Meal Seç / Sure Seç

Nur Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

24 - Nur
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Hz. Peygamber'in Mustalik kabilesine karşı giriştiği seferle ilgili tarihî olaylara ilişkin muhtelif atıflar (özellikle 11-20. ayettekiler) surenin, şüpheye yer bırakmayacak şekilde Hicret'in beşinci yılında ya da altıncı yılının başlarında vahyedildiğini göstermektedir. Surenin büyük bir kısmı kadın erkek ilişkileriyle ve bu ilişkiler çevresinde gözetilmesi gereken birtakım ahlakî kurallarla ilgilidir. Özellikle 2-9. ayetler gayrimeşru cinsî ilişkilerle alakalı belirli hukukî-cezaî buyruklar vaz‘etmekte, 27-29 ve 58-59. ayetler ise ferdî-ailevî mahremiyetin korunmasıyla ilgili bazı önlemler üzerinde durmaktadır. Sure, ismini 35. ayetinde "Allah'ın ışığı" tabiriyle ifade edilen derunî meselden ve bunun 40. ayette geçen "Allah'ın aydınlatmadığı kimse için ışık (bulma umudu) yoktur!" ifadesindeki yankısından almaktadır.
1. YÜCELERDEN indirdiğimiz, açık ve kesin hükümlerle (1) vaz‘ettiğimiz bir suredir bu; bu (sure)de (de) apaçık mesajlar indirdik ki belki ders alır da aklınızda tutarsınız.

1 - Yani, "lafzen açık ve kesin kıldığımız buyruklarla": Buhârî'nin naklettiğine göre (Kitâbu't-Tefsîr) Abdullah İbni ‘Abbâs feraznâhâ ifadesini bu anlam örgüsü içinde böyle yorumlamıştır (karş. Fethu'l-Bârî VIII, 361). Yine İbni ‘Abbâs'a dayanarak Taberî de aynı açıklamayı yapmıştır. Allah'ın bu sureyi "açık ve kesin hükümlerle" indirdiğinin özellikle belirtilmesi, öyle görülüyor ki, surede vaz‘edilen buyrukların kat‘îliğiyle alakalıdır; bir başka deyişle, bu durum, vaz‘edilen buyrukların tümdengelim, (çıkarsama) yoluyla ya da Kur'an'ın açık lafızlarıyla bağlantısız şu ya da bu mülahazayla genişletilmeleri, yeniden tanımlanmaları ya da sınırlandırılmaları yönünde girişilebilecek her türlü teşebbüse karşı kesin bir uyarı getirmektedir.

2. İMDİ, zina eden (2) kadın ve erkeğin her birine yüz değnek vurun ve eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorsanız, onlara karşı duyduğunuz acıma, sizi Allah'ın bu yasasını uygulamaktan alıkoymasın; ve inananlardan bir topluluk da onların cezalandırılmalarına şahit olsun. (3)

2 - Zinâ, birbiriyle evli olmayan bir erkekle bir kadın arasında, bunların her biri bir başkasıyla evli olsun ya da olmasın, ihtiyarî olarak gerçekleştirilen cinsî münasebet demektir. Bu sebeple, Batı dillerinin çoğunda bu konudaki adlandırmanın tersine, Arapça'da evli bir erkeğin başka bir kadınla ya da evli bir kadının kocasından başka bir erkekle cinsî münasebette bulunmasıyla (adultery) bekar cinsler arasındaki cinsî münasebet (fornication) arasında adlandırmada bir fark yoktur; yani her iki suç da zinâ olarak adlandırılmaktadır.

3 - Bu cezanın uygulamasına tanık olacakların sayısı kasden belirsiz olarak bırakılmıştır; böylece, uygulamanın açık olması gerektiğine, ama "seyirlik bir tören"e dönüştürülmesinin de lüzumlu olmadığına işaret edilmiştir.

3. [Onların her ikisi de eşit derecede suçludur:] zina yapan erkek ancak zina yapan bir kadınla -yani, [kendi cinsel arzularını] tanrılaştıran bir kadınla- (4) birleşir; zina yapan kadın da ancak zina yapan bir erkekle -yani, [kendi cinsel arzularını] tanrılaştıran erkekle- birleşir: bu (birleşme) müminlere yasak edilmiştir. (5)

4 - Genel olarak şu ya da bu düzmece tapınma nesnesini, şu ya da bu hayalî varlığı ya da gücü zihnen Allah'la bir tutan yahut Allah'tan başka varlıklarda tanrısal nitelikler ve güçler bulunduğunu vehmeden kişi anlamına gelen müşrik terimi (müennesi/dişili müşrike) burada, öyle anlaşılıyor ki, bedenî arzularına karşı ancak Allah'a gösterilmesi gereken tutsakça bir teslimiyet ve küçülme eğilimi gösteren ve böylece O'nun tarafından vaz‘edilen ahlakî ve manevî ilkeleri, sınırları çiğneyen kişiye işaret etmek üzere, terimin en geniş mecazî anlamıyla kullanılmıştır. Müşrike sözcüğünü kendisinden önceki zâniye (zina eden kadın) sözcüğüne bağlayan ev ("yahut") takısı, bu anlam örgüsü içinde -ayrıca, bu iki terimin müzekker/eril biçimleriyle geçtiği sonraki cümlede-, tıpkı bu takının 23:6'daki kullanımında olduğu gibi, "yani" yahut "bir başka deyişle" ifadeleriyle aktarılabilecek açıklayıcı bir anlam taşımaktadır. Yukarıdaki pasaj hk. daha ayrıntılı bir açıklama için bkz. bundan sonraki not.

5 - Müfessirlerden bazıları bu pasajı bir buyruk olarak ele almakta ve şöyle anlamlandırmaktadırlar: "Zina yapan erkek zina yapan bir kadından ya da müşrik bir kadından başkasıyla evlenmesin; zina yapan kadın da zina yapan bir erkekten ya da bir müşrik'ten başkasıyla evlenmesin/evlenmeyecektir". Ne var ki, bu yoruma birkaç bakımdan itiraz edilebilir: Birincisi: Kur'an, en ağır günahı da işlemiş olsa, bir müminin, terimin en küçültücü ve Allah'a baş kaldırmayı temsil eden anlamıyla, inanmayan biriyle evlenmesine hiçbir zaman iyi gözle bakmamaktadır; ikincisi, İslam Hukuku'nun temel ilkelerinden birine göre, işlenen suçun faili suça uyan şer‘î cezayı (zina için yüz değnek) bir kere çektikten sonra toplum açısından artık yapılması gereken yapılmış ve hukukî müdahalenin konusu kalmamış demektir. Son olarak da, yukarıdaki ifadenin kuruluşu, bu ifadeyle bir vak‘anın dile getirilmek istendiğini gösterir yöndedir (Râzî) ve dolayısıyla dile getirilen husus bir emir olarak anlaşılamaz. Öte yandan, zina gayrimeşru bir cinsi birleşme olduğuna göre, yukarıdaki pasajda iki kere geçen yenkihu fiili spesifik anlamıyla "evlenir" anlamında değil, fakat hem meşru, hem de gayrimeşru cinsî birleşmeyi içine almak üzere genel anlamıyla, yani "(biriyle) birleşir" anlamıyla anlaşılmalıdır. Râzî'nin kaydettiğine göre büyük müfessir Ebû Müslim de, bu günahı bile isteye işledikleri sürece zina olayına karışan her iki cinsin de eşit derecede suçlu olduklarını belirten, suçlulardan hiç birinin sırf bir "ayartmanın" kurbanı olduğunu ileri sürerek kendisini temize çıkaramayacağını îma eden bu ayeti aynı yönde tefsir etmektedir.

4. İffetli kadınları [zinayla] suçlayıp sonra da [bu suçlamayı doğrulayıcı yönde] dört şahit getiremeyen kimselere gelince, (6) böylelerine seksen değnek vurun; bundan böyle hiçbir zaman onların şahitliğini kabul etmeyin; çünkü bunlar gerçekten yoldan çıkmış kimselerdir! (7)

6 - Muhsanât, lafzî olarak, "[iffetsizliğe karşı] korunan, desteklenen kadınlar" demektir; yani evlilik ve/veya iman ve öz-saygısı yoluyla. Terim, bu anlamıyla, aksini gösteren kesin bir vaka olmadıkça, şer‘î/hukukî açıdan her kadının iffetli sayılması gerektiğini îma etmektedir. (Bu pasaj suçlayan kişinin suçlamayı kendi eşinden başka kadınlara yönelttiği hallerle ilgilidir; çünkü bu suçlamanın eşler arasında cereyan etmesi halinde -6-9. ayetlerde görüleceği gibi- şahitlik ilkesi de, meselenin hükmü de buradakinden farklıdır.

7 - Açıkça anlaşılacağı üzere, bu hüküm, bir erkeği yasak ilişkide bulunmakla suçlayan ve bu suçlamasını hukukî usuller içinde isbat edemeyen kadınlar için de geçerlidir. Bu gibi hallerde uygulanan cezanın böylesine şiddetli ya da ciddî olması ve diğer bütün ceza ve sulh davalarında İslam Hukuku'nun yeterli gördüğü iki şahit yerine dört şahidin gerekli görülmesi, iftirayı ve sorumsuzca yapılan suçlamaları önlemenin kaçınılmaz bir zaruret olmasından ötürüdür. Pek çok güvenilir Hadis rivayetinin de işaret ettiği gibi, bu tür davalarda bu dört şahidin olay konusundaki şehadetlerinin ikinci dereceden değil, doğrudan ve bizzat görgü şehadeti derecesinde olması gerekmektedir; bir başka deyişle, bu şahitler için yasak bir birleşmenin cereyan etmekte olduğuna ya da etmiş olduğuna delalet eden bir duruma şahit olmaları yeterli değildir; böyle bir cinsî birleşmeye bizzat tanık olmuş olmaları ve yargı makamını hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde tatmin etmeleri gerekmektedir. (Râzî, İslam Hukuku'nun en büyük temsilcilerinin görüşlerini böylece hulasa etmektedir.) Bu tür suçlamalarda şehadet ve delillendirmede aranan böylesine yüksek doğruluk ve güvenirlik derecesini sağlamak, imkansız olmasa da son derecede zor olduğuna göre, demek ki, yukarıdaki Kur'ânî hükmün asıl amacı yasak cinsî birleşme konusunda ikinci dereceden yapılan itham ve yakıştırmaların pratikte önünü almak -çünkü "insan zayıf yaratılmıştır" (4:28)- ve zinanın isbatını, bu çirkin ilişkiye katılan suçluların kendi ihtiyarlarıyla, din ve vicdan muhasebesiyle yapacakları samimî ikrar ve itirafa bağlı kılmaktır.

5. Ancak, bundan sonra (yaptığından ötürü) tevbe edip kendini düzeltenler (8) [bu kısıtlamanın dışındadır]; çünkü Allah çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır.

8 - Yani, had cezasını (kamçı ya da değnek cezasını) çektikten sonra yaptığı suçlamadan alenî olarak vazgeçen kimseler. Çünkü had cezası, haksız yere suçlanan kişi için hukukî bir hak olduğundan, suçlamayı yapan kişinin yalnızca tevbe etmesi ve haksız olduğunu ikrar etmesiyle ortadan kalkmaz. Dolayısıyla, yukarıdaki istisna had cezasıyla değil, sadece şahitlikten men etme hükmüyle alakalıdır.

6. Kendi zevcelerini zinayla suçlayan, fakat kendilerinden başka şahitleri olmayan kimselere gelince; bu (suçlamayı yapanların) her biri doğru söylediklerine dair dört kere Allah'ı şahit tutsunlar, (9)

9 - Lafzen, "Bunlardan her birinin şehadeti Allah huzurunda dört kere şehadettir [yahut ‘yemin' etmeleridir]".

7. ve beşincisinde de, (bu suçlamayı yapan kişi), eğer yalancılardansa, Allah'ın lânetine razı olduğunu (ifade etsin).
8. Ve [suçlanan kadına gelince,] onun, kocasının yalan söylediğine dair Allah'ı dört defa şahit tutması (bu suça verilecek) cezayı ondan giderir;
9. ve beşincisinde, kocası doğruyu söylüyorsa, Allah'ın gazabına razı olduğunu (ifade etmesidir). (10)

10 - Böylece, suçlanan kadın suçlamayı red yönünde yemin etmekten kaçınırsa suç isbat edilmiş, ama bu yemini yaparsa isbat edilmemiş ya da çürütülmüş sayılmaktadır. Li‘ân ("lânetleme" ya da "lânetleme yemini") denilen bu uygulama suçlamayı hukuken hükümsüz ve suçu muallakta bıraktığına göre, her iki taraf da, zorunlu boşanma dışında, zina ya da haksız zina suçlamasının getireceği öteki bütün sonuçlardan bağışık tutulmaktadırlar.

10. YA ALLAH'IN üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı! (Ya) Allah hikmet ve adaletle hükmeden bir tevbe kabul edicisi olmasaydı..! (11)

11 - Her türlü asılsız, isbatsız zina/iffetsizlik isnadını men eden bölümün başında yer alan bu cümle -20. ayetteki benzer cümle gibi- işaret ettiği anlamın sınırlarının kestirilmesi muhatabın idrakine bırakılarak vecîz bir üslup içinde bilinçli olarak yarım bırakılmıştır. Bununla, asılsız isnadlara karşı kişisel hukuk Allah tarafından böylece güvence altına alınmamış ve zina isnadının isbatı için ikinci dereceden deliller yeterli görülmüş olsaydı birey ve toplumun maruz kalacağı haksızlıkların nerelere varacağı düşünülsün istenmiştir. Bu husus 14-15. ayetlerde daha etraflı olarak ele alınmaktadır.

11. Başkalarını yalan yere iffetsizlikle suçlayanlar içinizden bir güruhtur; (12) [fakat, siz, bu haksız suçlamaya maruz kalanlar,] bunu kendiniz için kötü bir şey sanmayın; tersine bu sizin için hayırdır! (13) [İftiracılara gelince,] onların her biri (böyle yaparak) işledikleri günahın yükünü taşıyacaklardır; ve onlardan bu [günahın] işlenmesinde başı çekenleri (14) vahim bir azap beklemek-tedir!

12 - Lafzen, "iftirayı (ifk, burada asılsız zina/iffetsizlik suçlaması) ortaya atanlar sizin içinizden bir gruptur". ‘Usbeh belirli bir amaç için bir araya gelmiş sayıları belli olmayan bir grup insan demektir (Tâcu'l-‘Arûs). Bütün müfessirlere göre, 11-20. ayetleri içine alan bu pasaj, Hz. Peygamber'in Hicret'in 5. yılında Benî Mustalik kabilesine karşı giriştiği seferden dönerken cereyan eden bir olayla ilgilidir. Bu sefer sırasında Hz. Peygamber'in yanında bulunan zevcesi Hz. Ayşe, bir gün şafak vaktinden önce Müslümanlar bulundukları konak yerinden ayrıldıklarında elde olmayan sebeplerden ötürü ya da dalgınlık yüzünden arkada bırakılmıştı. Hz. Ayşe, böylece saatlerce yalnız kaldıktan sonra, Sahâbîlerden biri tarafından bulundu ve sonraki konak yerine getirildi. Bu olay Hz. Ayşe hakkında kötü zanlara, kötü niyetli söylentilere yol açtı; ama bu söylentiler kısa ömürlü oldu ve Hz. Ayşe'nin masumiyeti hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde ortaya kondu. Tarihî olaylara ilişkin bütün Kur'ânî atıflarda olduğu gibi, burada da bütün çağlarda ve bütün toplumsal şartlarda geçerli bir ahlakî önerme ortaya konulmaktadır. Yukarıdaki pasajın, 11-16. ayetlerde olduğu üzere, geçmiş zaman kipinde kullanılan fiillerin şimdiki zamana işaret edecek şekilde anlamlandırılmasını mümkün kılan, ya da, bize göre öyle anlamlandırılmasını gerektiren bir gramatik yapıda olması da bu sebepledir.

13 - Yani, Allah katında; çünkü, zulüm ve haksızlıkların yol açtığı sıkıntı ve mutsuzluk, hak edilmediği halde sabırla göğüs gerildiği sürece, buna maruz kalan kişinin manen yücelmesine vesile olmaktadır. Karş. Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen Hadis: "Bir mümin ne zaman bir sıkıntıya, bir acıya, bir çıkmaza, bir zorluğa, bir keder ya da ızdıraba maruz kalsa, Allah bununla o kulunun hatalarından bir kısmını giderir".

14 - Yani, hukuken ve ahlaken makul olmayan birtakım yollarla, yanıltıcı belirtilere, "arızî" ayrıntılara dikkat çekerek asılsız iddia ve isnadları inanılır kılmaya çalışarak kötü zanların yayılmasında öncülük edenleri.

12. Böyle bir [söylenti] işittiğiniz zaman, (15) (siz) inanan erkek ve kadınların, birbirleri hakkında iyi zan besleyip de, "Bu düpedüz bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?

15 - Lafzen, "onu (haksız isnadı/söylentiyi) işittiğiniz zaman." Burada "siz" zamiri bütün bir cemaati ifade etmektedir.

13. [Bu asılsız isnadı ileri sürenlerden (16) ] iddialarını doğrulamak için (17) dört şahit getirmeleri[ni istemeniz] gerekmez miydi? Çünkü, bu şehadeti sağlamadıkları sürece, Allah katında yalancı olanlar işte böyleleridir!

16 - Bu açıklayıcı ilave, önceki ayette hitab edilen müminlerin asılsız isnadlar ileri sürmek ya da bu isnadları desteklemekle değil fakat bunları yalanlamamakla suçlandıkları gözönünde tutularak gerekli görülmüştür.

17 - Lafzen, "onu desteklemek üzere" (‘aleyhi).

14. Eğer bu dünyada da, ahirette de Allah'ın fazlı ve rahmeti üzerinizde olmasaydı bulaştığınız bu [iftiradan] ötürü size (18) gerçekten büyük bir azap dokunurdu;

18 - Zımnen, "Size ve bütün toplumunuza". Bu ve bundan sonraki ayetle yine 10. ayette temas edilen ve 11. notta açıklanan konuya dönülmektedir.

15. hem de, onu tam dilinize doladığınız ve doğru bilgi sahibi olmadığınız konuda, bu Allah katında son derece önemli olduğu halde, hafife alıp ileri geri konuştuğunuz zaman!
16. Ve [bir kez daha]: Böyle bir [söylentiyi] işittiğiniz zaman "Bu konuda konuşmak bize düşmez; kudret ve yüceliğinde sınırsız olan Sensin; şüphesiz bu çok kötü bir iftiradır!" demeniz gerekmez miydi? (19)

19 - Subhâneke ("kudret ve yüceliğinde sınırsız olan Sensin") ara nidâsı (seslenişi), müminlerin bir iftira işittikleri zaman (çünkü üzerinde durulan konuda ortaya atılan her "söylenti", hukuken isbat edilmediği sürece iftira sayılmalıdır) bunu dinlemek ya da tekrarlamak konusunda hemen Allah'ı hatırlamakla yükümlü olduklarına dikkat çekmek içindir.

17. Eğer mümin kimselerseniz, Allah size böyle bir [günaha] bir daha asla bulaşmamanızı öğütler;
18. çünkü Allah mesajlarını size apaçık bildiriyor; çünkü Allah, doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen mutlak ve sınırsız bilgi Sahibidir!
19. Müminler arasında çirkin söylentilerin (20) yayılmasından hoşlananları bu dünyada da, ahirette de can yakıcı bir azap beklemektedir; (21) çünkü [her şeyin önünü sonunu] Allah biliyor, ama siz bilmiyorsunuz. (22)

20 - Fâhişeh terimi, ahlakça çirkin ve uygunsuz olan şey anlamına gelmektedir; dolayısıyla, bu ifade en geniş anlamıyla ahlak dışı yahut gayriahlakî edim ya da davranışlar için kullanılır. Ama yukarıdaki anlam örgüsü içinde terim, ahlak dışı edim ve davranışların vukuuna dair asılsız ve isbatsız isnad ve iddialara, bir başka deyişle, "çirkin iftira ve söylentilere" işaret etmektedir.

21 - Yani, bu surenin 4. ayetinde belirtilen yasal ceza.

22 - İftira ve başkasının hata ve ayıbını bulup ortaya çıkarma konusundaki bu Kur'ânî uyarı Hz. Peygamber'e izafe edilen güvenilir rivayetlerde açık bir yankısını bulmaktadır: "[Birbiriniz hakkında] her türlü (kötü) zandan kaçının; çünkü (kötü) zan son derece aldatıcıdır (ekzebu'l-hadîs) ve birbirinizi gözetlemeyin, birbiriniz hakkında tecessüs göstermeyin; (başkalarının) ayıplarını açığa vurmaya çalışmayın" (Muvatta'; bu Hadis'in eşdeğer rivayetleri Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd tarafından da kaydedilmiştir); "Kendilerini Allah'a teslim etmiş olanları (müslimûn) incitmeyin; [onların ayıbını hatalarını] ortaya dökmeye çalışmayın; çünkü, bakın, kim ki kardeşinin ayıbını açığa vurmaya çalışırsa, [Hesap Günü'nde] Allah da onun ayıbını açığa vuracaktır" (Tirmizî); ve "Bir mümin bir başka müminin ayıbını örterse, Allah da [Kıyamet Günü'nde] mutlaka onun ayıbını örter" (Buhârî). Bütün bu öğütler özünü şu Kur'ânî mesajdan almaktadır: "[Birbiriniz hakkında] yersiz zanda bulunmaktan kaçının; çünkü bilin ki, zannın bir kısmı [da] günahtır" (49:12).

20. Ya Allah'ın fazlı ve rahmeti üzerinizde olmasaydı; (ya) Allah çok acıyıp esirgeyen gerçek şefkat Sahibi olmasaydı..! (23)

23 - Bkz. bu surenin 10. ayeti ve ilgili 11. not.

21. SİZ EY imana erişenler! Şeytan'ın adımlarını izlemeyin; çünkü, kim ki Şeytan'ın adımlarını izlerse, bilsin ki, o yalnızca çirkin ve iffetsiz olanı, akla ve sağduyuya aykırı olanı emreder. (24) eğer Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı sizden hiç biriniz asla saffetini koruyamaz, arınamazdı. Ama [gerçek şudur ki,] dilediği kimseyi arındıran, temize çıkaran Allah'tır. Çünkü Allah hem her şeyi bilen, hem de her şeyi işitendir.

24 - Bu anlam örgüsü içinde münker terimi 16:90'daki (ilgili 109. notta açıklanan) anlamıyla yüklüdür; çünkü, ayetin devamından da anlaşılacağı üzere, terim, başkalarının iffet ve namusuna kara çalıp zayıf yaratılışı içinde insanın ancak Allah'ın lütuf ve rahmetiyle saffet ve temizliğini koruyabileceğini unutarak "Şeytan'ın adımlarını izleyen" kimselerin asılsız dürüstlük iddialarıyla doğrudan bağlantılıdır.

22. Bunun içindir ki, [haksız iftiralara uğramış olsalar bile,] içinizden [Allah'ın] bolluk ve genişlik bahşetmiş olduğu kimseler yakınlarına, düşkünlere ve kötülük diyarından Allah için göç eden kimselere (25) yardımdan el çekmesinler; (26) onları affedip geçsinler. (Öyle ya,) Allah'ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz; (hem de) Allah'ın çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcı olduğunu [gördüğünüz halde]? (27)

25 - Muhâcirûn (başka yerlerde, ellezîne hâcerû) tabiri için benimsenen bu karşılık hk. bir açıklama için bkz. 2. sure, 203. not.

26 - Yahut: "yardım etmemek [lafzen, "vermemek"] konusunda yemin etmesinler..." ilh. Bu iki anlamın ikisi de; yani, "yemin etmesinler" ve "el çekmesinler"; yukarıdaki cümlede ye'tel şeklinde geçen elâ fiiline izafe edilebilir. Bizim tercih ettiğimiz karşılık büyük dilci Ebû ‘Ubeyd Kâsım Herevî'nin bu fiil için yaptığı açıklamaya dayanmaktadır (karş. Lane I, 84).

27 - Genel olarak, bu ayetin, kızı Hz. Ayşe hakkında ortaya atılan söylentilere (bkz. yukarıda 12. not) katıldığı için o güne kadar destekleyip yardımda bulunduğu fakir akrabası muhacirden Mistah'a bir daha yardımda bulunmayacağına yemin eden Hz. Ebû Bekir'le alakalı olduğu kabul edilmiştir. Müfessirlerin bu görüşü, şüphesiz sağlam delillere dayanmaktadır; ama, yine şüphe yok ki, yukarıdaki ayetin mesajı zamanla kayıtlı değildir ve dolayısıyla tarihî olarak ilgili göründüğü olay ya da olaylardan bağımsızdır. (Bu görüş, yukarıdaki pasajın tamamında çoğul ifade tarzının kullanılmasıyla da ayrıca desteklenmektedir.) "Affedip geçmek" konusundaki çağrı, kötülüğü iyilikle savmak yolundaki Kur'ânî ilkeyle tam bir bağdaşma halindedir (bkz. 13:22 ve ilgili 44. not).

23. Fakat, gerçek şu ki, dalgınlık ya da dikkatsizlik göstermiş olsalar da iffetli ve inanmış olan kadınlara (28) asılsız isnadlarda bulunan [ve günahlarından ötürü tevbe etmeyen] (29) kimseler bu dünyada da, ahirette de [Allah'ın bağış ve kayrasından] uzak tutulacaklardır; ve can yakıcı bir azap beklemektedir böylelerini,

28 - Lafzen, "iffetli, dikkatsiz [yahut "dalgın", ama yine de] inanan kadınlara"; yani, dikkatsiz ya da düşüncesizce davranarak kendi haklarında birtakım kötü zanların ya da nâhoş söylentilerin doğmasına sebep olan iffetli, erdemli kadınlara.

29 - Râzî'ye göre, tevbe etmemiş olma şartı, müteakip lânet ifadesiyle şüpheye yer bırakmayacak biçimde îma edilmektedir. Çünkü, Kur'an'da pek çok yerde, Allah'ın samimî tevbeleri her zaman kabul etmeye hazır olduğuna dair açık ifadeler bulunmaktadır.

24. o Gün ki, kendi dilleri, elleri ve ayakları bütün [bu] yaptıklarını [açığa vurarak] onların aleyhine şahitlik edecektir!
25. O Gün Allah, onlara hak ettikleri karşılığı tam olarak ödeyecek ve onlar da [yapılıp edilenlerin gerçek mahiyetini] açığa vuran apaçık (30) ve Nihaî Gerçek'in yalnızca Allah olduğunu (böylece) öğrenecekler.

30 - Mübîn sıfatındaki çifte anlamlılık ("açığa vuran" ve "apaçık") için bkz. 12:1 hk. 2. not; Allah'ın el-Hakk sıfatı için benimsediğimiz "Nihaî Gerçek" karşılığı için bkz. 20:114 hk. 99. not. Bu ayete mahsus olmak üzere, mübîn sözcüğünün ism-i fâil anlamı ("açıklayan/açığa vuran"), Hesap Günü'nde Allah'ın insan'ın yapıp etmelerinin gerçek mahiyetini ve dolayısıyla bu pasajda üzerinde durulan günahın yol açtığı tahribatın büyüklüğünü, vehametini insana göstereceğine işaret etmektedir.

26. [Kural olarak,] yozlaşmış kadınlar yozlaşmış erkeklere; yozlaşmış erkekler de yozlaşmış kadınlara yaraşır. Tıpkı lekesiz kadınların lekesiz erkeklere; lekesiz erkeklerin de lekesiz kadınlara yakıştığı gibi. [Allah, bu sonrakilerin,] haklarında çıkarılan kötü söylentilerin hepsinden masum ve uzak olduklarını [bildiğine göre], (31) günahlarından ötürü bağışlanma ve büyük/üstün bir rızık onların hakkıdır! (32)

31 - Lafzen, "[iftiracıların] söyleyebilecekleri şeylerden masumdurlar".

32 - Bkz. 8:4 hk. 5. not. Bu anlam örgüsü içinde, Allah'ın "günahları bağışlaması"na (mağfiret) ilişkin atıf, açıktır ki, insanın yapısındaki zayıflığa, iyi niyetli ve temiz olsa da onu günah işlemeye yatkın kılan zayıf yaratılışa dikkat çekmek içindir (karş. 4:28).

27. SİZ EY imana erişenler! Kendi evlerinizden başka evlere sakinlerinden izin almadan, onlara selâm vermeden girmeyin. Eğer [karşılıklı haklarınızı] dikkate alacak olursanız bu (öğüt) sizin kendi iyiliğiniz içindir. (33)

33 - Bu kesin yasaklama, kötü zan ve söylentilere karşı bireyleri korumaya matuf bir tedbir niteliğini taşıdığına göre, önceki pasajla doğrudan bağlantılıdır; ve en geniş anlamıyla, kişilerin özel ve ailevî hayatlarının mahremiyetini, dokunulmazlığını öngörmektedir. (Bu ilkenin sosyo-politik anlamı için bkz. State and Government in Islam, s. 84 vd.)
28. Öyleyse, [evde] kimseyi bulamadığınız takdirde, size izin verilinceye kadar (34) içeri girmeyin ve size "dönün" denirse dönün. Bu sizin (töhmet altına girmemeniz) için en uygun davranış tarzıdır; çünkü, Allah edip-eylediğiniz her şeyi bilir.

34 - Yani, yasal sahibi ya da ilgili biri tarafından.
29. [Öte yandan,] içinde oturulmayan ama kamusal amaçlarla kullanılan evlere (35) girmenizde bir sakınca yoktur; fakat [yine de aklınızdan çıkarmayın ki,] Allah, açıkça yaptıklarınızı da, gizlediklerinizi de bütünüyle bilmektedir.

35 - Lafzen, "içlerinde sizin için yararlı şeyler (metâ‘) bulunan meskun olmayan evler". Hz. Peygamber'in Sahâbîleri de dahil bütün otoritelerin ortak görüşüne göre, burada han, hamam, dükkan, resmî daire gibi az ya da çok kamu yararına açık bina ve mahallere ve bir de belki terk edilmiş eski yapılara, harabelere işaret edilmektedir.

30. İNANAN erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler ve iffetlerini korusunlar; (36) temiz ve erdemli kalmaları bakımından en uygun davranış tarzı budur. [Ve] Şüphesiz Allah onların (iyi ya da kötü) işledikleri her şeyden haberdardır.

36 - Lafzen, "gözlerini/bakışlarını sakınsınlar ve mahrem yerlerini korusunlar". İkinci ifade, hem lafzî anlamıyla ("mahrem yerlerini korusunlar"; yani mahrem yerlerini setretsinler, örtsünler), hem de "cinsî dürtülerine/insiyâklarına hakim olsunlar", yani "bunu evlilik ilişkileriyle sınırlı tutsunlar" şeklinde deyimsel anlamıyla yorumlanabilir (karş. 23:5-6). Bizim çeviride kullandığımız ifade her iki anlamı da barındırmaktadır. "Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler" ifadesi de hem fiziksel, hem de duygusal sakınmayı işaret etmektedir (Râzî).

31. İnanan kadınlara söyle, onlar da gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler; iffetlerini korusunlar; [örfen] görünmesinde sakınca olmayan yerleri (37) dışında, cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar; ve bunun için, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. (38) Cazibe ve güzelliklerini kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından, kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin ya da kız kardeşlerinin oğullarından, kendi evlerindeki kadınlardan, yahut yasal olarak sahip oldukları kimselerden, yahut kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkeklerden, (39) ya da kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklardan başka kimsenin önünde açığa vurmasınlar; ve [yürürken] gizli görkem ve güzelliklerini belli edecek şekilde (40) ayaklarını yere vurmasınlar.Ve siz, ey müminler, hepiniz topluca, günahkarca davranışlardan dönüp Allah'a yönelin ki kurtuluşa, esenliğe erişesiniz! (41)

37 - Bizim "[örfen]" sözcüğüyle yaptığımız ilave illâ mâ zahera minhâ ifadesiyle ilgili olarak ilk İslam alimlerinin ve özellikle (Râzî'nin kaydettiğine göre) el-Kiffâl'in yaptığı "kişinin hakim örfe (el-‘âdetu'l-câriyye: geçerli âdet) uyarak açık tutabileceği, yani örtmemesinde beis olmayan yerler" şeklindeki açıklamayı yansıtmaktadır. İslam Hukuku'nun geleneksel temsilcileri "görünmesinde [örfen] sakınca olmayan" ifadesinin tanımını her ne kadar kadının yüzü, elleri ve ayaklarıyla sınırlı tutma eğilimini göstermişler -hatta sınırlamayı bazan daha da ileri götürmüşler- ise de, illâ mâ zahera minhâ'nın anlamı bizce çok daha geniştir; nitekim, kullanılan ifadedeki kasdî belirsizlik (yahut çok anlamlılık) da bu hususta, insanın ahlakî ve toplumsal gelişiminin gereği olarak ortaya çıkan zamana bağımlı değişikliklerin gözönünde bulundurulduğunu göstermektedir. Yukarıda, aynı kelimelerle hem erkeklere ve hem de kadınlara ulaştırılmak istenen mesajın özü, onların "haramdan gözlerini çevirmeleri ve iffetlerini korumaları" noktasında düğümlenmektedir; kişinin, yaşadığı çağda, Kur'an'ın toplumsal ahlak konusunda getirdiği ilkeleri gözönünde tutarak, dış görünüşünde, giyim kuşamında göstermek zorunda olduğu dikkatin sınırlarını da bu ölçü belirlemektedir.

38 - Himâr (çoğulu humur), hem İslam'dan önce, hem de İslam'dan sonra Arap kadınlarının kullandıkları geleneksel başörtüsüdür. Klasik müfessirlere göre, bu başörtüsü kadınlar tarafından İslam öncesi dönemde az çok süs giysisi olarak kullanılır ve uçları örtünen kadının sırtına serbestçe bırakılırdı; o günün yaygın modasına göre, kadınların giydiği gömleğin ya da bluzun önünde genişçe bir açıklık bulunur ve böylece göğüsler örtülmezdi. Bunun içindir ki, göğsün himâr ile örtülmesinin emredilmesi bu iş için mutlaka himâr kullanılmasının gerektiğini ifade etmez; fakat, sadece kadınların göğüs kısmının, örfen açık bırakılmasında sakınca bulunmayan yerlerden olmadığını ve dolayısıyla örtülmesi, gösterilmemesi gerektiğini ifade eder

39 - Yani, çok yaşlı erkekler. "Yasal olarak sahip oldukları kimseler" ifadesiyle (lafzen, "sağ ellerinin malik olduğu kimseler") köleler kasdedilmektedir; yine de bu konuda bkz. 78. not.

40 - Lafzen, "gizledikleri güzellikleri/cazibeleri bilinsin diye". Yedribne bi-erculihinne ifadesi deyimsel olarak darabe bi-yedeyhi fî mişyetihî (yürürken kollarını salladı) ifadesiyle benzeşmektedir (bu anlam örgüsü içinde Tâcu'l-‘Arûs'da kaydedilmiştir) ve dolayısıyla, tahrik edici bir yürüyüşe işaret etmektedir.

41 - Müminlerin topluca tevbeye çağırılmasının anlamı, "insan zayıf yaratıldığına" göre (4:28), hiç kimsenin hata ve ayartıdan korunmuş olmadığının hatırlatılmasıdır. Hz. Peygamber'in bile şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Doğrusu, günde yüz kere tevbe edip Allah'a yöneliyorum" (Abdullah b. Ömer'den rivayetle İbni Hanbel, Buhârî ve Beyhakî).

32. VE İÇİNİZDEN bekar olanları (42) ve kadın ya da erkek kölelerinizden [evlenmesi] uygun olacak olanları (43) evlendirin.[Evlenmeye niyeti olanlar] yoksul iseler, [bu sizi kaygılandırmasın,] Allah onları lütfuyla destekleyecektir. Çünkü, Allah her şeyin aslını eksiksiz bilmekte (ve bu itibarla herkesi bağış ve kayrasıyla) kuşatmaktadır.

42 - Yani, toplumun ya da cemaatin hür üyelerinden; böyle olduğu, kölelerden söz eden sonraki ifadeyle de sabittir. (Çoğu klasik müfessirin de belirttiği gibi, bu ayet bir emir değil, fakat cemaatin bütününe yönelmiş bir tavsiyedir; çevirideki emir sîgası da, bu sebeple, tavsiye olarak anlaşılmalıdır.) Eyyim (çoğulu eyâmâ) terimi her iki cinsten de, ister daha önce hiç evlenmemiş olsun ister dul olsun, halen eşsiz bulunan kişi anlamınadır. Dolayısıyla, yukarıdaki ayet pek çok güvenilir Hadis'le de tekrarlandığı gibi toplumsal düzen ve ahlak açısından evli olmanın bekar yaşamaktan daha tercihe değer olduğunu dile getirmektedir.

43 - Sâlihîn terimi burada ahlak ve fizik olarak evliliğe uygunluğu, elverişliliği; yani, hem bedensel ve zihinsel olgunluğu, hem de evlenecek erkekle kadın arasındaki karşılıklı sevgi ve denkliği işaret etmektedir. 4:25'de olduğu gibi, yukarıdaki ayetler de evlilik dışı tüm cinsel ilişki biçimlerini yasaklayıp erkekle onun kadın kölesi arasında tek yasal cinsel birleşme yolu olarak evliliği öngörmektedir.

33. Evlenmeye imkan bulamayanlar, (44) Allah kendilerine lütfuyla bu imkanı verinceye kadar iffetli davransınlar.Yasal olarak sahip bulunduğunuz kimselerden (45) azatlık sözleşmesi yap-mak isteyen olursa, kendilerinde iyi niyet görüyorsanız bu sözleşmeyi onlar için yazın; (46) ve Allah'ın size bahşettiği kendi zenginliğinden onlara [paylarını] verin. (47)Ve eğer evlenerek iffetlerini korumak istiyorlarsa, (48) sakın, dünya hayatının geçici hazları peşine düşerek (49), [hürriyeti sizin elinizde bulunan] cariyelerinizi fuhşa zorlamayın; kim onları buna zorlarsa, bilsin ki, maruz kaldıkları bu zorlanmadan ötürü, Allah (onları) acıyıp esirgeyecek ve bağışlayacaktır!

44 - Yani, yoksulluk yüzünden, yahut uygun eş bulamamak ya da başka kişisel sebeplerden ötürü.

45 - Lafzen, "sağ ellerinizin malik olduğu kimselerden", yani erkek ya da kadın kölelerden.

46 - Kitâb ismi, bu anlam örgüsü içinde kitâbet ya da mükâtebe (lafzen, "yazışmak, karşılıklı sözleşme kaleme almak") terimleriyle eş anlamlı hukukî bir terim olup, köle ile efendisi arasında yapılan, kölenin hürriyetine karşılık olarak adil ölçülere göre belirlenmiş, taksitle de ödenebilen belli bir miktar paranın ödenmesini ya da belli bir hizmetin yahut hizmetlerin yerine getirilmesini öngören yazılı anlaşma anlamındadır. Böyle bir sözleşmenin gereğini yerine getirebilmesi için kölenin ya yasal ve kazançlı bir işte çalışması ya da gerekli parayı başka yasal yollarla (örn. üçüncü şahıslardan borç ya da hibe/ihsan yoluyla) elde etmesi sağlanır yahut en azından buna izin verilir. Kâtibûhum (lafzen, "onlar için yazın") fiilinin emir kipinde olduğu gözönünde bulundurulursa, tek şart olarak -gerekirse tarafsız hakim ya da hakimlerce karara bağlanmak üzere- kölenin iyi niyetli, iyi karakterli ve sözleşmedeki yükümlülüklerini yerine getirmeye ehliyetli olduğu sabit olduğu takdirde, köle sahibinin böyle bir sözleşme talebini geri çevirmeye salahiyeti yoktur. Sözleşme talebinin köle sahibi tarafından hukuken reddedilemez oluşu ve açık hukukî direktiflerin bu talebi destekleyecek yönde vaz‘edilmiş olması açıkça göstermektedir ki, İslam Hukuku başlangıcından beri, toplumsal kurum olarak köleliğin ilgasını amaçlamıştır; ve modern zamanlarda köleliğin yasaklanmış olması bu amaca erişmek için yapılması gerekenlerin son halkasından başka bir şey değildir. (Ayrıca bkz. bundan sonraki not; keza 2:177 hk. 146. not.)

47 - Otoritelere göre, bu ifade (a) köle sahibinin, köleyi gerekli miktarda parayı elde edebilmesi yönünde göstereceği çabalarda desteklemek, yani onun emeğine daha cömertçe değer biçmek ya da tazminat kabilinden toplu bir ödemede bulunmak şeklindeki yükümlülüğünü; (b) cemaat yahut devlet hazinesinin (beytü'l-mâl), 9:60'da vaz‘edilen ve zekatın kullanılma alanlarından birinin de insanları kölelik zincirinden (fi'r-rikâb, 2. sure, 146. notta açıklanan bir ifade) kurtarma işi olduğunu belirten Kur'ânî ilke uyarınca, kölelerin azad edilmesi işini finanse etme yükümlülüğünü dile getirmektedir. Bunun içindir ki, Zemahşerî yukarıdaki ifadenin sadece köle sahibi kişilere değil, bütün bir cemaate hitab ettiği görüşündedir. "Allah'ın malı/zenginliği" ifadesi, "Allah'ın, karşılığında cenneti vaad ederek müminlerden canlarını, mallarını satın aldığı" yolundaki (9:111) Kur'ânî ifadeyle ilgili bir îma taşımaktadır ki bunun anlamı, insanın sahip olduğu her şeyin gerçekte Allah'a ait olduğu ama insana bunlar üzerinde sadece kullanma ya da yararlanma hakkının verildiğidir.

48 - Lafzen, "iffetsizliğe karşı korunmak istiyorlarsa", yani evlenme yoluyla (karş. 4:24'de kullanıldığı anlamıyla muhsanât ifadesi). Klasik müfessirlerin çoğu feteyât ("genç kızlar/ergen kızlar") teriminin burada "köle kızlar" anlamında kullanıldığını söylemişlerdir ki, yukarıdaki anlam örgüsü bu görüşü tamamen desteklemektedir. Buna göre, yukarıdaki ayet kölelerle evlilik dışı cinsel birleşmeyi "fuhuş" (biğâ') olarak nitelendirerek, yasak olduğunu tekrarlamaktadır.

49 - Lafzen, "dünya hayatının geçici hazlarına erişmeyi isteyerek".

34. VE GERÇEK ŞU Kİ, Biz size gerçeği bütün açıklığıyla gösteren mesajlar, sizden önce geçip gitmiş toplumlar[ın başına gelenler]den bir [nice] ders ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için bir [nice] öğüt indirdik.
35. Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûru içinde kandil bulunan bir oyuk(tan yayılan ışığa) benzer. (50) O kandil ki sırça fânûs içindedir; o fânûs ki, inci (gibi parıldayan) bir yıldızdır sanki! (51) Ve o kandilin yakıtı, ne doğuda ne de batıda eşine rastlanmayan mübarek bir zeytin ağacından alınmaktadır. (52) Ve o ağacın yağı [öyle arı-duru, öyle parlak ki] neredeyse ateş değmeden de ışık verecek: Nûr üstüne nûr! (53) Allah, [erişmek isteyeni] nûruna eriştirir; (54) işte [bunun içindir ki] Allah insanlara örnekler vermektedir; (55) çünkü her şeyi bütün boyutlarıyla [yalnızca] Allah bilir.

50 - Bir ismin başına gelen ke ("gibi", ya da "sanki") takısı Arap gramerinde kâfu't-teşbîh ("benzerlik yahut teşbîh ifade eden kâf") olarak isimlendirilmektedir. Yukarıdaki anlam örgüsü içinde, bu takının kullanılması, aslında, benzetme ya da teşbîh yoluyla bile olsa Allah'ı tanımlamanın imkansızlığını îma etmektedir. Çünkü "hiçbir şey O'na benzemez" (42:11); ayrıca, "Hiçbir şey O'na denk tutulamaz" (112:4). Bunun içindir ki, "Allah'ın nûru" teşbîhi, yaratılmış varlıklar için kavranılamaz olan ve dolayısıyla herhangi bir beşerî dille ifadesi imkansız olan Allah'ın gerçek mahiyetini değil, fakat sadece, Nihaî Gerçeklik olan Allah'ın hidayete istekli olan kullarının duygu ve kavrayış güçlerine bahşettiği aydınlanmayı ifade etmektedir. Taberî, Beğavî ve İbni Kesîr, İbni ‘Abbâs ve İbni Mes‘ûd'dan "Bu, bir müminin kalbindeki Allah nûrunun ifadesi için yapılan bir teşbîhtir" dediklerini kaydetmektedirler.

51 - "Kandil" Allah'ın peygamberlerine indirdiği vahiydir ki müminin kalbinde yani, sözkonusu teşbîhdeki "oyuk"da parıldayan odur (Taberî'nin kaydettiğine göre Ubey b. Ka‘b); vahyi, pek tabii, mümin aklıyla (yani, "yıldız gibi parıldayan sırça fânûs) kavrayıp benimsemektedir; çünkü akıl, gerçek imanın insan kalbine ulaşmak için kullanmak zorunda olduğu tek yoldur.

52 - Öyle görünüyor ki bu, bütün ilahî mesajlar arasındaki organik bütünlüğü ifade eden bir îma durumundadır: Vahiy bir tek "kök"ten ya da Allah'ın varlığının eşsiz ve benzersiz olduğu temel gerçeğinden hareket ederek insanoğlunun manevî gelişim tarihi boyunca kararlı bir şekilde boy verip dinî tecrübenin parlak çeşitlemeleri içinde dallanıp çiçeklenerek insanın gerçeği algı ve kavrayış seviyesinde sonu gelmeyen bir genişleme sağlamaktadır. Bu fikrin zeytin ağacıyla birleştirilmesi ya da ifade edilmesi, öyle görünüyor ki, bu ağaç cinsinin, Kur'ânî mesajın peygamberî müjdecilerinin çoğunun yaşadığı topraklara, yani doğu Akdeniz ülkelerine özgü olmasından ileri geliyor; fakat vahyî mesajların hepsi ve özellikle de bütün insanlığa hitab eden Kur'ânî vahiy Mutlak ve Sınırsız Varlık'tan kaynaklandığına göre, bunu simgeleyen ağaç da "ne doğuya ne de batıya aittir"; ve amacı itibariyle de evrenseldir.

53 - Kur'an mesajının özü, bir başka yerde "[kendinde/kendiliğinden] açık ve gerçeği açıkça gösteren" olarak tanımlanmaktadır (karş. 12:1 hk. 2. not); ve bizce, yukarıdaki cümleyle îma edilen de Kur'an'ın bu özelliğidir. Kur'an mesajı ışık saçmaktadır, çünkü Allah'tan gelmektedir; fakat "ona ateş dokunmasa da neredeyse [kendiliğinden] ışık saçacaktır": yani, insan onun ilahî vahyin "ateşiyle tutuşturulduğu"nun farkında olmasa bile, iç tutarlığıyla, doğruluğu ve hikmetlerle dolu muhtevasıyla o, akıl ve sağduyuyla, peşin hükümsüz olarak yaklaşan kimselere ışığını ulaştırabilecek niteliktedir.

54 - Müfessirlerin çoğu yukarıdaki ibareyi "Allah dilediğini nûruna/aydınlığına eriştirir" şeklinde anlamlandırmakta iseler de, Zemahşerî bu ibareye bizim çeviride benimsediğimiz anlamı vermiştir. (İbare yapısı itibariyle her iki anlama da gelebiliyor.)

55 - Yani, karmaşık olmalarından ötürü belli bazı gerçeklerin insana ancak temsîl ve teşbîhlerle ulaştırılabilmesi sebebiyle: bkz. 3:7 hk. 5 ve 8. notlar.

36. İÇLERİNDE [yalnız] kendi ismi anılsın diye Allah'ın yükseltilmelerine izin verdiği evlerde (56) O'nun kudret ve yüceliğini sabah akşam dile getiren [öyle]

56 - Lafzen, "Allah'ın, yükseltilme(lerine) ve içlerinde O'nun isminin anılmasına izin verdiği evlerde"; ayetin devamının da gösterdiği gibi, bu ifadeyle, bu ibadet evlerinde ancak bazı insanların umulan manevî amaç yönünde bilinçli ve duyarlı oldukları, çoğunluğunsa âdet ve alışkanlık seviyesinde buralara girip çıktıkları îma edilmektedir.

37. kimseler [vardır ki,] bunları ne ticaret ne de kazanma hırsı (57) Allah'ı anmaktan, salâtta devamlı ve duyarlı olmaktan, arınmak için verilmesi gerekeni vermekten (58) alıkoyabilir; böyleleri kalplerin ve gözlerin dehşetle döneceği Gün'den korkarlar;

57 - Lafzen, "ne ticaret, ne de alış veriş (bey‘)" -dünyevî nitelikte kazanç getiren şeyleri işaret için kullanılan deyimsel bir ifade.

58 - Zekât terimine verilen bu karşılık için bkz. 2. sure, 34. not.

38. [Ve ancak böyleleri] Allah['ın kendilerini] yapıp-ettiklerinin en iyisi, en güzeliyle ödüllendireceğini ve onlara, lütuf ve cömertliğinden, [hak ettiklerinden de] fazlasını vereceğini [umabilirler]; çünkü dilediğine hesapsız rızık bahşeden (yalnızca) Allah'tır.
39. Fakat hakkı inkara şartlanmış olanlara gelince, onların yapıp-ettikleri çölde (görülen) serap gibidir; susayan kişi su(yu gördüğünü) sanır; ama (gördüğü şeye) yaklaşınca orada hiçbir şey bulamaz; (59) bunun yerine, yanında [her zaman] Allah'ı[n hâzır ve nâzır olduğunu] ve sonunda hesabını eksiksiz göreceğini fark eder; çünkü Allah hesapta çok (dakik ve) hızlıdır!

59 - Yani, dünya hayatında gerçeğin sesine kulak vermeye bilerek yanaşmadığı için, "iyi ve güzel" sandığı bütün yapıp-etmelerinin Kıyamet Günü'nde bütünüyle değersiz olduğunun farkına varır. (Zemahşerî, Râzî).

40. Yahut [onların yapıp-ettikleri (60) ] engin bir denizin kopkoyu karanlıkları gibidir; (öyle bir deniz ki) üst üste kopan dalgalar ve tepedeki [kara] bulutlar o karanlığı daha da arttırıyor: kat kat, üst üste karanlıklar..! (61) (öyle ki, ) insan, çıkarıp (baksa), neredeyse kendi elini dahi göremez; öyle ya, Allah'ın aydınlatmadığı kimse için ışık (bulma umudu) yoktur!

60 - Yani, önceki ayette seraba benzetilen iyi davranışlarına mukabil bu sefer de kötü davranışları bahis konusu ediliyor.

61 - Lafzen, "birbiri üstünde karanlıklar".

41. GÖKLERDE ve yerde var olan bütün yaratıkların, kanatlarını yayarak (62) uçan kuşların, [hepsinin] Allah'ın sınırsız kudret ve yüceliğini dile getirdiklerini görmüyor musun? Gerçek şu ki, Allah'a nasıl yönelip niyaz edeceklerini, O'nun yüceliğini nasıl dile getireceklerini [bunların] hepsi bilmektedirler; ve Allah da onların edip-eylediği her şeyi tam olarak bilmektedir;

62 - Karş. 17:44 ve ilgili 53. not.

42. Çünkü, göklerin ve yerin egemenliği Allah'a aittir ve bütün yollar Allah'a varmaktadır.
43. Görmüyor musun, bulutları sürükleyen, sonra onları birbiri üzerine yığan ve derken senin onların bağrından boşaldığını gördüğün yağmuru yağdıran Allah'tır.Ve gökten doluyla yüklü [bulut] dağları indiriveren ve onların şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırır[ken] dilediği kimseyi doluya uğratan, dilediği kimseden de onu uzak tutan Allah'tır!
44. Geceyle gündüze yer değiştiren Allah'tır; ve bunda da görmesini bilenler için, şüphesiz, (çıkarılacak) bir ders vardır!
45. Ve bütün canlıları sudan yaratan Allah'tır; (63) öyle ki, kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı, kimi de dört ayağı üzerinde yürür.Allah dilediğini yaratır; çünkü O, gerçekten de her şeye kâdirdir.

63 - Bkz. 21:30 hk. 39. not. Dâbbe kendiliğinden hareket edebilen canlı ve bedenî/cismanî her türlü varlık için ve dolayısıyla hem hayvanlar hem de insanlar için kullanılan bir tabirdir.

46. GERÇEK ŞU Kİ, Biz gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan mesajlar indirdik; fakat, yine de Allah [doğru yola gerçekten ulaştırılmak] isteyen kimseyi doğru yola eriştirir. (64)

64 - Yahut: "Allah dilediği kimseyi doğru yola yöneltir". Önceki ayetlerde Allah'ın düzenli, uyumlu yaratma eyleminin tabiattaki delillerine ısrarla dikkat çekilip, "gözleri olan herkesin" bu aşikar delillere bakarak doğru yolu görmeye çağırıldığı da gözönünde tutulursa bizim çeviride benimsediğimiz anlamın daha tercihe şayan olduğu söylenebilir.

47. Çünkü, [niceleri] "Allah'a ve Rasûl'e inandık, itaat ettik!" derler de, sonra onlardan bir kısmı, bu [sözlerine] rağmen, (doğru yoldan) geri dönerler; işte böyleleri hiçbir zaman [gerçek] müminler değillerdir.
48. Ve (böyleleri) aralarında [ilahî kitap hüküm versin diye Allah'a ve O'nun Rasûl'üne çağırıldıklarında, (65) onlardan bir kısmı hemen yüz çevirir;

65 - Yani, benimseyecekleri ahlakî değerleri ve dolayısıyla toplumsal davranış tarzını, bir önceki "Allah ve Rasûlü" ifadesiyle îma edilen ilahî mesaj tayin etsin diye.

49. ama (bu yüz çevirenler) bir de hüküm kendilerinden yana gözükmeye görsün, hemen boyun eğerek kabul ederler! (66)

66 - Lafzen, "eğer hak kendilerinden yana olacak olursa, hemen kendi istekleriyle ona gelirler": karş. 4:60-61 ve ilgili notlar, özellikle 80.

50. Bunların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa [bunun ilahî mesaj olduğundan] şüphe mi ediyorlar? Yahut Allah'ın ve Elçisi'nin kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? (67) Hayır, [kendilerine] haksızlık yapan onların (yine) kendileridir!

67 - Yani onları, "meşru" gördükleri birtakım özgürlüklerden, birtakım zevklerden ya da "çağa uygun eğilimlerinden" alıkoyacağından mı korkuyorlar. Geçen 47-48 ve aşağıda 51. ayette olduğu gibi, "Allah ve Rasûlü" ifadesi burada da Rasûl'e vahyedilen ilahî mesajla eş anlamlıdır.

51. Aralarında [ilahî kitap] hüküm versin diye Allah'a ve O'nun Elçisi'ne çağırıldıkları zaman müminlerin söyleyeceği tek söz: "İşittik ve itaat ettik!" sözü olmalıdır; (68) kurtuluşa, esenliğe ulaşan kimseler de işte böyleleridir:

68 - Lafzen, "Müminlerin (söyleyeceği) tek söz ... demeleridir" -yani, herhangi bir art niyet taşımaksızın; kavl terimi burada, 47. ayette bahsi geçen sözlü ikrarın ötesinde gerçek ve yürekten "katılma"yı ifade etmektedir.

52. Çünkü, Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne itaat edenler, Allah'tan korkup O'na karşı sorumluluk duyanlar; işte bunlardır, [nihaî] zafere erişecek olanlar!
53. [İki yüzlü kimselere gelince,] böyleleri, kendilerine emredersen, [savaş için] mutlaka çıkacaklarına [ve kendilerini bu işe adayacaklarına] var gücüyle yemin ederler. (69) De ki: "Yemin etmeyin! [Sizden bütün istenen, Allah'ın mesajına] güzelce boyun eğmektir. (70) Şüphesiz, Allah yaptıklarınızdan bütünüyle haberdardır!"

69 - İkiyüzlü/münafık kimselerin, günlük hayatta Kur'an mesajına uygun bir hayat yaşamaya yanaşmadıkları halde, zaman zaman gösteriş için takındıkları geçici, aldatıcı heveskar tavırlarına, "kendini adama" vaadlerine işaret eden bir ifade.

70 - Bu vecîz, özlü ifade, Allah'ın insana gücünün üstünde yük yüklemeyeceği yolundaki, Kur'an'da sıkça tekrarlanan ilkeye işaret etmektedir.

54. De ki: "Allah'a itaat edin ve Rasûl'e itaat edin".Ve eğer [Rasûl'den] yüz çevirirseniz [bilin ki] o yalnız kendi yükümlülüklerinden sorumlu tutulacak, siz de yalnız kendi yükümlülüklerinizden sorumlu tutulacaksınız; ama eğer o'na itaat ederseniz doğru yola erişirsiniz. Ayrıca, Rasûl'e düşen yalnızca [kendisine indirilen mesajı] açıkça duyurmaktır.
55. Allah, imana erişip dürüst ve erdemli davranışlarda bulunanlara, tıpkı kendilerinden önce gelip geçen [bazı toplumları] egemen kıldığı gibi, onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına; (71) onları üzerinde görmekten hoşnut olduğu dini onlar için kuvvetle kökleştireceğine (72) ve çektikleri korkulardan, kaygılardan sonra onları mutlaka güvenli bir duruma kavuşturacağına (73) dair söz vermiştir; çünkü (böyleleri yalnız) Bana kulluk eder, Benden başkasına tanrısal güçler ve nitelikler yakıştırmazlar. (74)Artık [bütün] bu [açıklamalardan] sonra da hakkı inkar yolunu seçenler, günaha gömülüp gitmiş olanların tâ kendileridir!

71 - Lafzen, "onları yeryüzünde işbaşına getireceğine" -yani, onların güç ve emniyet kazanmalarını sağlayıp böylece dünyevî ihtiyaçlarını karşılayabilir duruma getireceğine. Allah'ın müminlere olan "vaad"ine ilişkin bu atıf, ahlakî keyfiyetlerine bağlı olarak toplumların yükselmesinde ya da çöküşünde âmil olan, Allah'ın koyduğu değişmez tabiat kanunlarıyla ilgili belirgin bir îma taşımaktadır.

72 - Karş. 5:3 -"Bana teslimiyeti (el-islâm) sizin dininiz olarak belirledim" -dinin "kuvvetle kökleştirilmesi" (temkîn) hem müminlerin imanının güçlendirilmesiyle, hem de İslam'ın manevî/ahlakî nüfûzunun genişlemesiyle ilgilidir.

73 - Lafzen, "korkularından [ya da "girdikleri tehlikelerden"] sonra onlar için (bunun yerine) güven ve emniyeti koyacağına". Belirtmek gerekir ki, emn terimi sadece haricî ve maddî emniyet değil, fakat kelimenin aslı itibariyle daha çok "korkudan sıyrılıp, kurtulma"yı ifade eder (Tâcu'l-‘Arûs). Dolayısıyla, yukarıdaki cümle sadece o ilk zayıflık ve tehlike döneminden sonra (ki, tarihin bize söylediğine göre, her gerçek dinî hareketin gelişim sürecinde böyle bir başlangıç dönemi mutlaka yaşanmıştır) toplumsal bir emniyet dönemine ulaşılacağına dair bir vaad değil, fakat aynı zamanda bireyin ulaşacağı içsel bir güven duygusuyla -gerçek bir mümini karakterize eden, Bilinemeyen'e ilişkin her türlü korkudan kurtulmuş olma haliyle- ilgili, bireye yönelik bir vaad de ifade etmektedir. (Bkz. bundan sonraki not.)

74 - Yani, inanan kişinin korkularından kurtulması, duygu ve zihin planında, Allah'tan başka kimseye, kaderine ya da hayatına hükmedici olarak tanrısal nitelikler yakıştırmaktan kaçınmasının dolaysız bir sonucudur.

56. Öyleyse, [ey inananlar,] salâtta devamlı ve duyarlı olun; arınmak için verilmesi gerekeni verin (75) ve Rasûl'e itaat edin ki esirgenip korunasınız.

75 - "Arınmak için verilmesi gereken"den (zekât) bu anlam örgüsü içinde özellikle bahsedilmesi, gerçek imanın ayrılmaz bir parçası olarak diğergâmlık unsuruna dikkat çekmek içindir. Zemahşerî'ye göre yukarıdaki ayet 54. ayetle bağlantılıdır ve onun sonucudur.

57. [Ve] hakkı inkara şartlanmış olan kimseler de [hak ettikleri cezayı] bu dünyada [bulmasalar bile, nihaî yargıdan] kaçabileceklerini zannetmesinler: (76) Çünkü onların [öte dünyada] varacakları yer ateştir; gerçekten de, varılacak ne kötü bir sondur bu!

76 - Yukarıdaki cümle ve bizim ilave ettiğimiz kısım hk. bir açıklama için bkz. 11:20' deki benzer bir cümle üzerine 39. notumuz.

58. SİZ EY imana erişenler! (77) Meşru şekilde sahip olduğunuz kimseler, (78) içinizden henüz ergenlik çağına varmamış olanlar, (79) günün şu üç vaktinde, sabah namazından önce, gün ortasında soyunup dinlenmeye çekildiğiniz zaman ve yatsı namazından sonra (80) yanınıza girmeden önce sizden izin istesinler; bu üç vakit mahremiyetinizin korunmasız olabileceği vakitlerdir. (81) Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmanızda sizin için de, onlar için de bir sakınca yoktur.Allah mesajlarını size işte böyle açıklamaktadır: Çünkü Allah doğru hüküm ve hikmetle buyuran mutlak ve sınırsız bilgi Sahibidir!

77 - İnsan hayatının toplumsal ve bireysel -aynı zamanda maddî ve manevî- yanlarının ayrılmaz bir bütün teşkil ettiği ve dolayısıyla bunların birbirinden bağımsız olarak ele alınamayacağı yolundaki Kur'ânî ilkenin bir uzantısı olarak söylem, yeniden, surenin baş kısımlarında vaz‘edilen ve toplumsal davranışlara çeki düzen veren bazı kuralların mütalaasına dönmektedir. Bu pasajda, 27-29. ayetlerde temas edilen bireysel ve kişisel mahremiyet teması ele alıp işlenmektedir.

78 - Lafzen, "sağ ellerinizin malik olduğu kimseler" -ilk ağızda ve genel olarak erkek ve dişi köleleri işaret eden bir ifade. Bununla birlikte, Kur'an'da kölelik zaman içinde ortadan kaldırılması gereken tarihî bir vaka olarak görüldüğüne göre (karş. bu surenin 33. ayeti hk. 46 ve 47. notlar; ayrıca, 2:177 hk. 146. not), yukarıdaki ifade, kişinin hukuken sorumlu olduğu yakınlarına, kadın erkek hizmetçilere ilişkin genel bir atıf olarak ele alınabilir. Yine bir başka yoruma göre, mâ meleket eymânukum ifadesi, bu anlam örgüsü içinde, kişinin "nikah yoluyla sorumluluğu altına aldığı kimseleri" de işaret ediyor olabilir (karş. 4:24 ve ilgili 26. not).

79 - Yani, arada kan bağı olsun olmasın bütün çocuklar.

80 - Kur'an'da bir kerecik ve burada geçen zahîr (lafzen, "günün ortası" yahut, bazan "öğlen sıcağı") terimi, yatsı namazından sonraki, sabah namazından önceki dinlenme vaktinin mukabili olarak "gündüz vakti" anlamında deyimsel bir ifade olarak kullanılmış olabilir; bunun içindir ki bu terimi biz "gün ortasında" ifadesiyle aktarmayı uygun bulduk.

81 - Lafzen, "sizin için üç örtüsüz/korunmasız [vakit]" (selâse ‘avrâtin). Bu ibare hem lafzî hem de mecazî anlamıyla anlaşılmalıdır. ‘Avret terimi, lafız olarak yetişkinlerin kocalarından ya da zevcelerinden ve hastalık halinde hekimden başkasına, haya ve iffet gereği, göstermemeleri gereken yerleri için kullanılır. Deyimsel ya da mecazî anlamıyla da terim kişinin ruhen ve manen uluorta açığa vurmaması gereken hususiyetlerine işaret için kullanılır. Ayette iki kere kullanılan "üç" sayısı ise, metnin anlam akışı içinde, şüphesiz, kesin ve sayısal bir kıymet bildirmekten çok, kocalar, zevceler ve çocuklar da dahil, ailenin çok yakın üyelerinin bile mahremiyete ya da hususiyete dikkat ve riayet göstermeleri gereken hallerin tabiatındaki tekrara dikkat çekmek içindir.

59. Aranızdaki çocuklar ergenlik çağına girdikleri zaman da, öteki yetişkinlerin yaptığı gibi, (82) [evinize yahut belirtilen vakitlerde odanıza girmek istediklerinde, her defasında] sizden izin istesinler.Allah mesajlarını size işte böyle açıklamaktadır; çünkü O doğru hüküm ve hikmetle buyuran mutlak ve sınırsız bilgi Sahibidir!

82 - Lafzen, "izin istediği gibi": Yukarıda 27-28. ayetlerde vaz‘edilen emirlere ilişkin bir atıf. İbareyi "öteki yetişkinlerin yaptığı gibi" şeklinde aktarmamız Zemahşerî'nin "onlardan öncekiler" tabiri hk. yaptığı açıklamaya dayanmaktadır.

60. VE (83) [BİLİNKİ] artık cinsî arzu duymayacak kadar (84) kocamış kadınların, cazibe ve güzelliklerini açığa vurmak niyeti taşımaksızın [dış] giysilerini çıkarmalarında bir sakınca yoktur. Ama böylelerinin bile sakınmaları kendileri için daha hayırlı olur. Allah, mutlak ve sınırsız bilgi sahibi olarak, her şeyi işitmektedir.

83 - Bu bağlaç, kanaatimizce, başında yer aldığı ayetin daha önce vahyedilen bazı pasajlarla, yani her ikisi de Müslüman kadınların giyim kuşamda gözetmeleri gereken iffet ve tevazu ölçülerine işaret eden yukarıdaki 31. ayetle ve 33. surenin 59. ayetiyle bağlantılı olduğunu belirtmek içindir; ve dolayısıyla bu pasaj, surenin bu kısmında ayrı bir "bölüm" olarak ele alınmalıdır.

84 - Lafzen, "cinsî birleşmeye arzu [ya da "umudu"] kalmamış olanlar" -nikâh'ın anlamı, bu anlam örgüsü içinde, açıkçası budur. Bu isim ve türemiş olduğu fiil her ne kadar Kur'an'da hemen her zaman "evlilik" ya da "evlenme" anlamında kullanılıyor olsa da, bunun şüpheye yer bırakmayan istisnaları vardır. Sözgelimi sözcüğün yenkihu fiil formunun bu surenin 3. ayetindeki geçiş tarzı bu istisnalardan biridir (bkz. yukarıda ilgili 5. not). Bu istisnalar Cevherî ya da Ezherî (sonraki Lisânu'l-‘Arab'da zikredilmektedir) gibi bazı Arap filologların "Arap konuşma dilinde nikâh'ın anlamı cinsî birleşme (vat')dir" yolundaki görüşlerini doğrulamaktadır.

61. [EY MÜMİNLER, hepiniz birbirinizle kardeşsiniz; (85) bunun içindir ki] kör için [sıhhatli olan kSimselerden yardım kabul etmekte] bir sakınca yoktur; topal için bir sakınca yoktur; hasta için bir sakınca yoktur; sizin için de, [çocuklarınızın] evlerinde, (86) yahut babalarınızın evlerinde, yahut analarınızın evlerinde, yahut karındaşlarınızın evlerinde, yahut bacılarınızın evlerinde, yahut amcalarınızın evlerinde, yahut halalarınızın evlerinde, yahut dayılarınızın evlerinde, yahut teyzelerinizin evlerinde yahut anahtarı size emanet edilmiş olan (87) [evlerde], yahut bir arkadaşınızın [evinde] yiyip içmenizde bir sakınca yoktur. Bir arada yahut ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Ama bu evlerden [herhangi birine] her girdiğinizde Allah katından bolluk, bereket ve esenlik dileyerek birbirinize mutlaka selâm verin.Allah mesajlarını size işte böyle açıklıyor ki, belki aklınızı kullanmayı [öğrenirsiniz].

85 - Bu 61. ayetin tamamı öylesine yüksek bir îcâz (özlü söyleyiş) örneği ortaya koymaktadır ki, bu ayetin anlamı konusunda görüş farklılıkları hep süregelmiştir. Bununla birlikte, ilk müfessirlerce ileri sürülen açıklamaların tamamı gözönüne alındığında, görülecektir ki, bunların hepsinin ortak paydası, yukarıdaki pasajda güdülen en temel amacın, karşılıklı güven, esirgeme ve dayanışmada ve dolayısıyla ilişkilerde lüzumsuz ve yaramaz teşrifattan kaçınma tavrında kendini gösteren mümince kardeşliğe dikkat çekmek olduğu görüşüdür.

86 - Hemen bütün müfessirlerin ortak görüşüne göre, "evleriniz" ifadesi, bu anlam akışı içinde, "çocukların evleri" anlamına gelmektedir; çünkü, kişiye ait olan her şey, manen, ebeveynine de ait sayılmalıdır.

87 - Yani, "sorumlu olduğunuz".

62. [GERÇEK] MÜMİNLER öyle kimselerdir ki Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne yürekten inanırlar ve o'nunla bütün cemaati ilgilendiren bir mesele (88) için bir araya geldiklerinde [hangi karara varılacak olursa olsun] o'nun iznini almadıkça (89) ayrılmazlar.Gerçekten de, senden izin al[madıkça karara bağlanan eylemden geri durmay]anlar, işte Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne [yürekten] inananlar böyleleridir!Bunun içindir ki, onlar kendi bazı özel işleri için senden izin istedikleri zaman, uygun gördüğün kimselere bu izni ver; (90) ve Allah'tan onlar için bağışlanma dile; çünkü Allah, şüphesiz, çok acıyan esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır! (91)

88 - Lafzen, "bir toplum [ya da "kamu"] meselesi (emr-i câmi‘). "Onunla" şeklindeki kişi zamiri Rasûl'le ve dolayısıyla, Kur'an'a ve Hz. Peygamber'in bıraktığı örneğe göre davranan Müslüman cemaatin meşru lideriyle (imâm) alakalıdır.

89 - Yani, cemaatin çoğunluğu tarafından karara bağlanmış ya da benimsenmiş olan bir eylem yahut politikaya (‘ammâ icteme‘û lehû mine'l-emr: Taberî) katılmamak konusunda makul sebepler göstererek Rasûl'den izin almadıkça. Kur'an'ın koyduğu bu ilkede, mantıkî bir netice olarak, amme menfaatine mutlak riayet ve sadakat şartıyla cemaat yahut devlet politikasının belli bazı noktalarında farklı görüşlere imkan veren bir çeşit "iyi niyetli muhalefet" kavramını/anlayışını bulmaktayız. (Ayrıca bkz. 91. not.)

90 - Yani, ilgili kişinin ya da kişilerin ileri sürdüğü sebepleri toplumun bütünlüğünün yararını gözönünde bulundurarak değerlendirdikten sonra.

91 - "Allah'ın bağışlayıcı" olduğu ifadesi, açıktır ki, karara bağlanmış olan bir eyleme ya da politikaya katılmamak yolunda "izin istemekten" kaçınmanın, yani görüşüne güvenilir yetkililerin tercihine katılmanın her hâlükârda, manen daha tercihe şayan olduğuna işaret eder (Zemahşerî).

63. RASÛL'ÜN size yaptığı çağrıyı birbirinize yaptığınız çağrı[lar]la bir tutmayın sakın; (92) gerçek şu ki, Allah, hissettirmeden aranızdan sıyrılmak isteyenleri biliyor; öyleyse, O'nun buyruğuna karşı gelmek isteyenler, başlarına [bu dünyada] bir belanın, bir güçlüğün ya da [öte dünyada] can yakıcı bir azabın gelmesinden korksunlar!

92 - Yani, o'nun, genel anlamda 46-54. ayetlerde sözü geçen Kur'ânî mesajlara ve 62. ayette temas edilen, belli bir amme meselesine ilişkin olarak yaptığı çağrı, sizin şu ya da bu meselede ileri sürdüğünüz görüşler gibi değildir. Bir başka deyişle, bu anlam örgüsü içinde, "Rasûl'ün çağrısı" Kur'an'ın kendisiyle eşdeğer olabilir.

64. Unutmayın, göklerde ve yerde var olan her şey Allah'a aittir; (ve dolayısıyla) sizin içinde bulunduğunuz durumu ve güttüğünüz amacı çok iyi bilmektedir O! (93) Ve [yaşayan herkes] bir gün O'na geri dönecek; ve o zaman O, [hayattayken] yapıp-ettikleri her şeyi kendilerine haber verecek; çünkü, Allah her şeyi bütün gerçeğiyle bilir.

93 - Lafzen, "O sizin ne üzerinde olduğunuzu bilir": yani, "neye inandığınızı ve tavır ve davranışlarınıza hangi ahlakî ilkelerin yön verdiğini bilir".

KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: