Meal Seç / Sure Seç

Muhammed Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

47 - Muhammed
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Bu sure, hiç şüphesiz, Medine döneminin ilk vahiylerinden biri, belki de ilkidir. Aşağıda 11. notta da belirtildiği gibi, 13. ayet Hicret sırasında vahyedilmiş olabilir. Dehhâk ve Sa‘îd b. Cubeyr'in (Zemahşerî tarafından aktarıldığı üzere) bunun Mekkî sure olduğu şeklindeki görüşleri ise ne bir dış ne de iç kanıta dayanmadığı için kabul edilemez görünmektedir. Surenin başlığı, 2. ayetinde zikredilen Muhammed isminden alınmıştır; ama sure, ağırlıklı olarak Allah yolunda savaşmanın (kıtâl) çeşitli yönlerini ele aldığından Hz. Peygamber'in arkadaşları ve hemen ardından gelen kuşak tarafından Sûratu'l-Kıtâl olarak da adlandırılmıştır.
1. HAKİKATİ inkara şartlanmış olan ve [başkalarını] Allah yolundan alıkoymaya kalkışanlar; Allah, işte onların bütün [güzel ve iyi] işlerini değersiz kılacaktır: (1)

1 - Yani, onların yukarıda zikredilen günahları, yapabilecekleri her türlü iyiliğin öylesine üzerine çıkacaktır ki, bu iyi ve güzel işler Hesap Günü hiçbir anlam ve değer ifade etmeyeceklerdir (ayrıca bkz. aşağıdaki 9. not). Yukarıdaki ayet, bir önceki surenin son ayetiyle de bağlantılıdır: "Sapkın bir halktan başkası yok edilir mi?"

2. İman edip doğru ve yararlı işler yapan ve Rableri tarafından Muhammed'e indirilen hakikate inanmış olanlar ise [Allah'ın rahmetine erişeceklerdir:] Allah onların [geçmişte işledikleri] kötü fiillerini silecek ve kalplerini sükûna kavuşturacaktır. (2)

2 - Lafzen, "kalplerini [veya "akıllarını"] doğrultacaktır/düzeltecektir", çünkü bâl teriminin çeşitli anlamından biri de, "kalp" veya "akıl"dır (Cevherî).

3. Bu böyledir, çünkü hakikati inkara şartlanmış olanlar, sahte ve yalanın arkasından gittikleri halde iman edenler [yalnızca] Rablerinden [gelen] hakikate uyarlar. Allah, onların gerçek durumu ile ilgili örnek olayları (3) insanlara bu şekilde anlatmaktadır.

3 - Lafzen, "onların misallerini" (emsâlehum). Önde gelen bazı müfessirlere göre bu ifade, yukarıdaki üç ayetteki temsîlî anlatımlar ile bağlantılıdır: hakikati inkar edenlerin güzel işlerinin -"sahte ve yalanın arkasından gitmeleri" sebebiyle- "değersiz kılınması" ve gerçek müminlerin, "hakikate uymaları"nın sonucu olarak, "kötü fiillerinin silinmesi" (Beğavî, Zemahşerî, Râzî, Beydâvî). Daha geniş bir açıdan bakıldığında bu yorum, yalnızca yukarıdaki cümlenin değil, insanın hem bu dünyadaki hem de öteki dünyadaki ruhî konumuna ve gidişatına değinen birçok başka Kur'ânî ifadenin de temsîlî özelliğini dikkate almaktadır.

4. İMDİ, [savaşta] hakikati inkara şartlanmış olanlar (4) ile karşılaştığınız zaman onları alt edinceye kadar boyunlarını vurun ve sonra iplerini sıklaştırın; (5) ama sonra ya bir lütuf olarak yahut fidye karşılığı [onları serbest bırakın] ki savaşın izleri tamamiyle silinebilsin: (6) [yapmanız gereken] budur. Ve [bilin ki] Allah dilemiş olsaydı onları [bizzat kendisi] cezalandırabilirdi; ama [O, mücadele etmenizi istiyor ki] sizi birbiriniz aracılığıyla sınasın. (7) Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını zayi etmeyecektir:

4 - Zımnen, "ve [başkalarını] Allah yolundan alıkoyanlar" -böylece 1. ayet ile ilgi kurulmakta ve sıcak savaşı meşru hale getiren temel şart ortaya konmaktadır: imanın ve özgürlüğün savunulması (karş. bu bağlamda 2:190, not 167). Başka bir deyişle, "hakikati inkar edenler", Müslümanların sosyal ve politik özgürlüklerini ellerinden almaya çalıştıkları ve imanlarının öngördüğü ilkeler doğrultusunda yaşamalarını imkansızlaştırdıkları zaman, adil bir savaş (cihâd) caiz ve hatta gerekli hale gelir. Yukarıdaki ayetin tümü, fiilen devam eden savaş ile ilgilidir (karş. 2:191'in ilk bölümüne ait not 168) ve kesinlikle sıcak savaşa ilk Kur'ânî atıf olan 22:39-40'dan sonra nazil olmuştur.

5 - Lafzen, "bağı/ipleri sıklaştırın". Hemen hemen bütün müfessirlere göre bu ifade, inkarcıların savaş esiri olarak alınmalarını kasdetmektedir. Ayrıca, yakın bir gelecekte saldırının yeniden vuku bulmasını imkansız hale getiren yaptırımlara ve tedbirlere de atıfta bulunuyor olabilir.

6 - Lafzen, "ki (hattâ) savaş bütün izlerini geride bırakabilsin". Fidye terimi, aynı zamanda, bu bağlamda savaş esirlerinin karşılıklı değişimini de kapsar (Zemahşerî, İmâm Şafi‘î'nin bir görüşüne dayanarak).

7 - Yani, müminlere imanlarının derinliğini ve fedakarlığa hazır olduklarını fiilî olarak isbatlama ve saldırganlara da, ne kadar hatalı olduklarını anlama imkan ve yeteneği vermek ve böylece onları hakikate yaklaştırmak için.

5. Onlara [öteki dünyada da] rehberlik yapacak ve kalplerini sükûna kavuşturacaktır,
6. ve onları kendilerine vaad ettiği cennete koyacaktır.
7. Siz ey imana ermiş olanlar! Eğer Allah[ın dâvâsın]a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve adımlarınızı sağlamlaştırır;
8. hakikati inkara şartlanmış olanlara gelince, onları kötü bir akibet beklemektedir; çünkü [Allah], onların bütün [iyi] işlerini değersiz kılacaktır:
9. bu, onların Allah'ın indirdiğine (8) nefret duymaları [yüzü]nden olacaktır; bu sebeple, Allah, onların bütün yapıp-ettiklerini değersiz hale getirecektir! (9)

8 - İnsanın üstün bir güce karşı ahlakî bir sorumluluk altında olduğuna ilişkin vahiy öğretisine.

9 - Bu cümlenin başındaki fe ("bu sebeple") takısı, bir sonucu ifade eder: başka bir deyişle, "hakikati inkar edenlerin" fiillerini -bu fiiller "iyi" olarak nitelendirilseler bile- moral değerlerden yoksun bırakan şey, bütün ilahî vahiylerde mevcut bulunan ahlakî sorumluluk düşüncesini reddetmeleridir. Bu iç nedensellik ilkesi, 1. ve 8. ayetlerde geçen "Allah, bütün [güzel ve iyi] fiillerini değersiz kılacaktır" ifadesinin tam bir açıklamasını yapmaktadır.

10. Onlar hiç yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce yaşamış olan [bilinçli günahkar]ların sonlarının ne olduğunu görmediler mi? Allah onları kökten yok etti: hakikati inkar edenlerin tümünü buna benzer (bir akibet) beklemektedir. (10)

10 - Karş. 6:10 ve ilgili not 9.

11. Böyle [olacaktır,] çünkü Allah iman edenlerin koruyucusudur, hakikati inkar edenlerin ise bir koruyucusu yoktur.
12. Gerçek şu ki, Allah, iman edip yararlı ve doğru işler yapanları içinden ırmakların geçtiği bahçelere koyacaktır; hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, [bu dünyadaki] hayatlarından zevk alıp hayvanlar gibi yiyip içseler de [öteki dünyada] yerleri ateş olacaktır.
13. [Ey Muhammed,] Seni (yurdundan) kovan bu toplumdan daha güçlü nice toplumları (11) yok ettik de onlara bir yardım eden çıkmadı!

11 - Bkz. 6:131, not 116. Bu ayetin, Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinin ilk gecesinde nazil olduğu söylenir (İbni ‘Abbâs'dan rivayeten Taberî).

14. RABBİNDEN [aldığı] açık bir kanıta göre davranan kimse, yaptığı kötülükleri [her zaman] kendisine güzel görünen ve yalnızca kendi keyfine göre hareket eden kimse ile bir olur mu? (12)

12 - Lafzen, "... davranan kimse, ... kimse gibi olur mu?"

15. Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlara vaad edilmiş olan cennet örneği (13) -[bir cennet ki] içinde zamanın bozamadığı sudan ırmaklar, tadı hiç değişmeyen sütten ırmaklar, içene lezzet veren şaraptan ırmaklar (14) ve saf süzme baldan ırmaklar var ve içinde [yaptıkları güzel işlerin] bütün meyvelerini ve Rablerinin mağfiretini tadabilme (15) (imkanı) var: işte bu [cennet], ateşi mesken edinenlerin ve bağırsaklarını parçalaması için yakıcı ümitsizlik sularını (16) içmeye mahkum edilenlerin [hak ettikleri karşılık (17) ] ile bir olur mu?

13 - Bu ayeti çevirirken, Zemahşerî'nin ona yüklediği ve Râzî'nin de desteklediği gramatik yapının bütünlüğünü esas aldım. Bu yapı içinde cennetin temsîlî olarak tanımlanması -"ki içinde ... ırmaklar vardır" ifadesi ile başlayıp "Rablerinin mağfireti" sözleriyle biten bölüm- açıklayıcı bir ara deyiştir (cümle-i mu‘tariza). "Örnek" (mesel) terimine gelince, bu terim Kur'an'ı okuyan ve dinleyenlere onun öteki dünya ile ilgili tasvirlerinin tamamiyle temsîlî olduğunu vurgulamayı amaçlamaktadır: bkz. bu bağlamda 13:35 ile ilgili not 65'te aktarılan Zemahşerî'nin görüşleri.

14 - Karş. 37:45-47, özellikle ayet 47: "o ne çarpar ve ne de sarhoş eder".

15 - Lafzen, "ve orada onlar [yani, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar]... sahip olacaklar".

16 - Lafzen, "aşırı sıcak [yahut "kaynar"] su". Bu mecazın bir açıklaması için bkz. 6:70 ile ilgili not 62.

17 - Bu parantez içi açıklama, Zemahşerî'nin yukarıdaki îcâz hakkındaki açıklamasını yansıtmaktadır.

16. Şimdi bu çaresiz günahkar]lar arasında seni [ey Muhammed] dinliy[or görün]enler var, (18) ama yanından ayrıldıktan sonra [senin mesajını] anlamış olanlara (19) [küçümseyici bir edayla] "O şimdi ne anlattı bakalım?" diye sorarlar. Böyleleri, kalpleri Allah tarafından mühürlenmiş olanlardır, çünkü onlar [her zaman] sadece kendi tutku ve ihtiraslarına uymuşlardır. (20)

18 - Karş. 6:25 ve 10:42-43.

19 - Lafzen, "kendilerine bilgi verilmiş olanlara", yani, "hakikatin [bilgisi]" yahut "senin mesajın[ın bilgisi]" verilen müminlere. Yukarıda sözü edilen insanlar, hem Hz. Peygamber'in çağdaşları arasında bulunan ikiyüzlüler, hem de Kur'an mesajına "saygı" ile yaklaşıyor görünen, ama aslında onda bir anlam ve değer olduğunu kabule yanaşmayanlardır.

20 - Yani, kalplerinin "mühürlenmesi" (bunun bir açıklaması için bkz. 2:7 ile ilgili not 7), onların "yalnız kendi tutku ve ihtiraslarına uymaları"nın bir sonucudur.

17. Doğru yola ulaş[mak istey]enlere gelince, Allah, onların [kendi] rehberliği[ne uyma arzu ve yetenekleri]ni çoğaltır ve Allah'a karşı sorumluluk bilinçlerinin derinleşmesini sağlar. (21)

21 - Lafzen, "ve onlara Allah'a karşı sorumluluk bilinçlerini (takvâhum) verir".

18. Öyleyse onlar, [kalpleri mühürlenmiş olanlar,] Son Saati mi bekliyorlar, onun ansızın gelmesini mi? Şüphesiz o(nun geleceği) şimdiden haber verilmiştir! (22) O bir kez başlarına geldikten sonra, [geçmiş günahlarını] hatırlamalarının onlara ne faydası olacak? (23)

22 - Lafzen, "onun işaretleri şimdiden gelmiştir": Son Saat'in kaçınılmazlığı ile ilgili bir çok Kur'ânî habere ve aynı zamanda, her önyargısız zihnin, bütün mahlukatın maddî anlamdaki gelip-geçiciliğini görmesini sağlayan açıklığa işaret.

23 - Yani, "Son Saat gelip çattığında, günah işlediklerinin farkına varmaları ve gecikmiş pişmanlıkları onlara ne fayda sağlayacaktır?"

19. O halde, [ey insanoğlu,] bil ki Allah'tan başka ilah yoktur, ve [hâlâ vakit varken] kendi günahlarının ve öteki bütün mümin erkek ve kadınların [günahlarının] bağışlanmasını dile: çünkü Allah bütün geliş-gidişlerinizi ve [dinlenmek için] bütün kalışlarınızı bilir. (24)

24 - Yani "O, bütün yaptıklarınızı ve yapamadıklarınızı bilir".

20. İMANA ermiş olanlar: "[Bize mücadele izni veren] bir vahiy indirilmeli değil miydi?" (25) derler. Ama, şimdi savaştan bahseden açık ve kesin hükümlü bir vahiy (26) indirildiğinde kalpleri hastalıklı olanların, sana [ey Muhammed,] ölüm korkusundan bayılmaktaymış gibi baktıklarını görürsün! Ve fakat onlar için en iyisi,

25 - Sûre terimini burada ve sonraki cümlede "vahiy" olarak çevirdim, çünkü savaş meselesi ile ilgilenen tek sure yoktur, tersine birçok surede bu konuya çeşitli atıflar yapılmaktadır; ve bu karşılık, sure teriminin hem bu bağlamdaki, hem de 9:86'daki anlamını oluşturmaktadır. Ayrıca bu ayet, H. 1. yılda, müminlere, her ne zaman kendilerine karşı "haksız bir savaş açılır"sa savaşa girmelerine kesin bir dille -ve ilk defa- izin veren 22:39. ayetin nüzulünden önceki döneme aittir. (Bu bağlamda bkz. 22:39'a ait not 57.)

26 - Bu, 22:39-40'a bir atıftır. Muhkem ("açık ve kesin hükümlü") ifadesinin bir açıklaması için bkz. 3:7'ye ait not 5 (önceki cümlede olduğu gibi, sure terimi burada da istisnaî olarak "vahiy" şeklinde çevrilmiştir).
21. [Allah'ın çağrısına] uymak ve [O'nun] rızasını kazanabilecek bir söz (söylemek)tir: (27) konu [O'nun indirdiği vahiy tarafından] çözümlendiği için Allah'a karşı sadık olmak onların kendi iyiliği içindir.

27 - Yani, O'nun yolunda mücadele etmeye hazır olmayı ifade etmektir: bu, kavlun ma‘rûfun ifadesinin bu anlam örgüsü içindeki karşılığıdır.
22. [Onlara sor:] "Siz, [Allah'ın buyruğundan] uzaklaştıktan sonra, [kendi eski yollarınıza dönmeyi tercih ederek] yeryüzünde bozgunculuk yapar ve [bir kez daha] akrabalık bağlarınızı koparır mıydınız?" (28)

28 - Yukarıdaki parantez içi ifadeler, hemen hemen bütün klasik müfessirlerin bu pasaj hakkındaki açıklamaları ile uyum içindedir. Onlar, yukarıdaki belâgat gereği "soru"yu, İslam öncesi Arap dünyasının içinde bulunduğu kaosa, anlamsız yıkıcı savaşlara ve İslam'ın sayesinde kurtuldukları ahlakî karanlığa bir işaret olarak görürler. Yine de bu ayet, içinde yer aldığı pasajın tümü gibi, zaman üstü bir muhtevaya sahiptir.
23. Böyleleri, Allah'ın gözden çıkardığı, [hakikatin sesine karşı] sağırlaştırdığı ve [ışığa karşı] gözlerini körleştirdiği kimselerdir! (29)

29 - Karş. 2:7'de inatçı zalimlerin kalplerinin Allah tarafından "mühürlenmesi"ne atıf.
24. Öyleyse, onlar bu Kur'an üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?
25. GERÇEK ŞU Kİ, kendilerine doğru yol apaçık gösterildikten sonra sırtlarını [bu mesaja] dönenler [böyle yaparlar, çünkü] Şeytan onların hayallerini süsleyip bezemiş ve onları sahte ve düzmece ümitlerle doldurmuştur:
26. [evet, sırtlarını ona dönerler,] çünkü (30) onlar, Allah'ın vahyettiği her şeyden nefret edenlere, "Bazı konularda (31) sizin görüşlerinizle uyuşuyoruz" derler. Ama Allah onların gizledikleri düşüncelerini bilir:

30 - Lafzen, "böyledir, çünkü ..." vd

31 - Lafzen, "meselenin bir kısmında veya "bazı kısımları üzerinde": yani, "[Ey ateistler,] biz, Allah'ı veya yeniden dirilmeyi yahut vahiy gerçeğini inkar etmeniz konusunda sizinle aynı görüşte değilsek de, Muhammed (s)'in bir düzenbaz ve Kur'an'ın o'nun uydurması olduğu konusunda size katılıyoruz" (Râzî). "Doğru yol kendilerine gösterildikten sonra sırtlarını [bu mesaja] dönenler" ile, ilk bakışta, Hz. Peygamber zamanında dinin savunulması için savaşmayı reddetmiş olan ikiyüzlüler ve yarım gönüllü Müslümanlar kasdedilmektedir; ancak daha geniş anlamda bu tanımlama, her dönemde, Kur'an öğretilerinin etkisinde kalan ama onun Allah tarafından vahyedildiğini kabule yanaşmayan ve bu nedenle ona ahlakî olarak bağlanmayan bütün herkes için geçerlidir.
27. Peki, melekler onları öldükten sonra bir araya toplayıp yüzlerine ve sırtlarına vururken ne olacak halleri? (32)

32 - Bkz. 8:50, not 55.
28. Böyle olacaktır, çünkü onlar Allah'ın kınadığı şeylere uydular ve O'nun hoşnutluk[la karşılayacağı her şey]den (33) nefret ettiler: böylece Allah, onların bütün [güzel] fiillerini değersiz kılmıştır.

33 - "Sahte ve yalanın arkasından gitme"ye değinen bu surenin 3. ayetinin ilk cümleciğine bkz. Bu örnekte, "O'nun hoşnutluk[la karşılayacağı şey]," müminlerin, gerektiğinde dini savunmak için hayatlarını feda etmeyi göze almalarıdır.
29. Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar zannederler mi ki Allah onların ahlakî zaaflarını açığa çıkarmayacak? (34)

34 - Ziğn (çoğulu ezğân) ismi, öncelikle, "nefret" yahut "kin" anlamına gelir: daha geniş anlamıyla, kişinin, olumsuz "özellikleri"ni, "eğilimleri"ni yahut "istekleri"ni yansıtır (Cevherî): bu nedenle, bir "ahlakî kusur" veya "zaaf"ı îma eder.
30. Eğer dileseydik onları sana açıkça gösterirdik ki görünür/dış işaretlerine bakıp (35) onları kesin olarak teşhis edebilesin: ama [öyle olsa bile,] sen onları seslerinin tonundan (36) mutlaka tanırsın. Ve Allah yaptığınız her şeyi bilir [ey insanlar:]

35 - Lafzen, "... işaretleriyle": Allah'ın hiç kimseye, başka birinin kalbine veya beynine, görünür/dış işaretler vasıtasıyla olduğunca gibi, berrak bir nüfûz etme özelliği vermediğine işaret.

36 - Lafzen, "konuşmasının tonundan (lahn)": gerçek bir müminin ikiyüzlüleri "görünür/dış bir işaret" (sîmâ) olmadan da tanıyabileceğini gösterir.
31. ve hepinizi mutlaka sınayacağız ki [Bizim yolumuzda] üstün gayret gösterenleri ve sıkıntılara göğüs gerenleri (diğerlerinden) ayırabilelim: (37) çünkü biz, bütün iddialarınızı[n (38) doğruluğunu] deneyeceğiz.

37 - Karş. 3:140, ki orada ‘alime fiili aynı şekilde çevrilmiştir.

38 - Lafzen, "haberlerinizin" -yani, inanç konusuyla ilgili bütün iddialarınızın. Buradaki "deneme", kişinin herhangi bir fedakarlığa, hatta kendi hayatını feda etmeye hazır olup olmaması ile ilgilidir; çünkü bu surenin büyük bölümü Allah yolunda adil savaş (cihâd) konusunu ele almaktadır.
32. Gerçek şu ki, hakikati inkara şartlanmış olan ve [başkalarını] Allah yolundan alıkoyanlar ve doğru yol rehberliği kendilerine tevdî edildikten sonra [bu şekilde] kendilerini (Allah'ın) Elçisi'nden koparanlar (39) hiçbir şekilde Allah'a bir zarar veremezler; ama Allah, bunların bütün fiillerini değersiz kılacak, boşa çıkaracaktır.

39 - Şâkkû'nun yukarıdaki şekilde çevrilmesi konusunda bkz. 8:13, not 16. Elçiden "kendisini koparmak", tabii ki, o'nun mesajını reddetmeyi ve bu özel bağlamda, Kur'an'ın adil bir dâvâ uğrunda, yani dinin yahut özgürlüğün savunulması için yaptığı savaş çağrısını reddetmeyi gösterir (bkz. 2:190, not 167).
33. Siz ey imana erenler! Allah'a ve Elçi'ye itaat edin, ve [iyi/güzel] fiillerinizi heder etmeyin!
34. Hakikati inkara şartlanmış olan ve [başkalarını] Allah yolundan alıkoyan ve sonra hakikat inkarcıları olarak ölenlere gelince; Allah onlara mağfiretini bağışlamayacaktır!
35. BÖYLECE, [adil bir dâvâ uğrunda mücadele ettiğinizde,] korkup gevşemeyin ve barış için yalvarıp yakarmayın: Allah sizinle beraber olduğuna göre [sonunda] mutlaka siz üstün geleceksiniz (40) ve O, sizin [iyi ve güzel] fiillerinizi zayi etmeyecektir.

40 - Yani, savaş kendi aleyhlerine de sonuçlansa, hakikat ve adalet uğrunda savaşma bilinci, müminlerin kararlılıklarını arttıracak ve onların gelecekteki ihtişamlarının kaynağı olacaktır: karş. 3:139.
36. Bu dünya hayatı, bir oyundan ve geçici bir eğlenceden ibarettir: ama eğer [Allah'a] inanır ve O'na karşı sorumluluk bilinci duyarsanız size (hak ettiğiniz) her türlü ödülü bağışlayacaktır. Dikkat edin! O sizden sahip olduğunuz bütün varlıkları [kendi dâvâsı uğrunda feda etmenizi] istemez: (41)

41 - Bu 1 dünya hayatı "bir oyundan ve geçici bir eğlenceden ibaret" olmasına rağmen Allah, müminleri meşru zevklerinden yoksun bırakmayı istemez ve böylece varlıklarının yalnızca küçük bir bölümü ile kendi yolunda fedakarlık yapmalarını bekler. Bu pasaj, klasik müfessirlerin büyük kısmının yukarıdaki ayet ile ilgili olarak işaret ettikleri gibi, Müslümanların gelirlerinin ve mülklerinin yüzde 2.5'u oranında zekât ("arındırıcı yükümlülükler") adı altında ödemeleri gereken yıllık zorunlu vergi mükellefiyetine bir ön işarettir (parantez içi ifadenin sebebi budur). Bu verginin gelirleri, Kur'an'ın "Allah uğrunda [lafzen, "yolunda"]" diyerek tanımladığı şey için, yani, Dinin/İnancın korunması ve tebliği ve toplumun refahı için harcanmalıdır; bu yükümlülüğün ruhsal amacı ise, Müslümanın mal varlığını ihtirasın ve bencilliğin kirlerinden "arındırmak"tır. (Unutmayalım ki zekâtın mecburî kılınması, Medine döneminin başlarında, yani bu surenin vahyedildiği zaman ile hemen hemen aynı dönemde gerçekleşmiştir.)
37. [çünkü,] O her şeyinizi isteseydi ve sizi zorlasaydı (42) [onlara] cimrice sarılırdınız ve böylece sizin ahlakî zaaflarınızı (43) ortaya çıkarmış olurdu.

42 - Zımnen, "bütün mal varlığınızdan ayırmak için".

43 - Ezğân'ın "ahlakî zaaflar" olarak çevrilmesi konusunda bkz. not 37. Bu bağlamda ezğân terimi 91:8'deki fucûr ile aşağı yukarı aynı anlama sahiptir. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: insan "zayıf yaratılmış" olduğundan (4:28), müminler üzerine çok fazla yük yüklemek, kendi kendini zayıflatma (self-defeating) olurdu, çünkü imanın artması yerine yok olmasıyla da sonuçlanabilirdi. Bu pasaj, insan tabiatını, olduğu gibi, bütün Allah vergisi karmaşıklığı ve iç çelişkileri ile dikkate alan ve bu nedenle, ilke olarak (a priori) imkansız bir ideali insan davranışına temel almayan Kur'an'ın üstün gerçekçiliğini gösterir. (Karş. 91:8, insan kişiliğinin hem "ahlakî zaaflarla hem de Allah'a karşı sorumluluk bilinci ile donatılmış" olduğundan söz eden ayet -ilgili not 6'da açıklanmış olan ifade.)
38. Bakın, [ey müminler,] sizler Allah yolunda sınırsızca harcama yapmaya çağrılıyorsunuz: ama sizin aranızda [bile] cimrice davrananlar var! Ve kim [Allah yolunda] cimrice davranırsa, sadece kendisine karşı cimrilik yapmış olur: Çünkü Allah kendi-kendine yeterlidir, halbuki siz [O'na] muhtaçsınız; ve şayet [O'ndan] yüz çevirirseniz, başka toplumları sizin yerinize geçirir ve onlar sizin gibi yapmazlar!
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: