettiği bir husustur. Göğün harikalarına ilişkin doğrudan müşahedelerin bile "hakkı inkara şartlanmış olanları" ikna edemeyeceğini îma eden yukarıdaki iki ayet, dikkatlerimizi yine Allah'ın yaratıcı etkinliğinin bir işareti olarak tabiatın harikalarına çeken sonraki pasaja bir giriş niteliğindedir.

16. GERÇEKTEN DE, Biz gökyüzüne büyük takım yıldızları (15) serpiştirdik ve onları, seyredenler için süsleyip bezedik:

15 - Burûc terimini "büyük takım yıldızları" olarak aktarmamız Tâcu'l-‘Arûs'a dayanmaktadır; klasik müfessirlerden Beydâvî, Beğavî ve İbni Kesîr terime aynı anlamı verirken, Taberî (Mücâhid ve Katâde'ye dayanarak) terimin genel anlamda "yıldızlar"ı ifade ettiğini söylemiştir.

17. Ve onları kovulmuş her türlü şeytanî güce (16) karşı koruma altına aldık;

16 - Şetane ("uzak oldu [ya da uzaklaştı]" yahut "yâdlaştı, yabancılaştı") fiilinden türeyen şeytân terimi Kur'an'da sık sık, doğru ve iyi olan her şeye uzak ve yabancı olan, doğru ve iyi olana karşı çıkan güç ya da etki anlamında geçer (Tâcu'l-‘Arûs, Râğıb): bu anlamda olmak üzere, sözgelimi 2:14'de şeyâtîn sözcüğü "hakkı inkara şartlanmış olanların ya da buna eğilimli olanlar"ın içlerindeki kötücül dürtüleri ifade için kullanılmıştır. Bu itibarla, şeytân tabiri, en geniş ve soyut anlamıyla, meşru ve geçerli ahlakî ilkelere aykırı amaçlara, niyetlere yönelmiş her türlü "kötücül" güç ve dürtüyü ifade eden bir kavramdır. Yukarıdaki anlam örgüsü içinde "Kovulmuş (racîm) her türlü şeytanî güç" ifadesi -tıpkı 37:7'deki benzer bir anlam örgüsü içindeki" "her türlü bozguncu, şeytanî güç" (mârîd) ifadesi gibi- açıkça, İslam öğretisinin şiddetle mahkum ettiği, astrolojik spekülasyonlar (müneccimlik) yoluyla gelecekten haber verme çabalarını îma etmektedir; ayetin başındaki göğe ve yıldızlara ilişkin atıf da bunun içindir. Allah'ın gökleri her türlü kötücül güce karşı "koruma" altına aldığını dile getiren ifade, O'nun, bu güçler ya da böyle güçleri elinde tuttuğunu vehmeden kimseler için astroloji (ilm-i nücûm) ya da "gizli ilimler" denen spekülatif disiplinler yoluyla "insanın algı ve tasavvur gücünü aşan konular" (ğayb) hakkında gerçek bir bilgi elde etmelerini imkansız kıldığı gerçeğini vurgulamaktadır.

18. öyle ki, [(göğün) sırlarını] çalmaya kalkışacak olan(lar)ın (17) ardına hemen parlak bir alev takılır.

17 - Lafzen, "ancak kim ki kulak misafiri olmaya çalışır..." yahut "o kadar ki, kim gizli gizli işitmeye çalışırsa..." Bu ifade, öyle görünüyor ki, bilinmeyen âlemi yukarıda sözü geçen yasak yollarla ("gizlice", "hırsızlık yoluyla") keşfetmek için girişilen her çabayı kaçınılmaz olarak "parlak bir alev"in yani, yakıcı bir düşkırıklığının, apaçık bir hüsranın izlediğini işaret etmektedir. (Karş. 37:10.)

19. Ve yeryüzünü yayıp üzerine yerinden oynatılmaz dağlar yerleştirdik; ve orada [hayatın] her türünün dengeli bir biçimde büyüyüp boyvermesini sağladık;
20. Ve yine orada hem sizin için, hem de rızkı size bağlı olmayan (18) öteki bütün canlılar için geçim vasıtaları sağladık.

18 - Lafzen, "rızıklandırıcısı siz olmadığınız"; yani, bitki ya da hayvan türünden, sizin bakıp beslemediğiniz ama yine de varlıkları idame ettirilen öteki bütün canlılar. En geniş anlamıyla bu ifade, insan da dahil, yaşayan bütün varlıkların yalnız ve yalnız Allah tarafından rızıklandırıldığını vurgulamaktadır (karş. 11:6).

21. Çünkü hiçbir şey yoktur ki, kaynağı Bizim katımızda olmasın; (19) ve Biz hiçbir şey indirmeyiz ki, kusursuzca belirlenmiş bir ölçüye, bir uyuma dayanmasın. (20)

19 - Lafzen, "onun hazinesi ancak Bizim yanımızdadır".

20 - Lafzen, "ve bir kadere/ölçüye uygun olmadıkça onu indirmeyiz (ya da "yaratmayız"): yani, Allah'ın şu ya da bu planının gereğine ve belirli herhangi bir nesnenin ya da olgunun o plan içinde ortaya koyması öngörülen role ya da işleme uygun olmadıkça...

22. [Bitkileri] döllendirmek, bereketlendirmek için (21) rüzgarları gönderiyor; ve ayrıca, susuzluğunuzu gidermek için gökten su indiriyoruz; yoksa onun kaynağını elinde tutan siz değilsiniz.

21 - Yani, hem tozlaşmada oynadıkları rol için, hem de yağmur yüklü bulutları sürüklemeleri için.

23. Ve muhakkak ki, hayatı bahşeden de, ölüme hükmeden de Biziz; ve geçici olan göçüp gittikten sonra her şeyin sahibi olarak kalacak olan yine Biziz! (22)

22 - Lafzen, "varisler (vârisûn) Biziz [ya da "Biz olacağız]": İstisnasız tüm müfessirlerin ortak görüşüne göre, vâris teriminin, "selefi (öncülü) göçüp gittikten sonra geride kalan kimse" anlamındaki kullanımına dayanan deyimsel bir mecaz. Yukarıda, yaratılmışlar âlemi sahneden çekildikten sonra bakî kalacak olanın Allah olduğu ifade ediliyor. (Karş. Allah'a izafeten, 3:180 ve 57:10'da kullanılan "göklerin ve yerin mirası" ifadesi.)

24. Muhakkak ki, Biz sizden önce geçip gidenleri de [her halleriyle] biliyoruz, sizden sonra gelecek olanları da elbet biliyoruz; (23)

23 - Yahut: "Sizden önce [Bize doğru] hızla yol alanları da, ağırdan alanları (yahut "geride kalanları") da". Bu yorumların ikisi de ilk müfessirler tarafından aynı derecede caiz gö-rülmektedir.

25. Ve kuşkusuz, [Hesap Günü'nde] onların hepsini bir arada toplayacak olan senin Rabbindir; gerçekten de her şeyin aslını bilen, doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen O'dur.
26. GERÇEK ŞU Kİ, Biz insanı ses veren balçıktan, biçim verilebilir, özlü, kara bir balçıktan (24) yarattık.

24 - Kur'an'da, insanın "balçıktan (tîn)" yahut "topraktan (turâb)" yaratıldığına dair pek çok referans bulunmaktadır; her iki terim de, hem insanın biyolojik menşeindeki basitliği, hem de insan bedeninin ya da organizmasının -başka terkipler ya da başka elementer biçimlenmeler içinde olsa da- toprakta ya da toprağın üstünde var olan organik ve inorganik muhtelif unsurlardan kompoze edilmiş olduğu gerçeğini işaret etmektedir. Üç kere bu surede, bir kere de 55:14'de geçen salsâl tabiri, toprak ya da balçık kavramına bir boyut daha eklemektedir. Pek çok filoloji otoritesine göre, bu tabir, vurulduğu zaman "ses çıkaran kuru balçık" anlamına gelmekte ve Kur'an'da münhasıran insanın yaratılışıyla ilgili olarak kullanıldığı gözönünde bulundurulursa, hem insanı öteki hayvan türlerinden ayıran konuşma ya da dil üretme yeteneğine, hem de insan varlığının kolay kırılabilir ve zayıf yaratılışına işaret etmektedir (karş. 55:14'de geçen "çömlek gibi" yahut "pişirilmiş balçık gibi" ifadesi). Cümlenin kuruluş tarzının da gösterdiği gibi, salsâl'in hame'den inkişaf ettiği ifade edilmektedir (Râzî). Hame', bazı otoritelere göre, "kokuşmuş kara çamur" ya da "kara balçık" anlamına gelen hame'eh'nin çoğuludur. Hame' ismini nitelendiren mesnûn sıfatı ise, Râzî'nin belirttiği gibi, hem terkip (bileşim) olarak "değiştirilmiş, tahvîl edilmiş", hem de "biçim verilmiş" yahut "biçimlendirilmiş" anlamına geliyor: Bizim, çeviride kullandığımız "biçim verilebilir özlü ..." ifadesi de mesnûn sıfatının bu iki boyutlu anlamına işaret etmek çabasını yansıtmaktadır. Kanaatimizce burada, insanın, "ses veren balçık" sözüyle tanımlanan fiziksel varlığının biçim ve öz (kalıp ve terkip) olarak, içinde Allah'ın yaratılış planına göre inkişaf edip ya da evrimleşip geliştiği ilkel biyolojik çevre ve koşulların bir tasviriyle karşı karşıyayız.

27. Görünmeyen yaratıkları ise, ondan [çok] önce, yakıcı/bunaltıcı yellerin ateşinden yaratmıştık. (25)

25 - Karş. 55:15 -"şaşırtıcı/şaşkınlık verici bir ateşten (mâricin min nâr)", yani maddî olmayan (ya da fizik ötesi) unsurlardan. Çeviriye "görünmeyen yaratıklar" şeklinde aktarılan cânn ismi, aslında tekil bir isim olup bütün "insanlığı" bir tür, bir cins olarak ifade etmekte kullanılan "insân" tekil ismi gibi, sözkonusu görünmeyen yaratıkları ya da güçleri tür/cins olarak ifade eden bir cins ismi durumundadır burada. 6:100'e ilişkin 86. notta (çoğulu cinn olan) cânn sözcüğünün etimolojisine kısaca temas edilmiştir. Ek III'de sözcüğün anlamı hakkında daha ayrıntılı bir açıklama yer almaktadır.

28. Ve hani, Rabbin meleklere: "Haberiniz olsun, Ben biçim verilebilir özlü kara balçıktan bir ölümlü varlık yaratacağım" demişti,
29. "Ona belirli bir biçim verip de ruhumdan üflediğim zaman onun önünde yere kapanın!" (26)

26 - Karş. 2:30-34 ve ilgili notlar; ayrıca, 7:11-18. İnsanın yaratılışı ve Allah'ın meleklere o'nun önünde secde etmelerini (yere kapanmalarını) buyurmasıyla ilgili tüm ifadelerin taşıdığı temsîlî karakter, Allah'ın "Ben ölümlü bir varlık (beşer) yaratacağım ... ve ona belirli bir biçim verdiğim ... zaman ... ilh." tarzındaki sözlerinde kendini açıkça ortaya koymaktadır; çünkü, açıktır ki, Allah'ın yaratma eylemini tamamlaması için bir zaman aralığına ihtiyacı yoktur -öyle ki, "O bir şeyin olmasını istediği zaman, yalnızca ona ‘Ol!' der, -ve (o şey) oluverir!" (karş. 2:117, 3:47 ve 59, 6:73, 16:40, 19:35, 36:82 ve 40:68). Allah'ın insana "ruhundan üflemesi" ifadesi, kuşkusuz, ona hayat, bilinç ve duyarlık yani, bir can bahşettiğini dile getiren mecazî bir ifadedir.

30. Bunun üzerine meleklerin hepsi topluca yere kapandılar,
31. yalnızca İblis (buna katılmadı); yere kapananlarla birlikte olmaya yanaşmadı o. (27)

27 - Bkz. 7:11 üzerine 10. not. Şeytan'ın bu "başkaldırma" tavrının altında yatan anlam için bkz. aşağıda 31. not.

32. "Ey İblis!" diye buyurdu Allah, "Seni yere kapananlarla beraber olmaktan alıkoyan sebep ne?"
33. "Ses veren bir balçıktan, biçim verilmiş özlü bir çamurdan yarattığın ölümlü bir varlığın önünde yere kapanmak bana yakışmaz!" diye karşılık verdi [İblis].
34. "Çık git öyleyse bu [melekî makam]dan!" diye buyurdu O; "Çünkü, sen artık kovulmuş birisin!
35. Ve bil ki, Hesap Günü'ne kadar lânet[im] peşinde (28) olacak!"

28 - Lafzen, "senin üzerinde".

36. "Madem öyle, ey Rabbim," dedi [İblis], "bana ölümden kalkılacağı Gün'e kadar zaman tanı!"
37. "Pekala, öyle olsun:" diye buyurdu O, "kendilerine zaman tanınanlardan biri olacaksın,
38. (tabii,) vakti [ancak Benim tarafımdan] bilinen o Gün'e kadar."
39. [Bunun üzerine İblis:] "Beni yolun dışına attığın için, (29) ben de, kuşkusuz, yeryüzünde [kötülükleri] onlara süsleyip bezeyeceğim ve muhakkak ki onların hepsini ayartıp yoldan çıkaracağım,

29 - Bkz. 7. sure, 11. not.

40. Yalnızca Senin gerçek kulların (30) bunun dışında [kalacak]!"

30 - Lafzen, "Senin ihlaslı/samimî kulların"... yani, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyan ve buna bağlı olarak "Şeytan'ın hiçbir ayartmasının" yoldan çıkaramayacağı kimseler. (Keza bkz. aşağıda 32. not.)

41. "Benim için, doğru yol budur:" (31) dedi O,

31 - Yani, "Benim istediğim (de) budur" -İblis'in (ya da Şeytan'ın) insana iğva vermesi, ayartmaya çalışması; ama Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara nüfûz edememesi, onların üzerinde etkili olamaması. Bununla Kur'an şunu açıklığa kavuşturmaktadır ki, yaratıcısına karşı görünüşte "baş kaldırması"na rağmen, Şeytan, gerçekte, Allah'ın planında belli bir işlevi yerine getirmekte ve daimî bir ayartıcı olarak, insanın, iyiyle kötü arasında bir seçim yapması için kendisine Allah tarafından verilen serbestiyi kullanmasına ya da tecrübe etmesine vesîle olmaktadır. (Bu konuda bkz. 19:83, keza 2:34 hk. 26. not; 7:24 hk. 16. not.)

42. "aslında, [zaten] yoldan çıkmış olup da [kendi iradeleriyle] senin peşine takılanların dışında, Benim kullarım üzerinde senin bir nüfûzun olmayacaktır. (32)

32 - Lafzen, "iğvâ'ya kapılıp da senin peşine düşenler hariç". (Karş. 14:22'de işaret edilen bu ayete göre, Şeytan eski takipçilerine Ceza Günü'nde şöyle hitab edecek: "Sizin üzerinizde gerçekte bir nüfûzum yoktu: sizi sadece çağırıyordum; siz de bana icabet ediyordunuz".) Yukarıdaki pasajla 7:11-18. ayetler arasındaki başlıca farklılık bu cümleden ibarettir.

43. Berikilerin hepsi için vaad edilen varış yeri, muhakkak ki, cehennemdir,
44. o cehennem ki, yedi kapıdan girilir; her kapıdan onlardan (günahlarının niteliğine göre) ayrı bir kafile halinde". (33)

33 - Lafzen, "yedi kapısı ve her kapı için onlardan taksim edilmiş bir kafile/bir cüz var". Bu ifade muhtemelen cehennemin, yani günahlarının derecesine göre, "Şeytan'a uyanlar"ı öte dünyada bekleyen azabın yedi derecesini ya da yedi seviyesini dile getirmektedir (Râzî; Taberî'nin kaydettiğine göre Katâde de buna benzer bir açıklama yapmıştır). Ayrıca unutulmamalıdır ki, "cehennem" kavramı, Kur'an'da aynı konuda kullanılan yedi isimden biri olarak onlar gibi mecazîdir. (Böyle olması da zarurîdir, çünkü bu isimler Kur'an'ın el-ğayb diye tanımladığı, insanın algı ve tasavvur sınırlarının dışında kalan alanla ilgilidirler). Sözkonusu isimler: nâr ("ateş"; genel bir tabirdir), cehennem, cehîm ("harlı ateş"), sa‘îr ("harlı alev"), sakar ("kavurucu ateş" ya da "cehennem ateşi"), lezâ ("hiddetli alev/alev püskürtüsü") ve hutame ("ezici azap"). Belirttiğimiz gibi, öte dünyaya ilişkin bu azap tanımları besbelli temsîlî olduğuna göre, diyebiliriz ki, "cehennemin yedi kapısı" ifadesi de aynı niteliktedir ve dünya hayatında yapılan/edilenlerle ilgili olarak "cehenneme götüren yedi yolu" işaret etmektedir. Ayrıca, bilindiği gibi, Sâmî dillerde -ve özellikle klasik Arapça'da- "yedi" sayısı çok kere "muhtelif" ya da "değişik/çeşitli" anlamında çokluk, çeşitlilik ifade etmek için kullanılmaktadır (karş. Lisânu'l-‘Arab, Tâcu'l-‘Arûs, ilh.): Bunun içindir ki, yukarıdaki Kur'ânî ifadenin de "cehenneme götüren çeşitli yollar", bir başka deyişle "günah işlemenin muhtelif yolları" gibi bir anlam taşıdığı pekala söylenebilir.

45. ALLAH'A karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler ise, onlar [kendilerini] hasbahçeler içinde gözelerin, kaynakların başında [bulacaklar],
46. "Esenlik ve güvenlik içinde girin oraya!" [sözleriyle karşılanacaklar orada].
47. [O zaman] Biz onları içlerinde [kalmış] olabilecek nahoş duygu ve düşüncelerden arındıracağız ve [böylece] birbirleriyle kardeş olarak mutluluk tahtları üzerinde karşı karşıya oturacaklar. (34)

34 - Yani, hepsi onur ve itibar bakımından eşit ve buna bağlı olarak hased ve kıskançlıktan azade olacak. Râzî'nin belirttiği gibi, sürur çoğul ismi (tekili serîr) lugat olarak "sedirler" ya da bazan "tahtlar" anlamına olduğu gibi, "yücelik ya da mutluluk (sürûr) makamı" [ya da "tahtı"] anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla, serîr ismi ve onun çoğulu olan sürur sözcüğü işte bu, mutluluk/sevinç anlamındaki sürûr sözcüğünden türemiş olabilir. Bu "mutluluk tahtları"nın üstün ya da yücelmiş niteliği bazı yerlerde "altın işlemeli" (56:15) ya da "yükseğe çıkarılmış" (88:13) ifadeleriyle dile getirilmiştir.

48. Orada [bu esenlik, bahtiyarlık içinde] yorgunluk, bitkinlik ilişmeyecek onlara; ve oradan asla çıkarılmayacaklar. (35)

35 - Lafzen, "ve oradan çıkarılacak da değiller".

49. Kullarıma, acıyan, esirgeyen gerçek bağışlayıcının Ben olduğumu anlat;
50. en can yakıcı azabın da Benim azabım olduğunu! (36)

36 - Yukarıdaki iki ayetle ilgili yorumunda Râzî, Allah'ın merhametli ve bağışlayıcı olduğunu belirten ifadenin -Allah'a ilişkin kişi zamiri ene'nin iki kere tekrarlanması ve ifadede yer alan iki sıfat fiilin (ortacın) her ikisinin de başında el belirtme takısının bulunması suretiyle- üç katlı bir tekid (pekiştirme) taşıdığına dikkat çekiyor. Buna karşılık, Allah'ın inatçı günahkarlara vereceği cezadan söz eden ifadede böyle bir pekiştirme yoktur. (Karş. 6:12 ve ilgili 10. not, ayrıca 6:54; bu her iki ayette de Allah'ın "Kendisi için rahmeti ilke edindiği" ifade edilmektedir.)

51. VE ONLARA, [yine] İbrahim'in konuklarını anlat: (37)

37 - Hz. İbrahim ve o'nu ziyaret eden semavî elçilerle ilgili daha ayrıntılı bir anlatım için bkz. bu sureden kısa bir süre önce vahyedilen 11. surenin (Hûd) 69-76. ayetleri. Bu kıssa ile Allah'ın merhamet ve affına ilişkin vurgu arasındaki bağlantı Hz. İbrahim'in 56. ayette zikredilen sözlerinde kendini göstermektedir: "Büsbütün yolunu şaşırmış olanlardan başka Rabbinin rahmetinden kim umudunu kesebilir?" Benzer biçimde, 58-84. ayetlerde, peygamberlerinin uyarılarını umursamadıkları için helak edilen günahkar toplumlara ilişkin atıflar, açıkça Allah'ın rahmetinin geri tepilmesini; yani, bilerek işlenmiş ve tevbe edilip geri dönülmemiş günahlara karşılık Allah'ın kaçınılmaz ya da zorunlu cezasını işaret etmektedir (yukarıda 50. ayet).

52. Hani, o'nun yanına geldiklerinde o'na: "Sana selâm olsun!" demişler; o da onlara: "Biz sizden korkuyoruz!" diye cevap vermişti. (38)

38 - Hz. İbrahim ile karısı Sâre'nin korkularının sebebi konusunda bkz. 11:70.

53. (Bunun üzerine) onlar: "Yo, korkma! Biz sana, kendisine derin ve doğru bilgi bahşedilmiş (39) bir oğlun olacağını müjdelemeye geldik".

39 - Yani, bir peygamber olacak.

54. "Üzerime yaşlılık çökmüş olduğu halde, bana böyle bir müjde veriyorsunuz, öyle mi?" diye sordu [İbrahim], "Peki, hangi [beklenmedik] şeyle müjdeliyorsunuz beni?"
55. "Seni gerçekleşmesi kaçınılmaz olan bir şeyle müjdeliyoruz; (40) onun için sakın umut kesenlerden olma!" dediler.

40 - Lafzen, "Biz sana hakkı müjdeledik". Yani, Allah'ın irade ettiği, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan şeyi (Râzî'nin kaydettiğine göre İbni ‘Abbâs).

56. [İbrahim:] "Rabbinin rahmetinden, büsbütün yolunu şaşırmış olanlardan başka kim kesebilir ki umudunu?" dedi.
57. Ve ekledi: "[Bana başka] bir diyeceğiniz var mı, ey [yüce makamın] elçileri?"
58. "Biz, doğrusu, günaha gömülüp giden [helak edilecek] bir topluma (41) gönderildik" diye cevap verdiler,

41 - Yani, Sodom halkına (bkz. ayrıca 7:80-84; 11:77-83).

59. "Lût'un ailesi bu hükmün dışında; onların hepsini, eksiksiz kurtaracağız,
60. bir tek, [Allah'ın, hakkında:] ‘Biz geride kalanların arasında olmasını öngördük!' [dediği, Lût'un] karısı bunun dışında". (42)

42 - Bkz. 7:83 ve ilgili 66. not; ayrıca 11:81 ve 66:10. "Allah'ın, hakkında ... dediği" yolundaki ilavemiz kaddernâ fiilinin üstü örtülü olarak işaret ettiği anlamdan ötürüdür; çünkü "karar verdik", "öngördük" ya da "takdir ettik" anlamıyla bu fiil Kur'an'da kaçınılmaz olarak münhasıran Allah'a izafe edilen bir eylemi işaret eder. Notlarımızda tekrar tekrar belirttiğimiz gibi, Allah'ın bir günahkarın günah işlemesini ya da hakkın sesine sağır kalmasını "takdir etmesi" yahut "öngörmesi", O'nun koyduğu tabii yasaların, psiko-sosyal ilkelerin ifadesi için başvurulan temsîlî bir üslubun, bir anlatım tarzının ürünüdür. Bu husus 2. surede 7. notta açıklanmıştır. "Allah'ın takdir etmesi" sözü, ayrıca, daha yaygın bir ifadeyle, Allah'ın, kullarının belirli koşullarda nasıl davranacağını mutlak manada önceden bilmesi anlamına da gelmektedir (Zemahşerî). Ayrıca bkz. 11:34 hk. 56. not; 14:4 hk. 4. not.

61. VE ELÇİLER, Lût'un evine gelince,
62. (Lût onlara): "Doğrusu, siz [burada] tanınmayan kimselersiniz!" (43) dedi.

43 - Kendi şehrinin günahkar insanlarının saldırısına uğrayabilecekleri konusundaki kaygılarını îma eden bir ifade (karş. 11:77 ve ilgili 107. not).

63. Onlar da: "Evet, fakat biz sana, [kö-tülükten yana olanların] şüphe edip durdukları şey[i (44) duyurmak] için geldik" diye cevap verdiler,

44 - Lafzen, "sürekli şüphe içinde oldukları (kânû) şeyi" -Yani, bilerek isteyerek işledikleri günahların kaçınılmaz bir sonucu olarak, bu dünyada ya da öteki dünyada uğrayacakları azabı; günahkarların çok defa alay konusu yaptıkları tehdidin tahakkukunu (karş. 6:57-58, 8:32, 11:8 ve ilgili notlar). Bizce, Hz. Lût toplumunun ve ahlakî ilkelere karşı inatçı umursamazlıkları yüzünden cezalandırılan öteki sapık ve günahkar toplumların kıssalarının bu surede tekrarlanmasını gerektiren sebep bu açıklamaya konu olan cümleyle anlatılmak istenen husustur.

64. "ve sana [gerçekleşmesi kaçınılmaz olan] hakkı getirdik; (45) çünkü, kuşku yok ki, biz doğruyu söylüyoruz".

45 - Lafzen, "Biz sana hakkı getirdik [yahut, "hak ile geldik"]".

65. Bu durumda artık sen, ailenle birlikte gecenin bir vaktinde yola koyul; sen onları geriden takip et; sizden hiç kimse arkasına bakmasın; (46) yalnızca emredildiğiniz yöne doğru ilerleyin".

46 - "Arkaya bakmak"tan mecaz yoluyla kasdedilen anlamla ilgili bir açıklama için bkz. 11. sure, 112. not.

66. Ve [elçilerimiz aracılığıyla] o'na şu hükmü tebliğ ettik: "Bu [günahkar]ların son kalıntıları da sabaha varmadan silinip ortadan kaldırılacaktır". (47)

47 - Lafzen, "kesilip atılacak".

67. Bu arada, şehir halkı sevinerek (48) [Lût'a] geldiler.

48 - Zımnen, "eli yüzü düzgün konukların varlığına sevinerek". Ayrıca, bkz. 7:80-81; 11:77-79 ve ilgili notlar.

68. [Lût] seslendi: "Bakın, bunlar benim konuklarım;" dedi, "beni utandırmayın,
69. Allah'tan korkun da beni rüsvay etmeyin!"
70. Cevap verdiler: "Biz sana insanlarla (49) görüşmeyi, [onlara kol kanat germeyi] yasaklamamış mıydık?"

49 - Lafzen, "tüm insanları" (‘âlemîn): Açıktır ki, Sodomlular'ın bu baskıcı tavrı, Hz. Lût'un, Mezopotamya'dan (ki Hz. Lût'un ve İbrahim'in asıl memleketi burasıdır; bkz. 11. sure, 102. not) gelmiş biri olarak Sodom'da bir yabancı olmasından ve ahlakî öğüt ve irdelemeleriyle daha önceden Sodomlular'ın öfkesini kabartmış bulunmasından ileri gelmektedir (karş. 7:80-82).

71. [Lût:] "[Niyetli olduğunuz şeyi] ille yapacaksanız," dedi, "işte bunlar benim kızlarım, [onları alın]!" (50)

50 - Bkz. 11. sure, 109. not.

72. [Fakat melekler Lût'a:] "Canı sağolasıca!" dediler, "[Onlar bu durumda seni hiç dinlerler mi?] (51) Baksana, [şehvetten] gözleri dönmüş, körcesine sendeleyip, öteye beriye sarkıntılık yapıp duruyorlar!"

51 - Yukarıdaki iki parantez içi ilave, Zemahşerî'nin bu ayete dair yorumuna dayanıyor. "Canı sağolasıca!" diye çevirdiğimiz yemin lafzen, "Ömrüne andolsun!" şeklindedir.

73. Ve derken, tan yeri ağarırken, [hak ettikleri azabın] gürültüsü apansız yakaladı onları (52)

52 - Sayha terimine bizim çeviride verdiğimiz anlam hk. bkz. 11. sure, 98. not.

74. ve böylece [bu günahkar şehirlerin] altını üstüne getirdik; belirlenmiş cezanın infazı için üzerlerine püskürtü halinde sert taşlar yağdırdık. (53)

53 - Bkz. 11. sure, 114. not.

75. Şüphesiz, bütün bunlarda, işaretlerden anlam çıkarmasını bilen kimseler için çıkarılacak nice dersler vardır. (54)

54 - Tam olarak ifade etmek gerekirse, mütevessim terimi: "Bir şeyin dış görünüşünden, haricî özelliklerinden yola çıkarak, o şeyin hakikatini, özünü, iç yüzünü anlamak için gereken dikkat ve duyarlığı gösteren kimse" demektir (Zemahşerî ve Râzî).

76. Çünkü, gerçekten de [sözü geçen] bu [şehirler] bugün hâlâ yerinde durmakta olan bir yol üzerindeydiler. (55)

55 - Vaktiyle kuzeydoğusunda Sodom ve Gomore bulunan Ölü Deniz'in kıyısını izleyerek kuzeye, Suriye'ye doğru uzanan Kuzey Hicaz'daki bu yolun varlığı Amerikan Doğu Araştırmaları Okulu (New Haven, Connecticut) tarafından yayımlanan hava fotoğraflarıyla şaşırtıcı bir biçimde doğrulanmıştır. Sözkonusu fotoğraflar, bu eski yolu, Ölü Deniz'in doğu sahillerine az çok paralel bir seyir göstererek kuzeye doğru kıvrılan koyu bir çizgi halinde açıkça göstermektedirler.

77. Şüphesiz, bütün bunlarda [Allah'a] inanan kimseler için çıkarılacak bir ders vardır.
78. [MEDYEN'İN] ağaçlı vadilerinin sakinleri de, doğrusu, ıslah olmaz zalim kimselerdi. (56)

56 - Ayet 26:176 vd.'da da açıkça görüleceği gibi, "Ağaçlı vadilerin sakinleri (el-eykeh)"nden kasıt, peygamberleri Hz. Şuayb'ın uyarılarına aldırmayan ve bu yüzden de, bir yer sarsıntısı ve/veya volkanik püskürtü sonucu yok olup giden Medyen halkıdır (karş. 7:85-93 ve 11:84-95).

79. Ve bu yüzden onları da hak ettikleri cezaya uğrattık.Gerçek şu ki, sözü geçen her iki [günahkar toplum] da, [bugün dahi] görülebilen bir ana yol üzerinde yaşamaktaydılar. (57)

57 - Yani, birbirlerine komşu bölgelerde yaşayan (bkz. 7. sure, 67. not), akibetleri itibariyle, bir vakitler oturdukları bölgelerden geçen ana yol gibi kolay görülebilir, kolay fark edilebilir bir örnek teşkil eden Hz. Lût ve Şuayb toplumları.

80. VE [benzer biçimde], Hicr halkı (58) da [Bizim] gönderdiklerimizi yalanlamaya kalkıştılar:

58 - Yani, İslam öncesi çağlarda, Hicaz'ın kuzey ucunda Teymâ' vadisinin güneyindeki el-Hicr denen bölgede yaşamış olan Semûd kavmi (bkz. 7. sure, 56. not). Semûd kavminin kıssası 7:73-79'da anlatılmaktadır.

81. Oysa, onlara mesajlarımızı bahşetmiştik; ne var ki, onlara inatla sırt çevirdiler;
82. güya, dağları yontarak kendilerine güvenli konutlar yapıyorlardı: (59)

59 - Bkz. 7:74 ve ilgili notlar (özellikle 59. not).

83. ama sonunda, (bir) sabah erkenden onları da [hak ettikleri azabın] gürültüsü apansız yakalayıverdi;
84. ellerine geçirdikleri [güç] kendilerine bir yarar sağlamadı.
85. İMDİ, [unutma ki,] Biz gökleri ve yeri ve bu ikisi arasında var olan her şeyi, onları [içsel] bir gerçekliğe bağlı kılmadan yaratmadık; (60) [Bu gerçeğin bütünüyle apaçık ortaya çıkacağı] Saat mutlaka gelecektir.Bunun içindir ki, [insanların kusurlarını] güzel, katıksız bir olgunlukla karşıla:

60 - İllâ bi'l-hakk (lafzen, "hak ile [yahut" hak üzere] olmaksızın") ifadesi için seçilen bu karşılık hk. bir açıklama için bkz. 10. sure, 11. not.

86. çünkü, senin Rabbindir, her şeyin özünü bilen ve her şeyin gerçek ve mutlak Yaratıcısı! (61)

61 - Yani, "Allah bütün insanları, bulundukları şartlarda, taşıyacakları tabii/fıtrî nitelikleri ve farklılıkları (Râzî) -pek tabii, hata ve kusurlarını da- eksiksiz bir bilgiyle bilerek yaratmıştır." (Karş. 7:199, "İnsan fıtratının kabule yatkın olduğu yolu tut; iyi olanı emret" -ve ilgili 162. not.)

87. VE GERÇEK ŞU Kİ, Biz sana sık sık tekrarlanan [ayetlerden oluşan] yedili [bir sure] bahşettik ve [böylece senin önüne] yüce Kur'an'ı [açıp serdik]: (62)

62 - Bu sözlerle söylem, surenin başında beyan edilen ve 85. ayette de dolaylı olarak temas edilen temaya; yani, Allah'ın yaratma eyleminin anlam ve amacını henüz fark edemeyen insana ahlakî ve manevî bir rehber olmak üzere ilahî kitabın vahyedilmesi konusuna yeniden dönülmüş oluyor. Hz. Peygamber'in ileri gelen sahâbîlerinden bazıları da dahil, bu hususta söz sahibi şahsiyetlerin çoğunluğuna göre, "çok-tekrarlanan yedili" (ya da "çok-tekrarlanan yedi") tabiri, Kur'an'ın ilk suresine Muhammed (s)'in kendisi tarafından verilen bir isimdir; aynı sureyi yine Muhammed (s), Kur'an'da vaz‘edilen bütün ahlakî ve metafizik ilkelere işaret ettiği için, "Kitâb'ın Anası" (ummu'l-kitâb) olarak da tanımlamıştır (Buhârî, Kitâbu't-Tefsîr). Ayrıca bkz. Fâtiha ("Açılış" ya da "Giriş") suresine ilişkin giriş notumuz.

88. [O halde, hakkı inkar eden] birtakım kimselere (63) verdiğimiz dünyevî zenginliklerden yana gözünü çevirme. Ve [seni umursamıyorlar diye] onlar için üzülme; fakat müminlere kol kanat ger, (64)

63 - Filolojik otoriteler, ezvâc çoğul isminin burada "birtakım" insanlar, "bazı" kimseler anlamına olup, bazı çağdaş Kur'an mütercimlerinin zannettiği gibi "çiftler" demek olmadığında görüş birliği içindedirler.

64 - Lafzen, "müminler için kanatlarını indir": şefkat ve alçak gönüllüğü dile getiren mecazî bir deyim (bkz. 17:24 ve ilgili 28. not.)

89. ve de ki: "Haberiniz olsun, ben [Allah'ın vaad ettiği] açık sözlü uyarıcıyım!" (65)

65 - Yukarıdaki parantez içi ilave, bizce başında el belirtme ön takısı bulunan en-nezîru'l-mübîn ("açık sözlü uyarıcı" yahut "açık açık uyaran kişi") tabiri için düşünülebilecek tek tatmin edici açıklama durumundadır. Bu ayet mümkündür ki, Tesniye xviii, 15 ve 18'de görülen ve bizim 2. sure, 33. notta temas ettiğimiz, Tevrat'ta Muhammed (s)'in bir peygamber olarak zuhuruna ilişkin ihbara işaret etmektedir.

90. [Bir ilahî kelâm bağışladık sana], (66) tıpkı onu [sonradan] bölüp parçalayanlara indirdiğimiz gibi, (67)

66 - Hem cümlenin oldukça kapalı (îcâz taşıyan) başlangıcına açıklık getirmek için, hem de ayetin, önceki ayetle ve daha geriye giderek 87. ayetle olan mantıkî bağlantısını belirginleştirmek için Zemahşerî'nin yaptığı açıklama bu yöndedir.

67 - Göründüğü kadarıyla bu ifade, "ilahî mesajın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar eden" Tevrat-İncil bağlılarına gönderme yapmaktadır (karş. 2:85) -yani, Tevrat ve İncil'in yalnız kendi heva ve heveslerine, yaygın toplumsal eğilimlere uyan ilkelerine uyup diğerlerini gözardı eden ve böylece dolaylı biçimde onların geçerliliğini inkar etmiş duruma düşen kimseler.

91. işte onlar, [şimdi] Kur'an'ı da tutarsız, insicamsız bir anlam [demeti] (68) olarak göstermek istiyorlar!

68 - Tâcu'l-‘Arûs'a göre (‘adihe ve ‘adave maddesi) ‘ıdîn (d: dâd) sözcüğünün yukarıdaki anlam örgüsü içindeki karşılığı bu yöndedir: bu, aynı zamanda Taberî ve Râzî'nin yaptığı açıklamalara da uygundur (özellikle sonrakinin ayet hakkındaki yorumunun son paragrafı). Sadece dilbilim açısından olsa dahî aynı derecede kabul edilebilir diğer bir açıklama: "Kur'an'ı kısımlara/parçalara ayıranlar ..." şeklindedir; yani, Yahudi ve Hristiyanlar'ın yaptığı gibi bir kısmını doğrulayıp geri kalanına Muhammed (s)'in kendi uydurması olarak bakanlar. Ne var ki, Taberî'nin de işaret ettiği gibi, Kur'an'ın ilahî menşeine inanmayanların onun bir kısmının sıhhatine kanaat getirmeleri muhaldir. Dolayısıyla, bizce ilk açıklama daha tercihe şayan gözükmektedir.

92. Rabbine andolsun ki, onların hepsini [Hesap Günü'nde] sorgulayacağız,
93. (hem de) bütün yapıp-ettiklerini hesaba katarak!
94. Öyleyse artık, sana [açıklaman] emredilen şeyi açıkça ortaya koy ve Allah'tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştıran o kimseleri kendi hallerine bırak:
95. çünkü, ilahî mesajı küçümseyen, onunla alay edenlere karşı Biz sana yeteriz;
96. o kimseler ki, Allah'la beraber başka tanrısal güçlerin de var olduğunu vehmediyorlar; (69) ama nasıl olsa, [gerçeğin ne olduğunu] yakında öğrenecekler.

69 - Lafzen, "Allahla beraber başka ilâh edinenler (yec‘alûn)." İlah sözcüğü, burada kuşkusuz cins ismi olarak kullanılan ve "tanrısal nitelik" taşıdığı vehmedilen her şeyi kapsayan bir terimdir. Bizim, çeviride sözcüğü çoğul olarak aktarmamız da buna dayanıyor.

97. Söyledikleri [karalayıcı] şeylerden ötürü içinin daraldığını kuşkusuz, biliyoruz:
98. Fakat sen yine de Rabbinin yüceliğini, sınırsız kudret ve kemalini övgüyle an; [O'nun huzurunda] teslimiyet içinde yere kapanan kimselerden ol,
99. ve ölüm sana erişinceye kadar (70) Rabbine kulluk et.

70 - Lafzen, "erişmesi muhakkak/kaçınılmaz olan (el-yakîn) sana erişinceye kadar" –Kur'an'da "ölüm"ü imâ etmek üzere sıkça kullanılan bir deyim (Buhârî, Kitâbu't-Tefsîr). Bununla birlikte, bkz. sözkonusu terimin Kur'an'da ilk defa geçtiği 74:47.

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: