Meal Seç / Sure Seç

Müddessir Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

74 - Müddessir
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Hz. Peygamber'e gelen ilk vahiyden -96. surenin (‘Alak) ilk beş ayeti- sonra başka bir vahyin inmediği bir dönem yaşandı. Vahiydeki bu kopmanın (fetratu'l-vahy) süresi tam olarak bilinmemektedir. Bu dönem asgarî altı ay, azamî üç yıl sürmüş olabilir. Bu süre, Hz. Peygamber için derin bir üzüntü dönemi oldu: vahyin kesilmesi, o'nu, Hira Dağı mağarasında yaşadığı ilk tecrübenin (bkz. 96. surenin giriş notu) neredeyse bir yanılsama (illusion) olduğuna inandırıyordu. Ümidini ve cesaretini tamamen yitirmemesinin tek sebebi, eşi Hz. Hatice'nin verdiği manevî destek ve o'nun peygamberlik görevine duyduğu tereddütsüz inanç oldu. Bu geçiş döneminin sonunda Hz. Peygamber, Melek Cebrâil'in bir suretini (vision) gördü: "gök ile yer arasında oturmuş bir şekilde". Hemen ardından bu sure nazil oldu ve daha sonra Muhammed (s)'in kendi ifadesiyle, "vahiy yoğun ve sürekli bir hal aldı" (Buhârî, Bed'u'l-Vahy ve Kitabu't-Tefsîr, ayrıca Müslim). Bu surenin bazı ayetlerinin daha sonraki bir tarihte nazil olduğu muhtemel ise de, surenin tümünün Mekke döneminin ilk yıllarına, yani Muhammed (s)'in tebliğinin başlangıç yıllarına ait olduğu tartışmasızdır. Ancak ilk döneme ait ve kısa olmasına rağmen bu sure, bir bütün olarak Kur'an'ın işlediği hemen hemen bütün temel kavramları ortaya koyar: Allah'ın birliği ve benzersizliği, yeniden dirilme ve nihaî yargılama, ölümden sonra hayat ve onunla ilgili bütün müteşabih tasvirler; insanın zayıflığı ve Allah'a kesinlikle muhtaç oluşu; boş gurura, büyüklenmeye ve bencilliğe karşı zaafı; her insanın kendi davranış ve eylemlerinden bireysel olarak sorumlu oluşu; "cennet" ve "cehennem"in keyfî bir ödül veya ceza değil de kişinin yeryüzündeki hayatının doğal sonuçları olması; bütün sahih dinî tecrübelerin tarihî devamlılığı prensibi; ve sonraki vahiylerle geliştirilecek olan daha başka düşünce ve kavramlar.
1. SEN EY [yalnızlığına] bürünmüş olan! (1)

1 - Müddessir ifadesi (mütedessir'in kısaltılmış biçimi), "[herhangi bir şey ile] örtünmüş" veya "[herhangi bir şeye] sarınmış" olan kişiyi gösterir; ve bütün dilbilimcilerin işaret ettiği gibi, yukarıdaki isim-fiilin türetildiği desera fiili, hem somut hem de soyut bir anlam taşıyabilir. Müfessirlerin büyük kısmı, "Ey bürünmüş olan" ifadesini lafzî, somut anlamıyla alırlar ve bunun, Hz. Peygamber'in vahyin başlamak üzere olduğunu hissettiğinde kendisini bir yorgan veya battaniye ile örtmesi alışkanlığına işaret ettiğini ileri sürerler. Ancak Râzî, bu hitabın, mecazî olarak Muhammed (s)'in peygamberlik görevi başlamadan önceki şiddetli yalnızlık isteğini göstermek için kullanılmış olabileceğini söyler (karş. 96. surenin giriş notu): ve bu, Râzî'ye göre, o'na "kalk ve uyar" şeklindeki bir sonraki çağrıyı da açıklamaktadır -yani, "Şimdi yalnızlığından vazgeç ve bütün dünyanın önüne bir öğretici ve uyarıcı olarak çık."

2. Kalk ve uyar!
3. Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an!
4. Öz-benliğini temiz tut! (2)

2 - Lafzen, "elbiselerini (siyâb) temizle": ama hemen hemen bütün klasik müfessirler, sevb isminin ve çoğulu olan siyâb'ın mecazî olarak elbisenin örttüğü şeyi, yani kişinin "bedeni"ni veya daha geniş anlamda onun "kişiliği"ni veya "kalbi"ni yahut hatta onun "ruhî durumu"nu ya da "davranış tarzı"nı gösterdiğine (Tâcu'l-‘Arûs) işaret etmişlerdir. Böylece yukarıdaki ayet ile ilgili yorumunda Zemahşerî, okuyucunun dikkatini çok bilinen deyimsel ifadelere, tâhiru's-siyâb (lafzen, "temiz elbiseler içinde olan") ve dânisu's-siyâb ("pis elbiseler içinde olan") deyimlerine çeker ve onların, sırasıyla "kusurlardan ve noksanlardan berî" ve "kusurlu-fâsid ve aldatıcı-hâin" şeklindeki mecazî anlamlarını vurgular. Râzî, ayrıca, "[ilk] müfessirlerin çoğuna göre [bu ayetin] anlamı, ‘kalbini bütün kötülüklerden arındır' şeklindedir" der ve kendisi de bu yoruma katılır.

5. Ve bütün pisliklerden kaçın!
6. İyilik yapmayı kendine kazanç aracı kılma, (3)

3 Lafzen, "bir kazanç elde etmek için iyilikte bulunmaktan kaçın".

7. ama sabırla Rabbine yönel.
8. Ve [insanları uyar ki], [yeniden diriliş] sûru üflendiği zaman,
9. o Gün, bir ızdırap günü olacaktır,
10. rahatlama günü değil, [şimdi] hakikati inkar edenler için! (4)

4 - Bu, kâfir teriminin Kur'an'da geçtiği ilk yer olduğundan (yukarıdaki sureden önce yalnızca 96. surenin ilk beş ayeti nazil olmuştu), buradaki -ve dolayısıyla Kur'an'ın tümündeki- kullanılışı, doğal olarak, Muhammed (s)'in peygamberliğinden önce Arapların konuşmalarında kullanıldığı anlama dayanmaktadır. Yani kâfir terimi, klasik dönem sonrası birçok Müslüman alimin ve Kur'an'ın bütün Batılı mütercimlerinin yaptığı gibi, basitçe, Kur'an'da ortaya konulan ve Hz. Peygamber'in öğretilerince geliştirilen temel ilkeleri ve hukuk sistemini reddeden şeklinde özel ve sınırlı bir anlama sahip olan "inançsız" veya "inkarcı" terimleri ile özdeşleştirilemez; tersine, kâfir terimi daha geniş ve daha genel bir anlam taşımalıdır. Kâfir isim-fiilinin (ve küfr masdar isminin) kök-fiilinin kefera, "[herhangi bir şeyi] örttü" olduğunu gözönüne alırsak kâfir'in anlamını daha kolay kavrarız. 57:20'de toprağı işleyen kimseden, kâfir (olumsuz bir anlam yüklenmeden), "örten kimse", yani ekilen tohumu toprak ile örten kimse olarak söz edilmiştir. Aynı şekilde gecenin yeryüzünü karanlık ile "kapladığı"ndan (kefera) bahsedilmiştir. Soyut anlamıyla hem bu fiil, hem de ondan türetilen isimler, mevcut olan bir şeyi "gizleme" veya doğru olan bir şeyi "inkar etme" anlamındadır. Bu nedenle, Kur'an'daki kullanımında -"toprağı işleyen" anlamında kullanıldığı bir yer (57:20) dışında- kâfir, kelimenin en geniş ve derunî anlamıyla "hakikati inkar eden [veya "kabul etmeye yanaşmayan"] kimse"yi anlatır: bu inkarın, yüce hakikatin -yani Allah'ın varlığının- bilinmesiyle yahut ilahî kelâmda telaffuz edilen bir doktrin veya sistemle, yahut gerçekliği aşikar olan ahlakî bir önermeyle, ya da gördüğü yardımları itiraf ve dolayısıyla teşekkür etme ile ilgili olup olmadığı önemli değildir. (Bilinçli bir niyeti gösteren ellezîne keferû ifadesi konusunda bkz. sure 2, not 6.)

11. BANA BIRAK yalnız yarattığım (5) o kişi[yle uğraşma]yı,

5 - Yahut: "bir tek Benim yarattığım ..." Yukarıdaki cümle her iki şekilde de anlaşılabilir. Bu iki anlam, "tek" (vahîd) ifadesinin Allah'a -ve böylece Yaratıcı olarak O'nun eşsizliğinin vurgulanmasına- yahut yaratma eyleminin özel nesnesi olan, hayatını tam bir yalnızlık içinde başlayıp bitiren insana yönelik olmasına göre değişir (karş. 6:94 ve 19:80 ve 95). Her iki durumda da insanın Allah'a kaçınılmaz bağımlılığı gerçeğine dikkatimiz çekilmektedir. Bunun dışında, üzerinde durduğumuz ifade, daha ileri bir anlam taşımaktadır: "Benim kendisinin Yaratıcısı ve Rabbi olduğumu unutan insana ne yapılacağına karar vermeyi yalnız Bana bırak" -böylece, "hakikati inkar edenler"e karşı beşerî cezalandırma yolu yasaklanmış olmaktadır.

12. kendisine geniş imkanlar verdiğim,
13. ve [sevginin] şahitleri olarak çocuklar,
14. ve hayatına geniş bir ufuk açtığım: (6)

6 - Lafzen, "[her şeyi] kendisi için [genişçe] yaydığım" -yani, "öteki canlılara verilenden çok daha fazla güç ve yetenek verdiğim".

15. buna rağmen o, hâlâ ihtirasla verdiğimden daha fazlasını istiyor!
16. Evet, o, kendini ayetlerimize karşı bilerek, inatla şartlandırmıştır; (7)

7 - Lafzen, "o, inatçı kesildi (kâne)". ‘Anede fiilinden türetilen ‘anîd ismi, "doğru olan bir şeyi, doğruluğunu bildiği halde reddeden veya karşı çıkan kimse"yi gösterir (Lisânu'l-‘Arab). İnsanın muhalifliği ve inatçılığı unsuru, kâne yardımcı fiilinin kullanılması ile yansıtılmaktadır. Kâne fiili, geçmiş zaman kipinde olmasına rağmen, burada sürekli olarak tekrarlanan bir olguya işaret etmektedir. Bu nedenle, geçmiş zaman kalıbı içinde ifade edilen 18-25. ayetlerin geniş zaman olarak çevrilmeleri gerektiği kanaatindeyim.

17. [bu nedenle] onu acı veren çetin bir yokuşa süreceğim! (8)

8 - Sa‘ûd (lafzen, "yukarı çıkmak" veya "yokuş tırmanmak") terimi urhikuhû ("onu dayanması için zorlayacağım/süreceğim") fiili ile birlikte kullanıldığında aşırı derecede zor, acı veren veya sıkıntılı bir işi anlatır. Yukarıdaki bağlamda, insanın bu dünyada manevî/ahlakî ve ruhî hakikatleri "Allah'ın mesajlarını" bilinçli olarak ihmal etmesinin kaçınılmaz sonucu olan ve onun öteki dünyadaki ruhî gelişmesini engelleyecek olan fıtrî safvetin kaybına -ve dolayısıyla, bireysel ve sosyal bunalımlara- bir işarettir.

18. Bakınız, [mesajlarımız hakikati inkara şartlanmış olan birine aktarıldığında, onları nasıl çürüteceğini] düşünür ve (onu) hesaplar,
19. kendini de mahveder (9) böyle hesaplar yaparak:

9 - Kutile ifadesi, lafzen, "öldürüldü" yahut bir beddua olarak "öldürülse" anlamına gelir. Bu ifadenin lafzî çevirisi -ister bir durum tasviri, isterse temennî olarak alınsın- burada anlamsız olurdu. Bu nedenle birçok müfessir (ki Taberî de onlardan biridir) onu, "Allah'ın rahmetinden kovulmuş" olmak, (lu‘ine) yani, kendi fiili veya davranışı yüzünden ruhsal olarak "öldürülmüş" olmak şeklinde anlarlar. Benim, "kendini mahveder" şeklindeki çevirimin nedeni budur.

20. evet, o kendini mahveder böyle hesaplarla!
21. Ve sonra [yeni dayanaklar bulmak için çevresine] bakar,
22. sonra kaşlarını çatarak dik dik süzer, (10)

10 - Yani, duygusal olarak etkilenir, çünkü delillerinin zayıf olduğuna dair kalbinde bir şüphe vardır (Râzî).

23. sonunda [mesajlarımıza] sırtını döner ve küstahça böbürlenir, (11)

11 - Bkz. 96:6-7.

24. ve: "Bu, [eski zamanlardan] intikal eden büyüleyici bir sözdür! (12)

12 - Genellikle "büyü" veya "sihirbazlık" anlamına gelen sihr terimi, öncelikle "bir şeyi uygun [yahut "tabii"] durumundan çıkarıp başka bir duruma dönüştürme"yi ifade eder. Bu nedenle, çoğu zaman, olağandışı, "gözboyayıcı" büyü yoluyla meydana getirilen cazibeyi veya etkiyi anlatır (Tâcu'l-‘Arûs). Olumsuz anlamıyla -hakikati inkar edenlerin ilahî mesajı tanımlamak için kullandıkları gibi- aynı zamanda "bilerek saptırma" yahut "yanıltma" anlamlarına da gelir.

25. Bu, ölümlü beşer sözünden başka bir şey değildir!" der.
26. [Bu nedenle,] onu [öteki dünyada] cehennem ateşine sokacağım! (13)

13 - Bu sekar ("cehennem ateşi") teriminin, tartışmasız olarak ilk kullanılışıdır. Bu terim, insanın bu dünyada günah işlemek ve ruhsal hakikatlere kör ve sağır kalmak suretiyle öteki dünyada başına açtığı azap kavramına (karş. sure 15, not 33) Kur'an'da verilen yedi mecazî isimden birisidir. Bunun ve insanın öteki dünyadaki durumuna ve akibetine ilişkin öteki bütün Kur'ânî tasvirlerin mecazî karakteri, hem sonraki ayette hem de 28. ayet ve devamında açıkça dile getirilmektedir.

27. Cehennem ateşinin ne olduğunu hiç düşündün mü?
28. O ne yaşatır, ne de [ölüme] terk eder,
29. ölümlü insana [nihaî hakikati] gösterir. (14)

14 - Müfessirlerin büyük kısmı yukarıdaki vecîz ifadeyi "insanın görüntüsünün değiştirilmesi" yahut "insan derisinin kavrulması" anlamında yorumlamışlardır. Oysa benim tercih ettiğim çeviri, lâha fiilinin -"göründü", "ışık saçtı" yahut "görünür oldu"- birincil anlamına dayanmaktadır. Bu nedenle, levvâh isim-fiilinin başta gelen anlamı, "[bir şeyi] görünür kılan"dır. Yukarıdaki bağlamda, günahkarın hakikati gecikmiş olarak kabul etmesiyle ve aynı zamanda kendi tabiatına, geçmişteki zaaflarına ve bilerek yaptığı hatalarına pişmanlıkla bakmasıyla ve kendisini bekleyen azaba karşı kendi sorumluluğunu fark etmesi ile ilgilidir: ki bu da, ne bir hayat ne de ölüm durumudur (karş. 87:12-13).

30. Onun üzerinde ondokuz [güç] vardır. (15)

15 - Klasik müfessirlerin çoğu, "ondokuz"un, cehennemin bekçiliğini veya muhafızlığını yapan melekler olduğu görüşünü paylaştıkları halde Râzî, burada insanın kendi içindeki maddî, zihnî ve duygusal güçlere işaret edildiği görüşündedir: insanı potansiyel olarak öteki yaratıkların üstüne çıkaran, ama yanlış kullanıldıklarında onun bütün kişiliğinde yozlaşmaya ve bu nedenle öteki dünyada şiddetli bir azaba yol açan güçler. Râzî'ye göre filozoflar (erbâbu'l-hikmeh), bu güçleri veya melekeleri, öncelikle, hayvan -ve dolayısıyla insan- bedeninin yedi organik fonksiyonu ile (cazibe, bağlılık, zararlı yabancı maddelerin dışarı atılması, yararlı yabancı maddelerin içeri alınması, besinlerin hazmedilmesi, büyüme ve üreme); ikinci olarak da beş "dışsal" yahut fiziksel duyu ile (görme, işitme, dokunma, koklama ve tatma) özdeşleştirirler. Üçüncü olarak İbni Sînâ -ki Râzî'nin çok güvendiği biridir- tarafından, (1) soyutlanmış duyusal imgeleri algılama, (2) düşünceleri bilinçli şekilde algılama, (3) duyusal imgeleri hatırlama, (4) bilinçli kavrayışları hatırlama ve (5) duyusal imgeler ile daha yüksek kavrayışları uyumlu hale getirme yeteneği olarak tanımlanan beş "içsel" yahut zihnî (intellectual) duyu ile ve son olarak bir de hem "dışsal" hem de "içsel" duyu kategorilerinden kaynaklanan, isteme yahut nefret etme (sırasıyla korku yahut öfke) duyguları ile eş tutarlar. Böylece insanın ruhsal akibeti üzerinde belirleyici olan güçlerin veya melekelerin toplamını ondokuza çıkarırlar. Toplu olarak ele alındıklarında, insana kavramsal düşünme yeteneği kazandıran ve onu bu konuda meleklerin bile üstüne çıkaranlar bu güçlerdir (karş. 2:30 ve devamı ile bunlara ait dipnotlar; ayrıca bkz. aşağıdaki not).

31. Çünkü yalnızca melekî güçleri [cehennem] ateşinin gözcüleri (16) kıldık; ve onların sayısını hakikati inkara şartlanmış olanlar için bir sınama (aracı) yaptık; (17) ki böylece daha önce vahye muhatab olanlar [bu ilahî kelâmın doğruluğuna] kanî olsunlar; (18) ve [ona] iman etmiş olanların imanları daha da güçlensin; ve geçmiş vahiylere muhatab olanlar ile [bu vahye] iman edenler bütün şüphelerden kurtulsunlar; ve kalplerinde hastalık olanlar (19) ile hakikati tamamen reddedenler: "[Sizin] Allah[ınız] bu temsîl ile ne demek istiyor?" (20) diye sorsunlar. Böylece Allah, [yoldan çıkmak] isteyeni saptırır, [doğruya ulaşmak] isteyeni ise doğru yola ulaştırır. (21) Ve Rabbinin güçlerini Kendisinden başka kimse bilemez: bütün bunlar (22) ölümlü insan için yalnızca bir uyarıdır.

16 - İnsan, bilinçli algılama ve kavramsal düşünme yetenekleri sayesinde iyi ile kötüyü ayırd etme bilgisine sahip olduğundan ve böylece büyük ruhî üstünlüklere kavuştuğundan, bu güçler burada "melekî güçler" olarak tanımlanmıştır (lafzen, "melekler" -bu ifade, melek teriminin Kur'an'ın vahiy tarihinde ilk kullanıldığı yerdir). Diğer taraftan, bu melekî güçlerin gözardı edilmesi veya kasıtlı olarak kötü kullanılması, insanın bütün günahlarının ve dolayısıyla öteki dünyada çekeceği azabın temelinde yer aldığından, sözkonusu güçler, önceki ayetteki "onun üzerinde" ifadesini tamamlayıcı olarak, "[cehennem] ateşinin gözcüleri (ashâb )" şeklinde anılmışlardır.

17 - Bu, pasajın müteşabih karakterine açık bir işarettir, ki "hakikati inkara şartlanmış olanlar" onu böyle kabul etmezler ve bu sebeple gerçek anlamını kavrayamazlar. Kur'an'ın "müellifi" olarak gördükleri Muhammed (s)'i sözde belli bir sayıyı vurgulamaya sevk eden sebepler üzerinde spekülasyonlar yaparak teşbîhi, temsîli lafzî anlamında alırlar, böylece onun özünü bütünüyle gözden kaçırırlar.

18 - Yani, yukarıdaki teşbîhi doğru anlayarak Kur'an'ın bütün itikadî konulara aklın kavrayabileceği şekildeki yaklaşımını değerlendirebilme ve anlayabilme yeteneği kazanmak suretiyle. "Daha önce vahye muhatab olanlar"a yapılan atıf, insanın dinî tecrübesindeki devamlılık prensibini ortaya koyan ilk ifadedir.

19 - Yani, bu örnekte, doğru ile yanlış arasında ayrım yapma yeteneğine sahip olmalarına rağmen inaçsızlığa eğilim duyan yarım-gönüllüler.

20 - Karş. 2:26'daki aynı ifade ve ilgili not 18. Bu her iki pasajdaki parantez içi "sizin" kelimesi, bu soruyu soranların inkarcılar olduğu gerçeğini yansıtmak için zorunlu görülmüştür.

21 - Yahut: "Allah dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola ulaştırır" (bkz. sure 14, not 4). Bir "örnek-olay" (mesel) olarak zikredilen yukarıdaki pasajın müteşabih niteliğinin vurgulanması, 2:26'daki ile aynı maksada sahip görünmektedir: yani, Kur'an'ın izleyicilerini, onun ahirete ilişkin tasvirlerine lafzî bir anlam yüklemekten kaçındırmak -bu pasajın son cümlesinde mükemmel bir şekilde ifade edilen bir amaç: "Bütün bunlar ölümlü insan için yalnızca bir uyarıdır". (Ayrıca bkz. sonraki not.)

22 - Lafzen, "o" veya "bunlar" -verilecek karşılık hiye şahıs zamirinin tekil yahut çoğul bir şeye işaret etmesine göre değişir. Tekil olarak alınması halinde, "cehennem ateşi" anlamındaki bir dişil (müennes) isim olan sekar'a işaret eder (Taberî, Zemahşerî, Beğavî, İbni Kesîr) -çoğul olarak alınması halinde ise, Râzî'nin "bu müteşabihat ile ilgili olan [Kur'an] ayetleri (hâzihi'l-müteşâbihât)" şeklinde tanımladığı şeyi gösterir: bu nedenledir ki hiye zamirine "bütün bunlar" şeklinde bileşik bir karşılık verdim.

32. EVET, hilali düşün! (23)

23 - Bu ayet, ve yemin edatının, kendisinden sonra belirtilen gerçeğe ya da gerçeğin kanıtına ağırlık kazandırmak için -tanıklığa çağrıda olduğu üzere- ("Allah'a andolsun!" ifadesinde olduğu ölçüde) yemin kadar ağır ve güçlü bir iddia ve isbat manası ifade edecek surette ilk kullanıldığı yerdir: bu nedenle onu burada ve başka yerlerde "düşün" şeklinde çevirdim. Bu örnekte böylece vurgulanan hakikat, hilalin değişen evreleri ve gece ile gündüzün yer değiştirmeleri nasıl ki Allah'ın koyduğu tabiat kanunlarının bir sonucu ise günahkarın öteki dünyada çekeceği azabın da, aynı şekilde, bu dünyada yaptığı kötülüklerin tabii bir sonucu olduğu hakikatidir. (Ayrıca bkz. 2:7, not 7.)

33. Geçip gitmekte olan geceyi düşün,
34. ve ağaran sabahı!
35. Şüphe yok ki bu [cehennem ateşi] gerçekten büyük [bir uyarı]dır
36. –ölümlü insan için bir uyarı–
37. öne çıkmayı veya geride kalmayı seçen her biriniz için! (24)

24 - Lafzen, "... seçen herhangi biriniz için" -yani, kişinin ilahî çağrıyı izlemeyi mi, yoksa reddetmeyi mi seçtiği önemli değildir: gerçek müminlerin bile bazan günaha bulaşabileceklerine ve bu nedenle uyarılmaları gerektiğine işaret.

38. [Hesap Günü] her insan, yapmış olduğu bütün [kötü] fiiller için rehin olarak tutulacaktır;
39. yalnız dürüstlüğü ve erdemli olmayı başaranlar (25) hariç:

25 - Lafzen, "sağ tarafta olanlar" [yahut "sağ taraftaki insanlar"] (ashâbe'l-yemîn): yemîn'in "dürüst ve erdemli" veya "dürüstlük ve erdemlilik" ve sonuçta "kutsanmış olma" şeklindeki mecazî anlamına dayanan bir ifade. Bu ayet, bu deyimin Kur'an'da ilk kullanıldığı yer olup hayattaki davranış tarzlarının, kendilerine, işleyebilecekleri her türlü günahtan dolayı Allah'ın bağışlayıcılığını kazandırmış olduğu bütün müminleri kapsar.

40. onlar [cennet] bahçelerinde [oturarak] soracaklar
41. günahkarlara:
42. "Sizi bu cehennem ateşine sürükleyen nedir?"
43. Berikiler "Biz" diyecekler, "ne namaz kılanlardan idik, (26)

26 - Bu ilk dönem suresi nazil olduğu sırada namazın (salât) müminlere henüz farz kılınmamış olmasından dolayı, bu terimin, yukarıdaki bağlamda en geniş anlamında, yani Allah'a bilinçli kulluk anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.

44. ne de yoksulları doyururduk;
45. ve kendilerini günaha kaptıran [diğer] günahkarlar ile birlikte günaha dalmıştık;
46. ve Hesap Günü'nü yalanlamıştık,
47. [ölüm ile] her şey açık seçik ortaya çıkıncaya kadar."
48. Ve böylece, onlar için şefaat edecek olanların hiç birinin (27) (zerre kadar) faydası olmaz.

27 - Lafzen, "şefaatçilerin şefaati" -yani, onlara Allah katında şefaat edecek hiç kimse bulunmayacaktır. En yanlış anlaşılan İslamî kavramlardan biri olan "şefaat" konusunda bkz. 10:3 -"O'nun izni olmadan O'nun nezdinde şefaat edecek kimse yoktur"- ve ilgili not 7.

49. O HALDE, onlara ne oluyor ki (28) bütün öğütlerden yüz çeviriyorlar,

28 - Yani, hakikate kulak vermeyi reddeden bu kadar çok insana.

50. adeta korkuya kapılmış merkepler gibiler,
51. aslanlardan ürküp kaçan.
52. Evet, hepsi kendilerine açılmış, açıklanmış vahiyler verilmesi gerektiğini iddia ederler! (29)

29 - Lafzen, "onların her biri kendilerine açık seçik metinler verilmesini isterler", yahut "açılmış sahifeler" (yani, herkesin anlamasına açık): karş. 2:118 -"Allah neden bizimle konuşmaz ve neden bize [mucizevî] bir işaret göstermez?" -yani, doğrudan doğruya, bir peygamberin aracılığı olmaksızın. Bu ayet, Kur'an'ın çok sık başvurduğu, "böbürlenme"nin yahut "boş gurur"un ilk tasvîridir.

53. Asla, onlar öteki dünya[ya inanmazlar ve on]dan korkmazlar.
54. Aslında bu bir öğüttür;
55. ve dileyen herkes ondan ders alabilir.
56. Ama o [öteki dünyaya inanmaya]nlar, Allah dilemedikçe (30) ondan ders almazlar: çünkü O, Allah'a karşı sorumluluk bilincinin ve mağfiretin Kaynağıdır.

30 - Yani, Allah rahmetiyle onları -kendi içlerinden gelerek- doğru seçimde bulunabilmeleri için kalplerini ve zihinlerini hakikati kabule açık kılmadıkça. (Ayrıca bkz. 81:28-29, not 11 ve 14:4, not 4.)

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: