TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ ) |
19 - Meryem |
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)
1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder. |
|
1. | Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd. (1)
1 - Bkz. Ek II. |
2. | KULU ZEKERİYA'ya Rabbinin bahşettiği rahmeti dile getiren bir anma(dır), bu: (2) 2 - Lafzen, "Kulu Zekeriya'ya Rabbinin rahmetine dair bir anma/hatırlatma". İncillerde yer alan ve Kur'an tarafından da nakzedilmeyen anlama göre Hz. İsa'nın annesi Hz. Meryam, Hz. Zekeriya'nın karısı Elisa'nın yeğeniydi. (Krş. Luka i 36.) |
3. | Hani o, tâ içinden (3)Rabbine seslenerek 3 - Lafzen, "gizli seslenişle". |
4. | şöyle demişti: "Ey Rabbim! Doğrusu, artık kemiklerim gevşedi, saçlarım ağardı. Ama şimdiye kadar, ey Rabbim, Sana yönelttiğim duada cevapsız bırakıldığım hiç olmadı. (4) 4 - Lafzen, "Sana yaptığım duada hiç bedbaht olmadım". |
5. | Ve gerçek şu ki, ben göçüp gittikten sonra (5) yakınlarım[ın yapacakların]dan kaygı duyuyorum; çünkü karım baştan beri kısırdı. Öyleyse, bana katından, benim yerimi alacak bir yardımcı bahşet 5 - Lafzen, "benden sonra". Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Zekeriya, kendisi gibi Mâbed'de görevli olan hısım-akrabasının görevlerini liyakat ve samimiyetle yerine getirmek için ahlaken çok zayıf kalacaklarından (Râzî) ve bu cümleden olmak üzere, hâmîsi olduğu Hz. Meryem'in geleceğinin de belki tehlikeye düşeceğinden endişe ediyordu (karş. 3:37'nin ilk paragrafı). |
6. | ki bana ve Yakub'un Evi'ne mirasçı olsun; ve Sen ey Rabbim, o'nu hoşnut olacağın (bir ahlak)la donat!" |
7. | [Bunun üzerine melekler o'na seslendiler: (6) ] "Ey Zekeriya, ismi Yahya olan bir oğul müjdeliyoruz sana. [Ve Allah şöyle buyuruyor:] Daha önce hiç kimseye bu ismi vermemiştik'". (7) 6 - Bkz. 3:39. 7 - Lafzen, "Daha önce hiç kimseyi o'na adaş kılmadık" -Yahyâ ismi, "o yaşayacak", yani, manevî erdemleriyle hep canlı ve diri kalacak, her zaman hatırlanacak demektir; bu ismin o'nun için Allah tarafından bizzat seçilmesi ilahî söze/vaade (kelime, karş. 3:39 hk. 28. not) eş değer müstesna bir paye idi. |
8. | [Zekeriya:] "Ey Rabbim!" dedi, "Karım kısır olduğu halde ve ben de yaşlanarak bütünüyle güçsüz bir duruma düşmüşken, benim nasıl oğlum olabilir ki?" |
9. | [Melek:] "Orası öyle, [ama]," dedi, "Rabbin diyor ki: Bu Benim için kolaydır, tıpkı daha önce seni yoktan var ettiğim gibi'". (8)
8 - Lafzen, "Sen hiçbir şey değilken... [yahut "hiçbir şey olmadığın halde"]. Allah'ın yepyeni bir sebep-sonuç süreci var etme konusundaki sınırsız gücüne işaret eden bu ifade, Âl-i İmrân'da olduğu gibi burada da, aynı sözcüklerle dile getirilmiş olan, Hz İsa'nın doğum haberine bir giriş hükmündedir (bkz. 19. ayet vd.). |
10. | [Zekeriya:] "Rabbim, öyleyse, bana bir işaret tayin et!" diye niyaz etti. [Melek:] "Senin işaretin, tam (üç gün) üç gece insanlarla konuşmaman olacak" (9) dedi.
9 - Bkz. 3:41 ve ilgili 29. not. |
11. | Bunun üzerine [Zekeriya] mâbedden kavminin karşısına çıktı ve onlara "Sabah akşam [Rabbinizin] sınırsız kudret ve yüceliğini anın!" (10) diye işaret etti.
10 - Râzî'ye göre, bu husus, ayetin devamı Hz. Yahyâ'nın Allah'ın buyruğunu idrak edip anlayabilecek çağa eriştiğini gösterdiğine göre, ayette lafzen olmasa da, îma yoluyla açıkça ifade edilmektedir. |
12. | [Ve çocuk doğup büyüdüğünde o'na:] "Ey Yahyâ! İlahî mesaja sımsıkı sarıl!" [diye öğüt verdi]. Çünkü o daha küçük bir oğlanken Biz o'na doğru ve kuşatıcı düşünme yeteneği vermiştik, |
13. | ve katımızdan bir ruh inceliği (11) ve arınmışlık... Öyle ki, Bize karşı o [her zaman] bilinç ve duyarlık içinde idi;
11 - Lafzen, "Bizden, bir ruh inceliği/bir merhamet duygusu" -yani, özel ilahî bir lütuf, bir armağan olarak. |
14. | ve ana-babasına karşı saygı ve gözetme tavrı içinde; asla zorba ya da dik başlı biri değildi. |
15. | Bunun içindir ki, doğduğu gün de, öldüğü gün de, [Allah'ın] selâmı o'nun üzerindeydi; ve diri olarak kaldırılacağı gün de [yine o'nun] üzerine olacaktır. |
16. | VE BU İLAHÎ mesajda (12) Meryem'i de an. Hani, o ailesinden ayrılıp doğu yönünde bir yere çekilmişti;
12 - Lafzen, "kitapta". Âl-i İmrân'da olduğu gibi, bu surede de Hz. Yahyâ'nın doğumuyla ilgili anlatımı, Hz. İsa'nın doğum öyküsü izlemektedir -Bunun birinci sebebi Hz. Yahyâ'nın (ki, İncil'de "Vaftizci" sıfatıyla geçmektedir) Hz. İsa'nın habercisi olmasıdır; ikinci sebebi ise, bu iki doğum olayının bildiriliş biçimindeki açık paralelliktir. |
17. | kendini onlardan uzak tutuyordu; (13) bu durumdayken kendisine vahiy meleğimizi gönderdik; [bu melek] ona eli yüzü düzgün bir beşer kılığında göründü. (14)
13 - Belli ki, rahatsız edilmeden kendini bütünüyle dua ve tefekküre vermek için. "Doğu yönünde bir yer", İbni Kesîr'in de belirttiği gibi, mümkündür ki, Mâbed'in doğu yanında, annesinin Hz. Meryem'i hizmetine adadığı bir bölümü, bir hücreyi işaret ediyor (karş. 3:35-37). 14 - Rûh çoğu zaman, 2. sure 71. notta ve 16. sure 2. notta belirtildiği gibi, "vahiy" ya da "ilahî esin" anlamında kullanılmaktadır. Bunun yanında, seyrek de olsa bazan, bu vahyi ya da esini Allah'ın seçtiği kimseye ulaştıran aracıyı, bir başka deyişle meleği (ya da melekî gücü) işaret için kullanılmaktadır. 6:9'da îma edildiği gibi, ölümlü varlıklar bir meleği kendi gerçek heyeti ya da tezahürü içinde algılayamayacakları için, Allah onu Hz. Meryem'e "eli yüzü düzgün bir insan", yani, kolay algılayabileceği bir kılık içinde göstermiştir. Râzî'ye göre, meleğin rûh tabiriyle ifade edilmesi, bu kategorideki varlıkların, fiziksel ya da bedensel unsurlardan uzak, sırf ruhanî yahut manevî bir mahiyet taşıdıklarını göstermektedir. |
18. | (Meryem onu görünce:) "Senden, O kuşatıcı rahmet ve esirgeme Sahibi'ne sığınırım!" dedi, "Eğer O'na karşı sorumluluk bilinci taşıyorsan [bana yaklaşma]!" |
19. | [Melek:] "Ben yalnızca Rabbinin bir elçisiyim" dedi, "[O Rab ki:] sana tertemiz bir oğul armağan edeceğim [diyor]." |
20. | [Meryem:] "Bana daha hiçbir erkek dokunmamışken, nasıl bir oğlum olabilir? Üstelik ben iffetsiz bir kadın da değilim" dedi. |
21. | [Melek:] "Bu doğru" dedi, "[Ancak] Rabbin diyor ki: Bu Benim için kolay; (15) ve [böyle olduğu için de, senin bir oğlun olacak] ve Biz o'nu insanlar için katımızdan bir sembol ve aydınlatıcı bir bağış kılacağız!'" (16) Ve bu [Allah tarafından] önceden hükme bağlanmış bir şeydi: 15 - Karş. yukarıda 9. ayette, Hz. Yahyâ'nın doğumunun Hz. Zekeriya'ya duyurulmasıyla ilgili benzer ifade. Her iki ifadeyle de, vuku bulmadan önce insan için bütünüyle beklenmedik ya da kavranılmaz olan olayların Allah için son derece mümkün ve gerçekleştirilmesi itibariyle son derece kolay olduğu gerçeği vurgulanmaktadır. Hz. Meryem'e bir oğlunun olacağı haberinin verilmesiyle ilgili olarak yine Kur'an'da 3:47'de, "O bir şeyin olmasını dileyince, ona yalnızca Ol!' der -ve (o şey) oluverir" denmektedir; fakat ne Kur'an ne de güvenilir Hadisler bize Allah'ın "Ol!" emrinin gerçekleşmesine ilişkin sebep-sonuç bağlantısı (esbâb) hakkında herhangi bir şey söylemediğine göre, bu olayın "nasıl" vuku bulduğuna dair yapılan bütün spekülasyonlar ya da yorumlar Kur'an tefsirinin dışında mütalaa edilmelidir. (Bununla birlikte, bkz. 21:91 ve ilgili 87. not.) 16 - Âyet teriminin muhtelif anlamlarından biri de "işaret" yahut, Râğıb'ın etraflı bir biçimde tanımladığı gibi, "sembol/simge"dir (karş. 17. sure, 2. not). Bununla birlikte, terimin Kur'an'da en sık yüklendiği anlam "ilahî mesaj"dır: Bunun içindir ki, sözcüğün mecaz olarak Hz. İsa için kullanılması, muhtemelen, o'nun Allah'ın mesajının insana ulaşmasında bir araç, bir vesile, yani bir peygamber olması ve dolayısıyla Allah'ın rahmetinin bir simgesi olması anlamınadır. Bizim "böyle olduğu için de, senin bir oğlun olacak" sözcükleriyle yaptığımız parantez içi ilavemize gelince, bu, "Ve Biz o'nu ..." sözleriyle devam eden ifade akışının bir gereğidir (Zemahşerî ve Râzî). |
22. | bunun için de, [Meryem] o'na gebe kaldı ve o'nunla birlikte uzak bir yere çekildi. |
23. | Ve doğum sancısı onu bir hurma ağacının gövdesine sürükledi[ği (17) zaman]: "Keşke bu durum başıma gelmeden önce ölseydim de unutulup giden biri olsaydım!" diye yakındı.
17 - Yani, acıya karşı bir destek bulmak üzere, hurma ağacına tutunmak zorunda bıraktığında. Böylece, bu doğumun da, diğer bütün doğumlarda olduğu gibi, ciddî doğum sancılarıyla birlikte normal ve tabii doğum şartları içinde gerçekleştiğine dikkat çekiliyor. |
24. | Bunun üzerine, hurma ağacının alt yanından (18) [bir ses] ona şöyle seslendi: "Üzülme! Rabbin senin alt yanında ufak bir dere akıttı;
18 - Yahut: "onun (yani, Hz. Meryem'in) alt tarafından". Bununla birlikte, Zemahşerî'nin kaydettiğine göre Katâde bu ifadeyi "hurma ağacının alt tarafından" diye yorumlamaktadır. |
25. | Şimdi hurmanın gövdesini kendine doğru silkele, taze hurma dökülsün. |
26. | Sonra da ye, iç: gözün aydın olsun! Ve eğer insanlardan birini görürsen ona de ki: (19) "Ben O sınırsız rahmet Sahibi için, (bir süre) konuşmaktan kaçınmaya ahdettim; bu yüzden bugün insanlardan kimseyle konuşmayacağım". (20)
19 - Lafzen, "de ki" -fakat söylenmesi istenen şeyi fiilen konuşarak söylemesi ayetin devamıyla tezat teşkil edeceğine göre, burada "demek"ten kasıt "işaretle anlatmak"tır. 20 - Savm teriminin birincil anlamı "kaçınmak" ya da "feragat etmek"tir; sözcük, buradaki anlam örgüsü içinde, samt ("konuşmaktan kaçınmak") sözcüğüyle eş anlamlıdır; nitekim, Zemahşerî'nin kaydettiğine göre, bu sonraki terim Abdullah İbni Mesûd'un Mushafı'nda (muhtemelen açıklayıcı bir kenar notu olarak) geçmektedir. |
27. | Ve bir süre sonra, çocuğuyla beraber, kavmine döndü. (21) "Ey Meryem!" dediler, "Sen, gerçekten, tuhaf bir iş yaptın!
21 - Lafzen, "o'nu taşıyarak, o'nunla birlikte kavmine geldi". |
28. | Ey Harun'un kız kardeşi! (22) Senin baban kötü bir adam değildi; ne de annen iffetsiz bir kadındı!"
22 - Kadîm semitik ifade tarzında kişinin ismi çok defa kabilenin geçmiş ulularından, büyüklerinden birinin ya da kabilenin ilk atası olarak bilinen kimsenin adına bağlanırdı. Bunun içindir ki, sözgelimi Benû Temîm kabilesine mensup birine bazan "Temîm'in oğlu" yahut "Temîm'in kardeşi" diye hitab edilirdi. Hz. Meryem de rahipler kastına mensup olduğuna göre, Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun'un soyundan geliyordu ve bu yüzden de "Harun'un kız kardeşi ya da bacısı" olarak çağırılıyordu. (Aynı şekilde, Hz Meryem'in yeğeni ve Hz. Zekeriya'nın karısı Elisa (Elisabeth), Luka i, 5'de, "Harun'un bacıları"ndan biri olarak anılmaktadır.) |
29. | Bunun üzerine [Meryem] çocuğa işaret etti. "Daha beşikteki bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz ki!" diye çıkıştılar. |
30. | [Fakat çocuk:] "Bakın," dedi, (23) "Allah'ın kuluyum ben. O bana ilahî mesaj bahşetti ve beni peygamber (24) yaptı,
23 - Kur'an her ne kadar, 3:46'da, Hz. İsa'nın "[daha] beşikte [iken] insanlarla konuştuğu"nu yani, daha erken çocukluk çağlarında hikmetle donatıldığını- ifade ediyor ise de, 30-33. ayetler, gelecekte gerçekleşecek bir şeyi ifade için, tekid amacıyla, geçmiş zaman kipini kullanarak olacak şeylerin tasavvurunu sağlayan bir mecaz özelliği gösterir gibidir. (Ayrıca bkz. bundan sonraki not.) 24 - Bir insana, o insan zihinsel planda ve hayat tecrübesi olarak tam bir olgunluğa erişmeden önce ilahî vahiy tevdî edilerek peygamberlik görevi verilmesi düşünülemeyeceği için, Taberî'nin naklettiğine göre, İkrime ve Dehhâk bu pasajı "Allah bana kitap bahşetmeyi hükme bağlamıştır (kadâ) ... ilh." şeklinde tefsir etmişler ve dolayısıyla bu ayeti gelecekle ilgili bir atıf, bir îma olarak değerlendirmişlerdir. Taberî'nin kendisi de aynı tefsiri sonraki ayete uygulayarak ona şu anlamı vermiştir: "O bana salâtı ve arınmak için vermeyi (zekâtı) emretmeyi hükme bağlamıştır". Bununla birlikte, bütün bu pasajın (30-33. ayetler) Hz. İsa tarafından çok daha sonraki bir çağda, yani, yetişkinliğe ulaştığı ve kendisine fiilen peygamberlik görevi tevdî edildikten sonra, dile getirildiği de söylenebilir; bir başka deyişle, bu ayetlerin, yetişkinlik döneminde Hz. İsa'nın hayatına hakim olacak olan manevî ve ahlakî ilkelerin ve özellikle de Hz. İsa'nın yalnızca "Allah'a kul olma" konusundaki derin bilinç ve duyarlığının gelecekteki tezahürleriyle önceden ifadesi olarak anlaşılması mümkündür. |
31. | ve nerede bulunursam bulunayım beni kutlu ve erdemli kıldı; yaşadığım sürece bana salâtı, arınmak için vermeyi emretti; |
32. | ve anamı saygıyla gözetmemi; ve beni merhametten yoksun bir zorba kılmadı. |
33. | "Bunun içindir ki, doğduğum gün selâm benim üzerimdeydi; öleceğim gün ve hayata [yeniden] döndürüleceğim gün [yine benim üzerimde o-lacaktır]!" |
34. | MERYEM OĞLU İsa hakkında, üzerinde öylesine derin bir anlaşmazlığa düştükleri (25) doğru açıklama işte budur.
25 - Lafzen, "hakkında şüpheye düştükleri", yahut "hakkında [boş yere] tartıştıkları": Yahudilerin, o'nun "sahte bir peygamber" ve gayrimeşru bir birleşmenin utanç verici bir mahsulü olduğu yolundaki iddialarından (karş. 4:156) başlayarak, Hristiyanların o'nun "Allah'ın oğlu" ve dolayısıyla "Allah'ın insanda tecessümü" olduğu yolundaki inançlarına varıncaya kadar, Hz. İsa'nın doğası ve menşei hakkında ileri sürülen gerçek dışı ve çelişik görüşlere ilişkin bir atıf. Bu konuda ayrıca bkz. 3:59 ve ilgili 47. not. |
35. | Bir oğul edinmek Allah'a asla yakıştırılamaz; sınırsız yüceliğiyle O böyle bir şeyin üstünde, ötesindedir! (26) O bir şeyin olmasına hükmettiği zaman, ona yalnızca "Ol!" der -ve o (şey hemen) oluverir!
26 - Bkz. 2:116 ve ilgili 96. not. |
36. | Ve [İsa'nın her zaman söylediği gerçek şudur:] "Şüphesiz, benim Rabbim de, sizin Rabbiniz de Allah'tır; öyleyse [yalnızca] O'na kulluk edin: dosdoğru yol [yalnızca] budur!" (27)
27 - Karş. 3:51 ve 43:64. |
37. | Hal böyleyken [Kitâb-ı Mukaddes'e bağlı olduklarını iddia eden] hizipler yine de aralarında [İsa'nın doğası hakkında] çekişip duruyorlar! (28) Öyleyse, o büyük Gün bütün açıklığıyla gelip çattığı zaman (29) vay hallerine hakkı inkar edenlerin!
28 - Yani, ya Yahudilerin yaptığı gibi, bir peygamber olarak o'nu bütünüyle reddederek, ya da Hristiyanların yaptığı gibi o'nu tanrılaştırarak. 29 - Lafzen, "Büyük bir Gün'ün ortaya çıkmasından (meşhed) ötürü"; yani, Hesap Günü'nün. |
38. | Bizim karşımıza çıkacakları o Gün, [gerçeği] nasıl da apaçık işitecek ve görecekler!Ne var ki, bu zalimler o gün artık aşikar bir biçimde bir kere yoldan çıkmış bulunacaklar: |
39. | bunun içindir ki, her şeyin hükme bağlanmış olacağı o onmaz pişmanlıklar Günü['nün gelip çatması konusunda] onları uyar, çünkü onlar hâlâ umursamazlık gösteriyor ve [o Gün'ün geleceğine] inanmıyorlar. |
40. | Oysa, [o Gün er geç gelip çatacak ve] yeryüzü ve onun üzerinde yaşayanlar geçip gittikten sonra yalnızca Biz kalacağız; (30) ve [o zaman] onların hepsi Bize dönecekler.
30 - Lafzen, "Yeryüzüne ve onun üzerinde bulunan her şeye Biz varis olacağız". "Varis olma" yahut "miras" kavramının bu mecazî kullanımı hk. bir açıklama için bkz. 15. sure, 22. not. |
41. | BU KİTAPTA bir de İbrahim'i an. (31) Gerçek şu ki, o özü sözü doğru biriydi, (yani) bir nebiydi.
31 - Hz. İbrahim'den ve o'nun babasını, Allah'ın birliğini, eşsiz-ortaksız oluşunu kabule çağırma yolundaki sonuçsuz çabalarından söz eden bu bölüm, aynı bakış açısından, ölümlü bir insan olarak ve Tek ve Biricik İlah'ın, Allah'ın kulu olarak Hz. İsa'nın gerçek tabiatından söz eden önceki bahisle bağlantılıdır. |
42. | Hani o babasına "Ey babacığım!" demişti, "Ne işiten, ne gören ve ne de sana bir yarar sağlayabilen şeylere niçin tapınıyorsun?" |
43. | "Ey babacığım, gerçek şu ki, senin hiç haberdar olmadığın bir bilgi ışığı (32) ulaştı bana; öyleyse bana uy ki seni dosdoğru bir yola çıkarayım.
32 - Yani, zihinsel sezgi ve çıkarsama yoluyla Allah'ın varlığını ve birliğini tanıma bilinci (karş. 6:74-82). |
44. | "Ey babacığım! Gel, Şeytan'a kulluk etme; çünkü Şeytan O sınırsız rahmet Sahibi'ne baş kaldıran biridir! (33)
33 - Burada, dolaylı olarak Allah'tan başka şeylere ya da kimselere tanrısal nitelikler yakıştırmaktaki akıl dışı davranışın, Allah'a karşı benimsenen tüm akıl dışı ve nankörce tutum ve davranışların bir sembolü olarak, Yaratıcı'sına baş kaldıran Şeytan'a "tapınmak"la aynı anlama geldiği belirtiliyor. Bu bakımdan, belirtmek gerekir ki, şeytân terimi, "[haktan] uzak oldu [yahut "uzaklaştı"]" anlamına gelen şetane fiilinden türemiştir (Lisânu'l-Arab, Tâcu'l-Arûs): Bunun içindir ki Kur'an, akla, hakikate, ahlaka mahiyet olarak aykırı olan her türlü saiki şeytanî olarak; ve şeytanî saiklere teslimiyet yönünde ortaya konan her bilinçli/kasıtlı eylemi de "Şeytan'a kulluk etmek" ya da "Şeytan'a tapmak" olarak tanımlamaktadır. |
45. | Ey babacığım, ben senin başına O sınırsız rahmet Sahibi'nin katından bir azabın çökmesinden korkuyorum; (öyle bir azap ki,) başına geldiği zaman Şeytan'ın dostu ol[duğunu hemen anlar]sın." (34)
34 - Zemahşerî ve Râzî'ye göre, "öyle ... ki" ile başlayan bu cümlecik, kuruluşu itibariyle, insanın, "Şeytan'a dost" olduğunu ancak ahirette -yani, iş işten geçtikten sonra- anlamasının, bilerek günah yolunu seçmenin yol açabileceği en korkunç sonuç olduğunu dile getirmektedir. |
46. | [Babası:] "Ey İbrahim, sen benim tanrılarımdan hoşlanmıyor musun?" dedi, "Eğer bu tutumuna bir son vermezsen, seni mutlaka öldüresiye taşa tutarım! Haydi, şimdi bir süre benden uzak dur!" |
47. | [İbrahim:] "Sana selâm olsun!" diye cevap verdi, "Rabbimden seni bağışlamasını isteyeceğim: Çünkü O bana karşı hep lütufkar olmuştur. |
48. | Sizden ve sizin Allah'tan başka yalvarıp yakardığınız şeylerden uzak duracak ve [yalnızca] Rabbime yakaracağım: Böylece umulur ki, yakarışım Rabbim tarafından cevapsız bırakılmayacaktır." (35)
35 - Lafzen, "Umulur ki, Rabbime yakarışımda bedbaht olmam". |
49. | Ve böylece, onlardan ve onların Allah'ı bırakıp tapındıkları şeylerden uzaklaşınca, o'na İshâk'ı ve Yakub'u bahşettik ve bunların her ikisini de nebî yaptık; |
50. | ve o'nları rahmetimizle ödüllendirdik. Ve o'nlara doğru olanı [başkalarına] ulaştırmaları için üstün bir anlatım gücü (36) bahşettik.
36 - Lafzen, "Doğru olanın [yahut "doğruluğun/gerçekliğin"] üstün dilini". Lisân ("lisan" yahut "dil") terimi, burada, dille aktarılabilecek, dille ulaştırılabilecek şeyleri ifade için mecaz olarak kullanılmıştır (Zemahşerî). Bu cümle için pek çok müfessir tarafından öne sürülen alternatif bir açıklama da: "Doğrudan/doğruluktan yana üstün bilinmelerini" yahut daha yakın bir ifadeyle "iyi anılmalarını sağladık" şeklindedir. |
51. | VE BU KİTAPTA Musa'yı da an. Doğrusu, o da seçilmiş biriydi. [Allah'ın] haberci elçilerindendi. (37)
37 - Bu anlam örgüsü içinde Hz. Musa ve öteki peygamberlerden bahsedilmesi, bütün bu peygamberlerin, Hz. İsa gibi, Allah'ın ölümlü kulları olduğu ve tek ayırıcı niteliklerinin, kendilerine, insana ulaştırmaları için vahiy indirilmiş olduğu hususunu belirtmek içindir (karş. yukarıda 30. ayet). Haberci (nebî) ile elçi (rasûl) terimleri arasındaki anlam farklılığı için bkz. 22:52'nin giriş cümlesi ve ilgili 65. not. |
52. | Hani o'na Sina Dağı'nın sağ yamacından (38) seslenmiş ve o'nu gizemsel bir konuşma için [kendimize] yaklaştırmıştık;
38 - Yani, yüzü Sina Dağı'na dönükken Hz. Musa'nın durduğu yerin sağ tarafından (Taberî). Bununla birlikte, "sağ yan" ya da "sağ yamaç" tabiri, Kur'an'ın başka yerlerinde olduğu gibi, burada da, büyük bir ihtimalle, soyut bir kutluluk, güven ya da selamet çağrışımıyla yüklüdür (karş. 74:39 hk. 25. not). Allah'ın Hz. Musa'yı peygamberliğe çağırmasıyla ilgili daha ayrıntılı bir anlatım için bkz. 20:9 vd. |
53. | ve o'na bahşettiğimiz rahmetin bir devamı olarak, kardeşi Harun'u da [o'nunla beraber] haberci kılmıştık. |
54. | VE BU KİTAPTA İsmail'i (39) de an. Doğrusu, o da her zaman sözünde duran biriydi; bir elçi, bir nebiydi.
39 - Hz. İbrahim'in Hz. İshâk kolundan gelen Hz. Musa'dan söz edildikten sonra, Hz. İbrahim'in ilk oğlu ve "kuzey" Arap boylarının ve dolayısıyla Kureyş kabilesinin bir mensubu olarak, Muhammed (s)'in atası olan Hz. İsmail'e dikkat çekiliyor. |
55. | Ve halkına salâtı ve zekâtı emrederdi; (40) ve o da Rabbinin katında hoşnutluk kazanmıştı. 40 - Bu ifadeyle, muhtemeldir ki, Hz. İsmail'in salâtı ve zekâtı zorunlu ibadet biçimleri olarak ilk vazeden peygamberlerden olduğu anlatılmak isteniyor. |
56. | VE BU KİTAPTA İdris'i de an. (41) O da özü sözü doğru olan biriydi; bir nebiydi. 41 - Klasik müfessirlerden ekseriyeti, Kur'an'da 21:85'de bir kere daha ismi geçen İdris Peygamber'i Tevrat'ta (Tekvîn, v, 18-19 ve 21-24) bahsi geçen Hanok'la (Enoch) özdeşleştirmektedirler. Ne var ki, bütünüyle tahmine dayanan bu görüş herhangi bir delille desteklenmemiştir. Bazı modern Kur'an müfessirleri ise İdris isminin Osiris'in Araplaşmış biçimi olduğu görüşünü ileri sürmektedirler. (Osiris, eski Mısır dilindeki As-ar ya da Us-ar isminin eski Yunan dilindeki versiyonudur.) Bu görüşte olanlar, bu isimle anılan kişinin, eski Mısırlılarca sonradan tanrılaştırılan bilge bir kral ya da peygamber olduğunu söylemektedirler (karş. Merâğî XVI, 64 ve Seyyid Kutub, Fî Zilâli'l-Kur'ân, Kahire t.y. cild. XVI, 44); ne var ki, bu, ciddiye alınmak için biraz fazla zorlama bir yorum olarak gözükmektedir. Sonuç olarak, ilk Kur'an müfessirlerinden bazıları (Abdullah İbni Mesûd, Katâde, İkrime ve Dehhâk) "İdris"in İlyas Peygamber'in (Tevrat'ta İlya (Elijah) olarak geçmektedir; bu konuda bkz. 37:123 hk. 48. not) başka bir ismi olduğunu söylemişlerdir ki bizce bu son derece makuldür. |
57. | Ve Biz o'nu da yüce bir konuma yükseltmiştik. (42)
42 - Rafenâhu ifadesine verdiğimiz "o'nu yüce bir konuma yükselttik" karşılığı için bkz. 3:55 ve 4:158; bu ayetlerde aynı ifade Hz. İsa için kullanılmaktadır; bkz. ayrıca 4:158 hk. 172. not. |
58. | İŞTE BUNLAR Allah'ın kutlu, onurlandırıcı bağışlarda bulunduğu nebîlerden bazıları -Âdem'in soyundan, Nûh'la birlikte [o gemide] taşıdığımız kimselerin soyundan, İbrahim ve İsmail'in (43) soyundan gelen ve [hepsi de] doğru yolu gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerden bazıları: Ne zaman kendilerine O sınırsız rahmet Sahibi'nin mesajları okunsa ağlayarak [O'nun huzurunda] yere kapanan kimseler. (44)
43 - Soyları Hz. İsa ile son bulan İbranî peygamberleri Hz. İshâk ve İsrail (Yakub) kolundan geçerek Hz. İbrahim'in soyundan gelirken, Muhammed (s) aynı atanın soyundan, o'nun ilk oğlu İsmail kolundan gelmektedir. 44 - Yani, peygamberlerin hepsi de beşer olduklarının bilincinde olan, Allah'ın alçak gönüllü kullarıydı. (Bkz. ayrıca 32:15.) |
59. | Onların ardından, salâtı boş veren ve yalnızca kendi şehvetlerinin, dünyevî tutkularının peşine düşen bir kuşak geldi; ve böyle yaptıkları için de, yakında tam bir düş kırıklığıyla karşılaşacaklar. (45)
45 - Yani, ahirette, kendilerini manevî yıkıma sürükleyen yanılgıyı bütün açıklığıyla, bütün gerçeğiyle ve pek tabii, bütün karşılığıyla anlayacaklar. |
60. | Ancak, pişman olup Allah'a yönelen, inanıp dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyanlar bunun dışındadır; zaten hiçbir haksızlığa uğratılmadan (46) cennete girecek olanlar da işte böyleleridir; 46 - Yani, bunlar yaptıkları en küçük iyiliğin karşılığından mahrum edilmeyecekleri gibi, fiilen hak ettiklerinin çok üstünde bir nimete erişecekler (karş. 4:40). |
61. | sınırsız bağış Sahibi'nin, kullarına, her türlü beşerî algı ve tasavvurun ötesinde (47) söz verdiği o âsûde hasbahçeler [onların olacaktır]; O'nun sözü elbette yerini bulacaktır!
47 - Bi'l-ğayb ibaresi için verilen bu açıklayıcı ifade, kanaatimizce ğayb kavramının taşıdığı anlamı aktarmak için yapılabilecek en yakın açıklama durumundadır; çünkü ğayb, insanın dünyevî tecrübeleriyle, algı ve müşahedeleri yoluyla kavrayamayacağı duyu üstü bir realiteyi ifade etmektedir ve bu yüzden de ancak temsîlî ifade unsurlarıyla anlatılabilir. (Bkz. 2:3'ün ilk cümlesi ve ilgili 3. not.) |
62. | Orada onlar asla boş ve yararsız bir söz işitmeyecekler; iç huzuru ve esenlik dileğinden başka hiçbir söz! (48) Ve orada sabah akşam (49) azıklandırılacaklar;
48 - Selâm terimi ruhanî/manevî sükûnet ve huzur, her türlü hata, kötülük ve iç çatışmadan kurtulmuş olma gibi anlamları kapsamaktadır. 5:16 üzerine düştüğümüz 29. notta da belirttiğimiz gibi (ki adı geçen ayet için bu terim, farklı bir anlam örgüsü içinde "kurtuluş/selamet" sözcüğüyle aktarılmıştı), bu terimin, her bakımdan olmasa da, soyut anlam itibariyle başka dillerdeki en yakın eş anlamlısı, Fransızcadaki salut sözcüğüyle Almancadaki Heil sözcüğüdür. 49 - Yani her zaman. Belirtmek gerekir ki, rızk ("azık/geçimlik") terimi bir canlının canlılığını devam ettirebilmesi için yararlanabileceği maddî ya da manevî her şeyi ifade eder. |
63. | Bize karşı sorumluluk bilinci içinde olan kullarımıza bırakacağımız cennet işte budur. |
64. | VE [MELEKLER]: "Biz ancak Rabbinin buyruğuyla ineriz" derler, "gözümüzün önünde olan, bizden gizli tutulan ve bu ikisi arasında bulunan (50) her şey O'na aittir. Ve Rabbin asla [hiçbir şeyi] unutmaz.
50 - Yani, görseler bile ya da varlığından haberdar olsalar bile meleklerin mahiyetini bilmedikleri, anlamadıkları şeyler. Yukarıdaki ibarenin lafzî karşılığı şudur: "ellerimizin arasında bulunan, arkamızda bulunan ve bu ikisinin arasında bulunan (her şey)"... Bu deyimsel ifade için bkz. 2:255 -"O insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da bilir"- ve ilgili 247. not. Melekler'e ilişkin bu atıf, Muhammed (s) gibi, ilahî vahye muhatap olan önceki peygamberlerle ilgili daha önceki bahisle bağlantılıdır. |
65. | Göklerin ve yerin Rabbi(dir O), ve bunların arasında var olan her şeyin! Öyleyse, yalnızca O'na kulluk et ve O'na kullukta devamlı ve sebatlı ol! Hiç, ismi O'nunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?" |
66. | BÜTÜN BUNLARA RAĞMEN, insan [yine de] kalkıp: "Ne yani," der, "Ben öldükten sonra, yeniden hayata mı döndürüleceğim?" |
67. | Peki, insan aklına getirmiyor mu ki, Biz onu daha önce yoktan (51)var etmiştik? 51 - Lafzen, "daha bir şey değilken" [yahut "olmadığı halde"]. |
68. | Öyleyse, Rabbine andolsun ki, Biz onları [Hesap Günü'nde, kendilerini hayattayken yönlendiren] şeytanî güçlerle (52) bir araya toplayacak ve sonra cehennemin çevresinde diz üstü bekleteceğiz;
52 - Bkz. 15. sure, 16. notun ilk yarısı; ayrıca karş. bu surenin 44-45. ayetlerindeki "Şeytan'a kulluk"a ilişkin atıf ve ilgili 33 ve 34. notlar. Günahkarların Hesap Günü'nde "kendilerini hayattayken yönlendiren şeytanî güçlerle" bir araya getirilmesiyle ilgili sembolik anlatım -2:14 hk. 10. notta belirttiğimiz gibi- şeytân teriminin Kur'an'da çoğu zaman insanın kendi içindeki kötü eğilimleri ifade için kullanıldığı hatırlandığı takdirde, daha kolay anlaşılacaktır. Ayette geçen çoğul kişi zamiri kıyamet ve ölümden sonraki hayat gerçeğini tanımayanlara ilişkindir. |
69. | Ve sonra her [günahkar] topluluktan O sınırsız rahmet Sahibi'ne kibir ve dik başlılıkta ileri gidenleri (53) ayırıp öne çıkaracağız;
53 - Yani, insanın Allah'a karşı sorumlu olduğu fikrini bilerek ve kasıtla red ve inkar eden ve dolayısıyla, kendisine bağımlı zayıf ve bilgisiz insanları da yoldan çıkaran kimseler ahirette en ağır azaba çarptırılacaklar. |
70. | çünkü cehennem ateşini en çok kimin hak ettiğini, (54) şüphesiz en iyi Biz biliriz. 54 - Lafzen, "Orada kimin yanmayı hak ettiğini": Her günahkarın, Kur'an'da cehennem sözcüğüyle adlandırılan azaba mutlaka sokulmayacağını îma eden bir ifade. (Cümlenin başında yer alan sümme takısı, burada, önceki ifadeyle bağlantıyı sağlayan açıklayıcı bir bağlaç hükmündedir ve dolayısıyla "çünkü" şeklinde aktarılması, bizce daha uygundur.) |
71. | Ve sizin her biriniz onu görebilecek bir noktaya varacaksınız: (55) Bu, Rabbin katında yerine getirilmesi gerekli bir hükümdür.
55 - Lafzen, "Sizden hiç kimse yok ki ona varmamış olsun". Bazı klasik müfessirlere göre buradaki "siz" zamiri önceki pasajlarda sözü edilen günahkarlara ve özellikle de Kıyamet Günü'ne inanmaya yanaşmayan kimselere ilişkindir. Ne var ki, müfessirlerin ekseriyeti, "herkesin onu müşahede edeceği" anlamında, iyi-kötü, kafir-müslim herkesin bu hitabın kapsamına girdiği görüşündedir: bizim çeviride kullandığımız ifade de bu görüşe dayanmaktadır. |
72. | Bir kere daha (56) (hatırlatalım ki): Biz, Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyanları [cehennemden] kurtaracağız; ama zalimleri onun içinde diz üstü bırakacağız. (57) 56 - Sümme takısı için seçtiğimiz bu özel karşılık için bkz. 6. sure, 31. not. 57 - Yani, Allah'ın yargısını ve hayattayken küstahça bir kenara ittikleri ahlakî gerçekleri kabul etmekte geç kalmalarından ötürü bütünüyle küçük düşmüş ve ezilmiş olarak. |
73. | HAL BÖYLEYKEN, ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığıyla kendilerine ulaştırılsa, hakkı inkara şartlanmış olan kimseler imana erişenlere: "(Bu) iki insan topluluğundan (58) konum olarak hangisi daha üstün ve güçlü, topluluk olarak hangisi dahi iyi/daha seçkindir?" (59) diye sorup dururlar. 58 - Lafzen, "iki grup" ya da "iki parti"den: din ve ahlak sorunlarına yaklaşımlarındaki temel farklılıklarıyla karakterize edilen iki tip insan toplumu. (Bkz. bundan sonraki not.) 59 - Lafzen, "topluluk [ya da "meclis"] olarak daha iyi". İnkarcıların ağzından verilen bu temsîl edici "ifade", belâgat gereği soru üslubuyla, mutlak ahlakî ilkelere teslim olmaya yanaşmayan ve sadece geçici çıkar hesaplarının gösterdiği yolda gitmeye kararlı bir toplumdan yana, görünüş olarak makul ama derine inildiğinde çürük ve asılsız olan bir iddiayı dile getirmektedir. Böyle bir toplumsal düzende, maddî başarı ve iktidar çoğu zaman tüm metafizik kaygıları -özellikle de Allah'ın öngördüğü ahlakî standartlarla bağdaşan metafizik kaygıları- bile-isteye kısmen ya da tamamen bir kenara bırakmanın sağladığı bir nimet olarak görülmektedir. Bu görüş, bu tür kaygıların özgür ve sınırsız "ilerleme" yolu üzerinde insanın karşısına çıkan bir engelden başka bir şey olmadığı inancına dayanmaktadır. Ayrıca belirtmeye gerek yok ki, en vecîz ifadesini modern söylemdeki "Din halkın afyonudur" sözünde bulan bu tutum, insanın toplumsal hayatının -tabii, bununla gerçekten "iyi" olan bir hayat tarzı kasdediliyorsa- belirli birtakım ahlakî ilke ve yasaklara dayandırılması gerektiği yönünde gelişmiş bütün dinlerin ittifakla dile getirdiği anlayışa taban tabana zıttır. Bu ahlakî ilke ve sınırlandırmaların, mahiyetleri gereği, maddeci eğilimlere kendini kaptırmış toplumlara hükmeden ve onları -başkalarında ve manevî planda da kendilerinde yol açtıkları tahribata bakmaksızın- geçici bir süre için maddî refah ve üstünlüğe kavuşturan ilkesiz ve dizginsiz güç ve iktidar mekanizmalarını işlemez hale getirmeleri tabiidir: Fakat insanın bencilliği ve iktidar hırsı üzerinde tam da bir fren rolü oynadıkları içindir ki, ancak bu ahlakî ilke ve sınırlandırmalar -ve sadece bunlar- bir cemaati, maddeci toplumun tutsak olduğu sonu gelmez tüketici, yoksullaştırıcı iç gerilimlerden, düş kırıklıklarından kurtarabilir; buna bağlı olarak, daha organik ve dolayısıyla daha kalıcı bir toplumsal huzur ve esenlik getirebilirler. Kısacası, "hakkı inkara şartlanmış olanların" ağzıyla ifade edilen belâgat gereği soruya karşı Kur'an'ın, vecîz bir üslup içinde dile getirilen cevabı budur. |
74. | Oysa, Biz onlardan önce gelip geçen nice kuşakları helak ettik; öyle ki, onlar dünyevî güç (60) ve dış görünüş olarak berikilerden daha üstündüler!
60 - Lafzen, "varlıkça" yahut "sahip oldukları şeylerin bolluğu bakımından". Bu anlam akışı içinde karn terimi, bu surenin son ayetinde olduğu gibi, "bir ve aynı çağda yaşayan insanlar topluluğu", yani, "uygarlık" anlamına gelmektedir. |
75. | De ki: "Kim ki sapıklık içinde yaşıyorsa, sınırsız rahmet Sahibi onun ömrünü, yaşama imkanını çekip u-zatabilir!" (61) [Ve bırak ne söyleyeceklerse söylesinler, (62) ] tâ ki, önceden uyarıldıkları [bu dünyadaki] azabı, ya da Son Saat[in gelip çatmasını] görünceye kadar: Çünkü o zaman [bu iki insan topluluğundan] varılacak yer olarak hangisinin daha kötü, destek ve dayanak olarak (63) hangisinin daha zayıf olduğunu anlayacaklar.
61 - Yahut: "ona bir mühlet verir", ki belki, tuttuğu yolun yanlışlığını fark eder de doğru yola döner; bunun içindir ki, her mümin, günah içinde olanlar için doğru yola dönmeleri yönünde dua etmekle emrolunmaktadır. 62 - Bu ilave, hakkı inkar edenlerin 73. ayette bahsi geçen "söz"lerine atıf içindir ve onunla bağlantılıdır (Zemahşerî). 63 - Lafzen, "destek" ya da "kuvvet olarak" (cünden): Bu anlam örgüsü içinde, hem maddî kaynakları, hem de iyi amaçlar doğrultusunda bunlardan yararlanma imkan ve becerisini işaret eden bir ifade. |
76. | Allah doğru yolu seçenleri daha derin bir doğru yol bilinci ile destekler; (64) ve kalıcı mahsullere dönüşen dürüst ve erdemli davranışlar Rabbinin katında karşılık olarak [dünyevî kazançlardan] daha değerli ve sonuçları itibariyle daha verimlidir. (65)
64 - Lafzen, "Allah doğru yolu seçenleri doğru yolda destekler/pekiştirir". 65 - Lafzen, "Rabbinin katında hem karşılık olarak, hem de kazanç/sonuç olarak daha iyidir" (karş. 18:46). |
77. | Mesajlarımızı inkara şartlanmış olan ve "Şüphesiz, bana mal mülk ve evlat verilecektir" diyen kimseyi hiç düşündün mü?" (66)
66 - Yukarıda 73-75. ayetlerde ifade edilen (ve 59. notta da az çok izah edilen) tutumun, yani tüm manevî/ahlakî kaygıları bir kenara bırakarak maddî değerlere sarılmanın ve hayatta peşinden koşulmaya değer tek amacın maddî ve dünyevî "başarı" olduğu inancının bir diğer ifadesi. Bu maddeci "başarı" anlayışı, Kur'an'da pek çok yerde olduğu gibi, burada da, sembolik olarak, kişinin kendini "mal mülk ve evlat" fikr-i sâbitine kaptırmasıyla eş anlamlı olarak ifade edilmiştir. |
78. | Yoksa o beşerî algı ve tasavvurların ulaşamayacağı bir görüş alanına mı erişti; yahut sınırsız rahmet Sahibi'yle bir sözleşme mi yaptı? (67)
67 - Bu anlam örgüsü içinde ğayb terimi bilinmeyen gelecek anlamındadır. |
79. | Asla! Biz onun (bu) söylediğini kaydedeceğiz ve onun [ahirette çekeceği] azabın süresini uzatacağız; |
80. | ve onun (bu) söylediğini geri bırakacağız; (68) çünkü o [Hesap Günü'nde] tek başına huzurumuza çıkacaktır. (69)
68 - Lafzen, "ondan miras alacağız" -kişinin vaktiyle başkasına ait olan ya da başkasının yetkisinde olan şeyi devralması anlamına mecaz. 69 - Yani, herhangi bir dış destek ve dayanaktan yoksun ve dolayısıyla sadece Allah'ın bağış ve merhametine kalmış olarak (karş. 6:94 ve bu surenin 95. ayeti). |
81. | Çünkü böyleleri, kendilerine güç ve statü [kaynağı] olurlar diye, Allah'tan başka varlıkları tanrılar edinirler. (70)
70 - Bu ifade hem önceki pasajda hem de 73-75. ayetlerde sözü edilen insan tipine, yani dünyevî varlığa ve iktidara neredeyse dinî bir aldanmayla "tapınan" ve dünyevî başarının bu tezahürlerine tanrısal nitelikler yakıştıran insanlara matuftur. |
82. | Fakat hayır! Bu [tapınma nesneleri Hesap Günü'nde] kendilerine yöneltilen tapınmaları tanımayacaklar ve tapınanların karşısında yer alacaklar! |
83. | HakkI İnKAR edenlerİn üzerine, onları güçlü dürtülerle [günah işlemeye] kışkırtsınlar diye her türden şeytanî güçleri (71) saldığımızı bilmiyor musun? (72)
71 - Lafzen, "şeytanlar"; Kur'an bu terimle çoğu zaman mahiyet olarak kötü olan şeyleri ve özellikle insan ruhundaki ahlak dışı dürtü ve eğilimleri ifade etmektedir (karş. 2:14 hk. 10. not ve bu surenin 44. ayeti hk. 33. not). 72 - Bkz. 15:41 hk. 31. not. Zemahşerî ve Râzî'ye göre, "Biz, hakkı inkar edenlerin üzerine [her türden] şeytanî güçleri (şeyâtîn) saldık (erselnâ)" ifadesi burada "Biz şeytanî güçlerin onların arasında etkili olmasına izin verdik (halleynâ)" ve bunu yaparken de, bu kötü dürtü ve etkileri kabul ya da reddetmeyi insanın serbest iradesine bıraktık anlamını taşımaktadır. Özellikle Râzî, bu anlam örgüsü içinde, 14. surenin 22. ayetine dikkat çekmektedir ki bu ayete göre Şeytan Kıyamet Günü'nde günahkarlara şöyle hitab edecektir: "Benim sizin üzerinizde doğrudan bir gücüm ya da iktidarım yoktu; ben yalnızca sizi çağırdım ve siz de bana icabet ettiniz. Bunun içindir ki, artık beni değil, siz yalnızca kendinizi suçlayın". Ayrıca bkz. Râzî'nin yorumunun aynen zikredildiği 14:22 hk. 31. not. |
84. | Öyleyse, onların üzerine [Allah'ın azabını çağırmakta] tezlik gösterme; çünkü Biz onların günlerini aksatmadan sayıyoruz (73) zaten.
73 - Lafzen, "Onlar için tek tek sayıyoruz." Karş. yukarıda 75. ayetin ilk cümlesi. |
85. | Allah'tan yana sorumluluk bilinci taşıyanları, onurlu konuklar olarak O sınırsız rahmet Sahibi'nin huzurunda topladığımız Gün, |
86. | ve günaha gömülüp gitmiş olanları, suvarmaya götürülen susuz bir sürü gibi cehenneme sürüklediğimiz (Gün); |
87. | [bu Günde, hayattayken] O sınırsız rahmet Sahibi'yle bir bağ, bir bağlantı içine girmiş olmadıkça (74) kimse şefaatten pay alamayacaktır.
74 - Lafzen, "Rahmân'la bir ahid yapan dışında ..." Hz. Peygamber'in önde gelen bazı sahâbîleri de içlerinde olmak üzere, klasik müfessirlere göre "Allah'la bir bağ, bir bağlantı içine girme" ifadesi, bu anlam akışı içinde, O'nun birliğini, eşsiz ortaksız olduğunu kabul etmek anlamını taşımaktadır; bu ifadenin daha geniş çağrışımları için bkz. 2. sure, 19. not. Sonuç olarak, Râzî'nin de belirttiği gibi, büyük günah sahipleri bile, hayattayken Allah'ın varlığına ve birliğine inanmış olmaları şartıyla -Kıyamet Günü'nde peygamberlere verilecek olan (bkz. 10:3 hk. 7. not) "şefaat/kayırma" hakkıyla sembolik olarak ifade edilen- Allah'ın bağışlamasını umabilirler. |
88. | Hal böyleyken, (75) yine de bazıları "O sınırsız rahmet Sahibi Kendine bir oğul edinmiştir!" diyorlar. (76)
75 - Lafzen, "Ve" -bu bağlaç bu pasajın 81. ayetle bağlantısını sağlamaktadır. 76 - Hz. İsa'nın "Allah'ın oğlu olduğu" yolundaki Hristiyan inancına -ve, genel olarak, Allah'ın yaratıkların bedeninde tecessüm ettiği fikrine indirgenebilecek her türlü inanca- ilişkin bu atıf yukarıda 81. ayette ortaya konan temayla, yani, Allah'tan başka güçlerin ya da varlıkların, onlara teveccüh edenler için "güç ve statü [kaynağı] oldukları inancıyla" tanrılaştırılmaları olgusuyla bağlantılıdır. Fakat 81. ayet özellikle, maddî varlık ve iktidar olgusuna yarı-tanrısal bir nitelik yakıştıran ve kendilerini bütünüyle dünyevî başarı tutkusuna kaptıran tanrı-tanımaz insanlara işaret ederken bu pasaj, Allah'ın varlığına inanmakla birlikte, kendileriyle Allah arasında "aracılık" rolü oynayabilirler ümidiyle, peygamberleri ve azîz ya da velî olarak bilinen kimseleri de tanrılaştıran kimselere işaret etmektedir. Bu tanrılaştırma, Allah'ın müteâl birliği, eşsiz ve ortaksız olduğu ilkesiyle bağdaşmayacağı içindir ki, insanın "Allah'la olan bağının/bağlantısının" koparılması anlamına gelmektedir; ve eğer bu yolda inat ve ısrar gösterilirse, affedilmez bir günah halini almaktadır (karş. 4:48 ve 116). |
89. | [Bunu söylemekle] siz gerçekten çok çirkin bir iddia ortaya atmış oldunuz. |
90. | Öyle ki bu iddianın dehşetinden neredeyse gök paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp gidecekti! |
91. | (Demek,) O sınırsız rahmet Sahibi'ne bir oğul yakıştırıyorlar (öyle mi?) |
92. | Hem de, sınırsız rahmet Sahibi'nin bir oğul edinmesi akıl almaz bir şey olduğu halde! (77) 77 - Allah'ın bir "oğul" edinebileceği fikri -terimin gerçek anlamıyla da, mecazî anlamıyla da- "baba" ile "oğul" arasında bir mahiyet benzerliğini öngörür; oysa, Allah her bakımdan eşsiz ve benzersizdir; şöyle ki: "Hiçbir şey O'na benzemez" (42:11); "Hiçbir şey O'nunla denk tutulamaz" (112:4). Kaldı ki, "soy" ya da "döl" fikri "soy atası"nın ya da "döl sahibi"nin bir başka varlıkta devamı ya da "uzantısı" anlamını taşır ki bu durum, döl veren ya da yaratan varlık için yaratma ya da döl verme eyleminden önce (yahut, "oğul" terimi mecazî anlamda kullanılıyorsa, tecessüm ya da hulûl eyleminden önce) bir eksikliğin, bir tamamlanmamışlığın varlığını ifade eder: Eksiklik ya da tamamlanmamışlık fikri ise, hangi anlamda ele alınırsa alınsın, doğrudan doğruya Allah kavramının inkarı demektir. Öte yandan, "oğul" fikriyle sadece Tek İlah'ın değişik "vecheleri"nden biri ifade edilmek isteniyor olsa bile (Hristiyanlıktaki "Teslîs" akidesinde dile getirildiği gibi) -sonuç olarak, "insanların her türlü tasavvurunun ötesinde bir yüceliğe sahip olan" Allah'ı (bkz. 6:100'ün son cümlesi) tanımlamaya kalkışmak anlamına geldiğine göre bu dahî Kur'an'da küfür olarak nitelendirilmektedir. |
93. | Oysa, göklerde ve yerde var olan her şey sınırsız rahmet Sahibi'nin huzuruna ancak ve ancak birer kul olarak çıkmaktadırlar; (78)
78 - Yani, -insan olsun melek olsun- onların hepsi, O'nun tanrılığında en küçük bir paya sahip olmaksızın, yalnızca yaratılmış varlıklardır ve hepsi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, O'nun istek ve iradesine boyun eğmektedirler (karş. 13:15 ve 16:48-49). |
94. | doğrusu, O bunların hepsini bilgisiyle kuşatmış, teker teker saymıştır; |
95. | ve onların her biri Kıyamet Günü'nde O'nun huzuruna tek başına çıkacaktır. (79) 79 - Bkz. yukarıda 69. not. |
96. | SINIRSIZ rahmet Sahibi, imana erişip dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyanları sevgiyle kuşatacaktır; (80)
80 - Yani, onlara sevgisini bahşeder ve onları yaratıklarını sevme yeteneğiyle donatır, ayrıca onların hemcinsleri tarafından sevilmelerini sağlar. Sonraki ayetten de anlaşılacağı gibi, bu sevgi nimeti, insana ilahî mesaj yoluyla teklif edilen doğruluk-öğretisinin özünde mevcuttur. |
97. | işte yalnızca bu amaçla, bu [ilahî mesajı, ey Peygamber,] senin dilinde kolaylaştırdık ki (81) Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseleri onunla müjdeleyip, [boş bir] inatla direnip duranları onunla uyarasın;
81 - İnsanın Allah'ın "kelime"sini ya da "sözü"nü dil dışı mahiyetiyle olduğu gibi kavraması kabil olmadığı için, ilahî mesaj insana her zaman kendi dilinde vahyedilmiştir (karş. 14:4 -"Biz her elçiyi ancak kendi halkının diliyle (vahyedilmiş) [bir mesajla] gönderdik") ve her zaman insan zihninin kavrayabileceği kavramlarla ifade edilmiştir; bunun içindir ki, Hz. Peygamber'e indirilen mesaj için "senin kalbine indirdik" (2:97) yahut, "[ilahî vahiy/esin] onunla senin kalbine inmiştir" (26:193-194) buyurulmaktadır. |
98. | çünkü, onlardan önce gelip geçen nice kuşakları (82) yok ettik; [şimdi] onlardan herhangi birinin varlığını hissediyor ya da, alçak sesle de olsa hiç onlardan söz edildiğini duyuyor musun?
82 - Yani, uygarlığı. 74. ayetteki benzer cümlede karn teriminin yüklendiği anlam. |