TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ ) |
9 - Tevbe |
|
1. | ALLAH'TAN Ve O'nun Elçisi'nden, kendileriyle andlaşma yapmış bulunduğunuz, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran kimselere bir berâet, bir yükümsüzlük bildirisidir bu. (1) 1 - Zımnen, "ki bu andlaşmayı onlar (o inkarcılar) bile bile ihlal etmiş bulunuyorlar" (Taberî, Beğavî, Zemahşerî, Râzî); keza bkz. müminlere karşı andlaşmalarına sadık kalan kafirlerden söz eden 4. ayet. Yukarıdaki bölüm önceki surenin (Enfâl) 56-58. ayetleriyle bağlantılıdır. Berâeh ismi (ki, "[bir şeyden] sıyrıldı, serbest kaldı" yahut "[bir şeyde] dahli olmaktan/[bir şeye] katılmaktan vazgeçti" anlamına gelen berie fiilinden türemiştir) ilgili kişi ya da kişilere karşı gözetilen, ahlakî ya da andlaşmalarla belirlenmiş bağ ya da yükümlülüklerden muaf olunduğunun, yahut onlardan sıyrılmış bulunduğunun bildirilmesi, duyurulması anlamını ifade eder (bkz. Lane I, 178). |
2. | [Duyur onlara:] "Yeryüzünde dört ay daha [serbestçe] dolaşın, (2) fakat bilin ki, asla Allah'ın gözetiminden kaçamazsınız; ve (yine bilin ki,) Allah hakkı tanımaya yanaşmayan kimseleri, er geç utanç içinde bırakacaktır.
2 - Kendileriyle inananlar arasındaki andlaşmaları kuvvete başvurarak ihlal eden müşriklere ("Allah'tan başka şeylere/varlıklara ilahlık yakıştıran kimselere") hitab eden bu sözler, andlaşmanın öngördüğü bütün yükümlülüklerin inananlar lehine geçersiz kılındığını, kaldırıldığını ifade ediyor. Bu duyuruyla açık ve fiilî düşmanlık halinin ilişkilere doğrudan yansımaya başlayacağı güne kadar geçecek dört aylık süre, 8:58'de, müşrik düşman tarafının andlaşmayı ihlal edici davranışlarına dikkat çekilerek verilen "sen de, buna bir karşılık olarak, onlarla yaptığın andlaşmayı boz" emrinin tafsili kabilindendir (keza bkz. 8. sure, 58. ayet, 62. not). |
3. | Ve yine Allah'tan ve O'nun Elçisi'nden bu Büyük Hac günü (3) bütün insanlığa [yapılmış] bir duyurudur şu: "Allah'ın Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıranlarla hiçbir bağlantısı yoktur; O'nun Elçisi'nin de (öyle). Hal böyleyken artık tevbe ederseniz, kendi iyiliğinize olacaktır bu; yok eğer (bu fırsatı da) teperseniz, o zaman, bilin ki, Allah'ın gözetiminden asla kurtulamayacaksınız!" Ve (bütün bunlardan sonra) sen [ey Peygamber], hakkı inkara şartlanmış olan o kimselere çok çetin bir azabı müjdele.
3 - "Büyük Hac günü"nden hangi haccın kasdedildiği konusunda müfessirler arasında görüş birliği yoktur. Müfessirlerin çoğu bunun, Hz. Peygamber'in bizzat katılmadığı ve Hz. Ebû Bekir'i Hac Emîri olarak tayin ettiği H. 9. yılda yapılan hac olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa Kur'an'da bu özel haccın "Büyük Hac" olarak nitelendirilmesi bu görüşü ihtimal olmaktan çıkarmaktadır. Öte yandan, bu konuda Abdullah b. Ömer'e dayanılarak rivayet edilen bir Hadis'e göre Hz. Peygamber, H. 10. yılda bizzat imamet ettiği, tarihe Veda Haccı diye geçmiş bulunan son haccı tam da bu sözcüklerle yani "Büyük Hac" olarak anmıştır (Zemahşerî, Râzî). Bu Hadis de gözönünde bulundurulduğunda, ayette sözü geçen haccın, bu Vedâ Haccı olduğuna rahatlıkla hükmedilebilir. Eğer bu son görüş doğruysa, bundan, surenin 3 ve 4. ayetlerinin de Veda Haccı sırasında, yani Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre önce vahyedildiği sonucu çıkarılabilir. Bu, ayrıca, güvenilir bir rivayet üslubu içinde Hz. Peygamber'in Sahâbesi'nden el-Berâ'ya isnad edilen -ve başka türlü şaşırtıcı olacak olan- "Tevbe suresinin Hz. Peygamber'e vahyedilen son sure" olduğu yolundaki ifadenin de anlaşılabilir olmasını sağlıyor; çünkü, her ne kadar surenin bir bütün olarak H. 9. yıl içinde vahyedilmiş olduğu ve Kur'an'ın Mâide gibi muhtelif başka surelerinin onu izlediği, herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde biliniyor olsa da, mümkündür ki, el-Berâ' bu ifadeyi kullanırken (Buhârî, Kitabu't-Tefsîr), sadece Tevbe suresinin, muhtemelen Vedâ Haccı sırasında vahyedilen bu iki anahtar-ayetini (3 ve 4. ayeti) kasdediyordu. |
4. | Ancak, kendileriyle sizin [ey inananlar] bir andlaşma yapmış bulunduğunuz Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıranlar arasından size karşı yükümlülüklerinde bundan böyle bir kusur işlemeyen ve size karşı kimseye arka çıkmayan kimseler bu söylenenlerin dışındadırlar; (4) öyleyse onlarla olan andlaşmanıza, üzerinde anlaştığınız süre doluncaya kadar (5) riayet edin. (Ve bilin ki) Allah, yalnızca, kendisine karşı sorumluluk bilinci içinde olanları sever.
4 - Yani, inananlarla yaptıkları andlaşmaların, 2. notta açıklanan, iptali keyfiyetinden bağışıktırlar. 5 - Lafzen, "süreleri doluncaya kadar". |
5. | Ve (bu ölçülere uyarak geçirilen) haram aylar sona erince (6) artık nerede kıstırırsanız (7) öldürün müşrikleri; tutsak edin; çevirip kuşatın; gözetlenebilecek her yerde bekleyip gözetleyin onları. (8) Ama eğer dönüp tevbe ederler, salâta katılırlar ve arındırıcı yükümlülüklerini yerine getirirlerse, artık bırakın yollarına gitsinler: Çünkü, her halükarda Allah çok acıyıp-esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır. (9)
6 - Arabistan'da yaygın İslam öncesi bir örfe göre, Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce ayları, kabileler arası saldırmazlık ya da mütareke anlamında "haram" aylar olarak kabul edilirdi. Kur'an, bu mütareke dönemlerini korumak ve çoğu zaman birbiriyle kavgalı olan kabileler arasında barışı yerleştirip geliştirmek amacıyla bu eski örfü ilga etmemiş, tersine destekleyip güçlendirmiştir. Yine bu konuda bkz. 2:194 ve 217. 7 - Önceki iki ayet ve keza 2:190-194 birlikte okunursa görülecektir ki, yukarıdaki ayette, andlaşmadan doğan yükümlülüklerini yerine getirmeyen saldırgan bir toplulukla, zaten içine girilmiş bulunulan bir savaş hali sözkonusudur. 8 - Yani, "savaş durumunda yapılması gerekli ve yararlı ne varsa, her şeyi yapın". Mersad, "düşmanın görülebileceği, hareketlerinin gözetlenebileceği yer" demektir (Menâr X, 199). 9 - Daha önce de pek çok yerde işaret ettiğimiz gibi, Kur'an'ın her ayeti, Kur'an'ın bütünü gözönünde bulundurulup bütünlük içinde değerlendirilmeye çalışılarak okunmalı, anlamlandırılmalı ya da yorumlanmalıdır. Yukarıda, inananların savaş içinde bulundukları müşrikler arasında vaki olması mümkün ihtida olayından söz eden ayet de Kur'an'ın temel ilkeler örgüsü içinde değerlendirilmelidir. Bunlardan biri de "Dinde zorlama yoktur" (2:256) ilkesidir. Bu ilke, inananların zora başvurarak insanların dinlerini değiştirmeye girişmelerinin kesin bir biçimde yasak olduğunu ortaya koymaktadır ki, bu da Müslümanların, baş eğdirdikleri bir düşmandan kurtulma şartı olarak İslam'ı benimsemesini istemeleri ya da beklemeleri ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Bunun gibi, yine Kur'an: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz (de) savaşın; fakat aşırı gitmeyin, çünkü muhakkak ki Allah aşırı gidenleri sevmez". (2:190); ve "Eğer sizi kendi halinize bırakmazlar, size barış teklif etmez ve ellerini çekmezlerse, o zaman onları yakalayın, ele geçirdiğiniz zaman öldürün: İşte böylelerine karşı size [savaşmanız için] apaçık yetki verdik" (4:91) şeklinde ölçüler koymaktadır. Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, savaşa ancak savunma amacıyla izin vardır (bkz. 2. sure, 167 ve 168. notlar); bunu pekiştiren bir ifade de: "Eğer vazgeçerlerse -(o zaman) Allah çok- bağışlayıcı, çok-merhamet edicidir" (2:192) kaydıdır. Aynı anlamda: "Eğer vazgeçerlerse, o zaman husumet bütünüyle son bulacaktır" (2:193) tekidi de vardır. Öte yandan, düşmanın "Eğer tevbe eder, salâta katılır [lafzen, "namazı kılar"] ve arındırıcı yükümlülüklerini (zekât) yerine getirirlerse" sözleriyle ifade edilen İslam'a dönüşü, onlar için "düşmanlığı bırakma"nın yollarından, nereden bakılırsa bakılsın, sadece biridir ve dolayısıyla, bu surenin 5 ve 11. ayetlerinde bu konuya yapılan atıf, İslamiyet'in bazı kasıtlı tenkitçilerinin ileri sürdüğü gibi, kesinlikle, "ya ihtidâ ya ölüm" gibi bıçak sırtı bir seçimi îma etmemektedir. Nitekim, 4 ve 6. ayetler, inananların, bu tür inkarcılara karşı benimseyecekleri, onlar düşmanları değilmiş gibi davranmalarını öngören tutum hakkında ilave bir açıklama getirmektedir. (Bu konuda ayrıca bkz. 60:8-9.) |
6. | Ve Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıranlardan biri senin korumana başvurursa, (10) onu koruma altına al, olur ki [senden] Allah'ın sözünü işitip anla[yabili]r; ve sonra onu, kendini güvenlik içinde hissedebileceği bir yere ulaştır; (11) bu (davranışın), onların [belki de yalnızca] [hakkı] bilmedikleri için [günah işleyen] kimselerden olmaları ihtimalinden dolayıdır. 10 - Lafzen, "senin yakınlığını/komşuluğunu ararsa". Kişinin komşusuna kol kanat açıp bütün gücünü ve imkanlarını seferber ederek korumasını öngören (İslam'ın da kuvvetle pekiştirdiği) eski Arap göreneğine dayanan bir himaye talebini ifade eden mecazî bir ifade. 11 - Lafzen, "emniyet bulacağı yere" -yani, "bırak, yurduna yuvasına kavuşsun" (Râzî). Bu ifade, bu durumda olan kişinin Kur'an mesajını benimseyip benimsememekte serbest olduğunu îma eder gibidir: Kur'an'ın "Dinde zorlama yoktur" (2:256) ilkesinin bir teyidi daha. |
7. | SİZİN [ey inananlar] Mescid-i Harâm'ın yakınında kendileriyle bir andlaşma yapmış olduğunuz kimselerin dışında, Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıranların Allah ve O'nun Elçisi'yle bir andlaşma sağlamaları (12) nasıl mümkün olabilir ki? (13) [Sizin andlaşma yaptıklarınıza gelince,] onlar size karşı dürüst kaldıkları sürece siz de onlara karşı dürüst olun: çünkü, (unutmayın), Allah, yalnızca, kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyanları sever.
12 - Lafzen, "Allah ve O'nun Elçisi'nin huzurunda [ya da Allah ve O'nun Elçisi'nin tanık olduğu] bir andlaşma sağlaması..." yani, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanan kimselerce himaye edilmesi. Burada Allah Elçisi'ne yapılan özel atıf, o'nun Allah adına konuşuyor, Allah adına hareket ediyor olması olgusunu vurgulama amacıyladır. 13 - Karş. yukarıda 4. ayet. Sözü geçen "andlaşma", H. 6. yılda, Mekke yakınlarında Hudeybiye'de Hz. Peygamber'le müşrik Kureyşliler arasında aktedilen ve kendilerine açıkça düşmanlık göstermeyen inkarcılara karşı gerçek müminlerden beklenen itidal ve hoşgörü için model teşkil eden (ve bir model olarak da kalması istenen) saldırmazlık andlaşmasıdır. |
8. | [Başka] nasıl [olabilirdi ki?] (14) Eğer [düşmanlarınız] size üstün gelselerdi [size karşı] ne bir sorumluluk ne de bir koruma yükümlülüğü (15) taşıyacaklardı. Onlar size dilleriyle yaranmaya çalışıyorlar, ama kalpleriyle kötülüğünüzü istiyorlar; zaten onların çoğu fasık kimselerdir. 14 - Bu ifade, önceki ayetin başlangıç cümlesiyle bağlantılıdır ve müşrikler (Allah'tan başkasına tanrılık yakıştıranlar) arasındaki saldırgan kliğe işaret etmektedir. 15 - İll terimi, bir sözleşmeden ya da kan bağından doğan ve her iki tarafı birbirini koruma yükümlülüğü altına sokan bir bağlanmayı, bir sorumluluk/yükümlülük bağını ifade ediyor (karş. Lane I, 75); koruma yükümlülüğü, sözcük olarak "koruma andlaşması" anlamına gelen zimmet sözcüğüyle de ifade edilmektedir. |
9. | Basit bir kazanç uğruna Allah'ın ayetlerini gözden çıkarıyor ve böylece O'nun yolundan dönü dönüveriyorlar: bakın, ne çirkin bütün bu yapageldikleri, |
10. | inanan kimseye karşı bu hiçbir sorumluluk, hiçbir koruma yükümlülüğü tanımayarak (işleyip durdukları): doğru yoldan çıkıp çizgiyi aşanlar (16) işte böyleleridir.
16 - Yahut: "mütecaviz olanlar/saldırganlar". Ayetin anlam akışı içinde bu iki ifade birbirinin anlamdaşı durumundadır. |
11. | Ama yine de tevbe eder, salâta katılırlar ve arınma için gerekli yükümlülükleri yerine getirirlerse onlar da artık din kardeşleriniz sayılırlar: (17) Bakın, işte böyle açık açık ve ayrıntılı olarak dile getiriyoruz, bilmek öğrenmek isteyen bir topluluk için, ayetlerimizi!
17 - Bkz. yukarıda 9. not. |
12. | Fakat eğer bir andlaşma yaptıktan sonra andlarını bozar (18) da dininizi karalamaya kalkarlarsa, o zaman, [kendi] andlarına saygısı olmayan bu sadakatsizlik timsali (19) kimselerle savaşın, ki (o zaman) belki [azgınlıklarından] vazgeçerler.
18 - Lafzen, "eğer andlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlarsa". Bu ifade, açıktır ki, kendi inançlarından dönmeksizin Müslümanlarla dostluk andlaşmaları yapmış bulunan gayrimüslimlerden söz ediyor. Bunların sonradan "andlarını bozmaları" ifadesi ise, Kureyşli müşriklerin Hudeybiye musalahasını ihlal etmelerini dile getiriyor ki, bu H. 8. yılda Mekke'nin Müslümanlar tarafından fethine yol açmıştır. 19 - İmâm sözcüğü (çoğulu eimme) sadece "lider/önder" anlamına değil, aynı zamanda ve belki de öncelikle "bağlılarınca özenilen, örnek alınan kişi" anlamına geliyor (Tâcu'l-Arûs); dolayısıyla, "model", "örnek" ya da "timsâl" sözcükleriyle karşılanabilir. Daha çok "Hakkı inkar [ya da hakkı tanımayı/kabul etmeyi reddetme]" anlamına gelen küfr terimi burada özellikle resmî ve alenî bir andlaşmayı, bağlantıyı bilerek ihlal etmek makamında kullanıldığı için "sadakatsizlik" sözcüğüyle aktarıldı. |
13. | Andlarını bozan, Elçi'yi sürüp çıkarmak için yapmadıklarını komayan (20) ve saldıranların ilki olmayı da size bırakmayan bir topluluğa karşı savaşmaktan geri mi duracaksınız? Onlardan çekiniyor musunuz yoksa? Yoo, asıl çekinmeniz gereken Allah'tır, (21) eğer [gerçekten] inanan kimseler iseniz!
20 - Yani, o'nun ve ashâbının Mekke'den Medine'ye göç (hicret) etmelerine yol açmak suretiyle. 21 - Lafzen, "Allah, Kendisinden korkmanıza daha layıktır (ehakk)". |
14. | Savaşın onlarla! Allah sizin elinizle cezalandıracak onları; hor ve hakir kılacak; sizi de onlara karşı yardımıyla destekleyecek; ve inananların içlerini ferahlatıp |
15. | kalplerindeki öfkeyi yatıştıracak. Ve Allah dilediğine merhametle yönelir ve bağışlar; (22) çünkü Allah doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir.
22 - Bu ifade, Müslümanların savaş halinde oldukları inkarcılarla ilgilidir: çünkü Allah dilerse, onların kalplerinde bir değişme yaratıp hakkı tanıyıp benimsemelerini sağlayabilir (Beğavî ve Zemahşerî; keza bkz. Menâr X, 236). |
16. | [Ey İnananlar!] Allah, aranızdan, Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve O'na inananlardan başka kimseden yardım gözlemeden (23) [O'nun yolunda] her türlü çabayı gösterenleri ortaya çıkarmadan, (24) kendi halinize bırakılacağınızı mı (25) sanıyorsunuz? Oysa, Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
23 - Lafzen, "Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve inananlardan başka kimseyi yakın dost/yardımcı (velîceten) tutmaksızın". 24 - Lafzen, "Allah daha sizden kimlerin cihad ettiğini/çaba gösterdiğini ortaya çıkarmamışken". Burada "Allah'ın ortaya çıkarması" ifadesiyle aktarılan ama orijinal metinde "Allah'ın bilmesi" olarak geçen ifade hakkında bir açıklama için bkz. 3:142 ve ilgili not. 25 - Lafzen, "[sizi kendi halinize] bırakacağını mı ..." yani, darlık ve sıkıntılarla denemeden bırakacağını mı sanıyorsunuz? |
17. | HAKKI inkar ettiklerine (tutum ve davranışlarıyla) bizzat kendileri tanıklık edip dururken, Allah'ın mescidlerini ziyaret etmek yahut onarıp gözetmek, Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıran kimselerin üzerine vazife değil. (26) Onlar, yapıp-ettikleri boşa gidecek olan kimselerdir; ateşte yerleşip kalacak olan kimseler! (27)
26 - Geçişli formuyla amera fiili, bir yeri hem ziyaret etmek, hem de idame ettirmek yahut bakıp gözetmek anlamına geliyor; buna dayanarak biz de en yemuru ifadesini "ziyaret etmeleri yahut onarıp gözetmeleri" ifadesiyle aktarmayı daha uygun bulduk. 27 - Müfessirlerden bazıları, bu ayetten, müşriklerin mescidlere (Allah'a düzenli ibadetlerin yapıldığı yerlere) girmesine izin verilmediği sonucunu çıkarmaktadırlar. Oysa, Hz. Peygamber'in, bizzat kendisinin, bu surenin vahyedilmesinden sonra yani H. 9. yıl içinde müşrik Benî Sakîf oymağına mensup bir heyeti Medine'deki Mescid'de kabul etmiş olduğuna bakılırsa, bu görüşün hiçbir şekilde savunulamayacağı söylenebilir (Râzî). Bu itibarla, yukarıdaki ayet, müşriklerin "Allah'ın mescidlerini ziyaret etmelerinin ya da bakıp gözetmelerinin" ancak kendileri açısından ahlakî bir uygunsuzluğa, ikiyüzlülüğe delalet edeceğini ifade etmek içindir. Onların, İslam'ın merkezî mâbedi durumundaki Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan çıkarılmalarına gelince, bu konuda bkz. bu surenin 28. ayeti. |
18. | Allah'ın mescidlerini ziyaret etmek yahut onarıp gözetmek, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, salâtında dosdoğru ve sürekli olan, arınmak için vermekle yükümlü olduğu şeyi veren ve Allah'tan başka kimseden korkup çekinmeyen kimselere vergidir. Ve dolayısıyla, ancak böyleleri doğru yolda yürüyenler arasında olmayı umabilirler! (28)
28 - Lafzen, "olabilir ki, işte bunlar hidayete ulaşan kimseler arasında yer alırlar". Asâ sözcüğü hem (Râzî'nin kaydettiği üzere) Ebû Müslim'e hem de büyük nahivci Sîbeveyh'e (Menâr X, 253) göre çoğu zaman "olabilir ki/ola ki/olur ki" anlamlarına gelmekle birlikte, burada, yukarıda kendilerinden söz edilen müminlerin akılda tutabilecekleri ya da tutmaları istenen umudu dile getirmektedir. |
19. | [Bir tek] hacılara su vermeyi ve Mescid-i Harâm'ı onarıp -gözetmeyi, Allah'a ve ahiret gününe inanıp Allah yolunda elinden gelen her türlü çabayı gösteren biri[nin üstlendiği görevler]le bir mi tutuyorsunuz? Bu [görevler] Allah katında (hiç de) denk değildir. (29) Ve Allah [bile bile] zulmeden topluluğa asla hidayet etmez.
29 - Çoğu müfessir bu ayette, Mekke'nin Müslümanlarca fethinden önce, Kureyşli müşriklerin, Kâbe'nin bakım ve gözetim işini yerine getirdiklerini, hacılara su temin ettiklerini (sikâye) ileri sürerek kendilerini başkalarından üstün görüp övünmelerine ilişkin bir îma görmüştür. Hatta, Kâbe üzerindeki bu görevlerin müşriklerin gözündeki önemini vurgulayıcı yönde Taberî'nin naklettiği bir rivayet de vardır. Buna göre, Bedir savaşında tutsak alınan Hz. Peygamber'in amcası Abbâs, vaktiyle Müslümanlarla beraber Mekke'den Medine'ye göç etmeyişine bir mazeret olarak Kâbe'deki bu kabil görevlerini ileri sürmüştür. Bizce, yine de bu ayetin daha derin bir başka anlamı vardır. Müslim, Ebû Dâvûd, İbni Hibbân ve Taberî'nin kaydettiği sahih bir rivayete göre, Hz. Peygamber'in Sahâbîleri'nden biri Medine Mescidi'nde şöyle bir söz sarfetti: "İslam'ı kabul ettikten sonra, hac vakti hacılara su sağlamaktan daha iyi bir iş göremiyorum!" -bunun üzerine diğer bir sahâbî: "Yoo," dedi, "[bana kalırsa Kâbe'nin bakım ve gözetimi daha üstün"; bunun üzerine, başka bir sahâbî söze katılıp: "Hayır, hayır" dedi, "Allah yolunda cihâd etmek, bu söylenenlerin hepsinden daha üstündür!" Rivayete göre bu konuşmadan kısa bir süre sonra Hz. Peygamber'e Kur'an'ın bu ayeti vahyedildi. Bu rivayetten de açıkça anlaşıldığı gibi, yukarıdaki ayette dile getirilen husus, belli bir önemi haiz olsalar da, haricî tezahürleriyle sadece birtakım biçim ve kalıplara indirgenebilen yapıp-etmelere kıyasla Allah'a inanmanın ve O'nun yolunda cihad edip çaba sarfetmenin daha üstün ve önemli olduğu, kısacası Allah'a karşı gerçek ve yürekten bağlılık ve teslimiyetin törensel eylemlerden önce geldiği hususudur. |
20. | (Ama) inanan, zulüm ve kötülük diyarını terk eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla her türlü çabayı gösteren kimseler(e gelince,) Allah katında en yüksek onur payesi onlarındır; ve onlardır, [sonunda] kazanacak olan! |
21. | Rableri onları kendi katından [doğup gelen] bir rahmetle [kendi] hoşnutluğuyla ve (nihayet) kendilerini kesintisiz bir doyum ve mutluluğun beklediği o hasbahçelerle müjdeliyor. |
22. | İçlerinde ebediyyen yerleşip kalacakları (bahçelerle). Demek ki, katında en büyük ödülü koyan Allah'tır! (30)
30 - Bkz. 2. sure, 203. not; 4. sure, 124. not. |
23. | SİZ EY imana erişenler! Hakkın inkarı eğer gönüllerinde imandan daha çok yer tutuyorsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost ve yakın bilmeyin: çünkü içinizden kimler ki onlarla dostluk kurarsa, (bilin ki), işte onlardır kötülüğü seçen ve işleyen kimseler! (31)
31 - Velâyet ("bağlılık", "dostluk") terimi buradaki anlam akışı içinde, başkalarıyla diğer müminlere karşı kurulan dostluklar, ittifaklar anlamındadır (3:28'de olduğu gibi). (Bu ifadenin, en geniş anlamıyla manevî plandaki çağrışımları hakkında bkz. 4. sure, 154. not). Sözkonusu terimin burada normal insan ilişkileri içinde yer alan "dostluk/arkadaşlık" anlamında kullanılmadığı, kişinin anne-babasına ve akrabalarına karşı iyi ve rahm edici davranmasını öğütleyen pek çok ayetin varlığıyla sabittir. Bu hususu, Müslümanlar cemaatine düşmanca davranmayan gayrimüslimlerle dostça ilişkiler kurmanın caiz ve hatta istenir bir durum olduğunu müminlere hatırlatan 60. surenin 8 ve 9. ayetleri daha açık bir biçimde ortaya koymaktadır. (Bu konuda bkz. benzer bir yorumun yer aldığı Menâr X, 269 vd.) |
24. | De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensup olduğunuz oymak ya da boy, kazanıp (biriktirdiğiniz) mallar, kötüye gitmesinden kaygılandığınız ticaret, hoşlandığınız konutlar size Allah'tan ve O'nun Elçisi'nden ve O'nun yolunda kavga vermekten daha gönül bağlayıcı geliyorsa, bekleyin o zaman Allah iradesini açığa vuruncaya kadar; (32) Ve [bilin ki,] Allah, günaha gömülüp gitmiş bir topluluğa asla hidayet etmez".
32 - Yahut: "buyruğunun yerine gelmesini sağlayıncaya kadar". Bu ifade, Hesap Günü'nü ya da -daha muhtemeldir ki- kısır çıkar kaygılarını ahlakî değerlerin üstünde tutan toplumların kaçınılmaz yozlaşmalarını, çöküşlerini işaret ediyor olabilir. Ve daha önemlisi, bu ayet, soy ve kan bağına, ırk asabiyetine, ırk düşkünlüğüne toplumsal davranışları belirleyen temel öğe olarak bakan görüş ve eğilimleri reddetmekte ve bir müminin -bireysel ve toplumsal- hayatını üzerinde yükselteceği tek sağlam ve meşru temel olarak dünya görüşünü, hayat görüşünü ("Allah ve Rasûlü'ne bağlılık ve Allah yolunda cihad/üstün çaba göstermek" olarak) öne çıkarmaktadır. |
25. | Gerçekten de Allah, [sayıca az olduğunuz zaman] pek çok savaş meydanında size yardım etmişti; ve Huneyn Günü'nde de, o sayıca çokluğunuz sizi kurumlandırdığı ama (tek başına) pek bir işinize yaramadığı o gün de [öyle yapmıştı]; çünkü yeryüzü, bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti de arkanızı dönüp geri çekilmiştiniz: (33)
33 - Huneyn savaşı, Mekke'den Tâif'e giden yollardan biri üzerinde bulunan bir vadide, H. 8. yılda, Mekke'nin Müslümanlarca fethinden kısa bir süre sonra vuku bulmuştur. Bu savaşta Müslümanların hasmı (ki Huneyn vadisi onların arazisinde yer alıyordu) müşrik Hevâzin boyları ve onların müttefiki olan Benî Sakîf oymağıydı. Dine yeni giren pek çok Mekke'liyle takviye edilmiş olan Müslüman ordusu onikibin dolayındayken, savaşa katılan Hevâzin ve Sakîflilerin sayısı bunun üçte biri kadardı. Müslümanlar, anlaşılan, sayıca üstünlüklerine dayanarak kendilerinden fazla emin ve rahat davranıyorlardı. Bu yüzden olacak, Huneyn vadisinin gerisindeki dar geçitlerde düşman gruplarınca kurulan bir pusuya düşürüldüler ve ağır kayıplar vererek düzensiz bir biçimde geri çekilirken bu sefer de bedevîlerin ok yağmuruna tutuldular. Yalnızca Hz. Peygamber ve o'nun ilk bağlılarının (Muhâcir ve Ensâr'ın) gayretleriyledir ki, duruma hakim olundu ve Müslümanların başlangıçta içine girdikleri bozgun havası kesin bir zafere dönüştürüldü. 25 ve 26. ayetler, gerçek yardımın ancak Allah'tan gelebileceğini; değerce "Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve Allah yolunda girişilecek cihadın/üstün çabanın" önüne geçirildiği sürece, sayıca çokluk olmanın, soy ve kan bağının, malın-mülkün hiçbir şeye yaramayacağını belirterek (bkz. bir önceki ayet) zikri geçen bu Huneyn savaşının bir değerlendirmesini ortaya koymaktadır. |
26. | Bunun üzerine, Allah, Elçisi'nin ve inananların içlerine katından bir sükûnet indirmiş, görmediğ
in güçlerle donatmış (34) ve hakkı inkara şartlanan kimseleri azaba uğratmıştı: ki, hakkı inkar edenlerin cezası da böyledir zaten!
34 - Yani, manevî güçlerle. Karş. (Uhud savaşıyla ilgili olarak) 3:124-125 ve ilgili not. Keza, Bedir savaşı hk. bkz. 8:9. Ayette sözü geçen yardımın manevî mahiyeti, "senin görmediğin [ya da göremeyeceğin] güçlerle..." şeklindeki ayetle de işaret edilmektedir. |
27. | Ama bütün bunlara rağmen, (35) Allah dilediğini merhamet edip bağışlayacaktır; çünkü Allah çok acıyan-esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır! (36)
35 - Lafzen, "sonra/bunun ardından". 36 - Müfessirlerin çoğu (Taberî, Beğavî, Zemahşerî, İbni Kesîr vb.) bu ayetin daha çok inanmayanlarla ilgili olduğu ve genel bir mahiyet taşıdığı görüşündedirler. Halbuki Râzî, ayetin, Huneyn savaşının başında hatalı davranan müminlerle ilgili olduğunu söylüyor. Bizce, ilk yorum daha tercihe şayandır. (Bkz. 15. ayetin son cümlesi ve yukarıda 22. not). |
28. | SİZ EY imana erişenler! Bilin ki, Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıranlar düpedüz kirlenmiş kimselerdir; (37) bu yüzden bu yıldan sonra (38) artık Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksul düşmekten kaygı duyuyorsanız, o zaman [bilin ki], Allah, dilerse sizi bolluk ve cömertliğiyle zengin kılacaktır: (39) Çünkü Allah mutlaka doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen sınırsız bilgi sahibidir!
37 - Neces ("kirli, pis, murdar") terimi Kur'an'da bir tek kere ve burada geçmekte ve münhasıran manevî bir yüklem taşımaktadır (bkz. Menâr X, 322 vd.). Bugün doğu ve merkezî Arabistan'da yaşayan ve modern şehir ve kasabalardaki Arapların tersine Arapça deyimleri son derece aslına uygun bir düzeyde dillerinde yaşatan bedevîler ahlaken düşük, sadakatsiz ve güvenilmez kimseleri neces sıfatıyla nitelendirirler. Mescid-i Harâm, hiç kuşkusuz aslen Kâbe'dir, ama bir sonraki cümleden de anlaşılacağı gibi, dolaylı olarak bütün bir Mekke havalisini işaret etmektedir. 38 - Lafzen, "onların bu yıllarından sonra" -yani, bu surenin de vahyedilmiş olduğu Hicret'in 9. yılından sonra. 39 - Bu ifade, inanmayanların Mekke'de yaşamaktan yahut orayı ziyaret etmekten men edilmelerinin, bir ticaret ve iş merkezi olan şehrin bu özelliğini kaybetmesine ve dolayısıyla sakinlerinin yoksullaşmasına, mağdur olmasına sebeb olacağı yolunda bazı Müslümanların (sadece bu ayetin vahyedildiği günlerde değil, başka dönemlerde de) duydukları kaygıya işaret etmektedir. |
29. | [Ve] kendilerine [çok önceden] vahiy bahşedilmiş olduğu halde [gerçek anlamda] Allah'a da, ahiret gününe de inanmayan, (40) Allah ve O'nun Elçisi'nin yasakladığını yasak saymayan, (41) ve böylece [Allah'ın onlar için din olarak seçtiği] hak dini din olarak benimseyip ona uymayan kimselerle (42) savaşın; tâ ki, [savaş yoluyla] baş eğdirilip (43) kendi elleriyle bağışıklık vergisi ödeyinceye kadar.
40 - Lafzen, "kendilerine [önceden] vahiy/kitap verilmiş olup da inanmayanlarla ..." yahut: "kendilerine [önceden] kitap verilen kimseler içinden inanmayanlarla ..." Bizim çeviri ve yorumlarımızda genellikle gözönünde tuttuğumuz üzere, Kur'an'daki bütün ifadelerin, bütün ilke ve öğretilerin karşılıklı olarak birbirini tamamladığı ve dolayısıyla bunların her birinin bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak okunmadıkça doğru olarak anlaşılamayacağı temel ilkesi uyarınca, bu ayetin de, savaşın ancak savunma amacıyla caiz olduğu (bkz. 2:190-194 ve ilgili not) yolundaki açık seçik Kur'ânî ilkenin ışığı altında okunması, değerlendirilmesi gerekir. Başka bir deyişle, yukarıdaki savaş buyruğu ancak, Müslümanlar cemaatine ya da devletine karşı girişilen bir saldırı yahut onun güvenliğini açıkça ve tereddüte yer bırakmayacak biçimde tehlikeye sokan bir tehdidin mevcudiyeti halinde geçerlidir. Büyük Müslüman düşünür Muhammed Abduh da bu görüşe katılarak bu ayeti tefsir ederken şöyle demektedir: "İslam'da savaş ancak hakkı ve ona bağlı olan insanları savunmak gerektiği hallerde farz kılınmıştır... Hz. Peygamber'in bütün seferleri hep savunma niteliğindedir; İslam'ın ilk dönemlerinde Sahâbîlerce girişilen savaşlar için de aynı şey geçerlidir" (Menâr X, 332). 41 - Bizce, yukarıdaki buyruk ya da mesajın anahtar cümlesi budur. "elçi" terimi, şüphe yok ki, burada temsîl edici anlamıyla kullanılmış olup, Yahudi ve Hristiyanların inanç ve öğreti olarak bağlılık iddiasında bulundukları bütün peygamberlere -Yahudiler için özellikle Hz. Musa'ya, Hristiyanlar için de Hz. İsa'ya- ilişkindir (Menâr X, 333 ve 337). Burada kendilerinden söz edilen kimseler önceki cümlede Allah'a ve Ahiret Günü'ne (yani ölümden sonraki hayata ve kişinin, bu dünyada yapıp-ettiklerinden bireysel olarak sorumlu tutulacağına) inanmayı inatla reddetmek gibi ciddî ve temel bir günahla suçlandıktan sonra, devamla, kendi şeriatlarına karşı işledikleri, öncekine nisbetle hafif kalan birtakım amelî günahlarla suçlanmaları ilk bakışta anlaşılmaz gibi geliyor. Öyleyse, burada onlar için yapılan "Allah ve O'nun Elçisi'nin yasakladığını yasak saymıyorlar" şeklindeki suçlamanın, Allah'a inanmamak kadar ağır bir şeyi îma ediyor olması gerekmektedir. Onlara karşı savaş buyruğunun yer aldığı bir söylem, bu anlam örgüsü içinde buradaki "şey", olsa olsa ancak, ortada hiçbir kışkırtıcı sebep olmadığı halde "saldırganlık eğilimi göstermek" olabilir: zaten, Allah'ın mesajını insanlara ulaştırmakla görevli elçilerin hemen hepsinin tebligatları aracılığıyla Allah'ın yasakladığı en ağır, en ciddî suçlardan biri de budur. Şu halde, yukarıdaki ayet, müminler için, Kur'an'a bağlı cemaate karşı saldırganca davranarak benimsemiş göründükleri kendi inançlarını dahî çiğnemekten çekinmeyen kitap ehline karşı, ama kitap ehlinin yalnızca böyle olanlarına karşı yapılmış bir savaş çağrısı olarak anlaşılmalıdır (karş. Menâr X, 338). 42 - Bununla bağlantılı olarak bkz. 5:13-14'deki, Yahudi ve Hristiyanlar hakkında, "... akıllarında tutmaları için kendilerine söylenen şeylerin çoğunu unuttular" şeklindeki ifade. 43 - Zımnen, "İslamî devletin hüküm ve yönetimi altına alınıp ...". Burada "bağışıklık vergisi" sözcükleriyle karşıladığımız cizye terimi Kur'an'da yalnız bir kere geçmektedir ama terimin anlamı ve onunla ifade edilen uygulamanın amacı pek çok sahih Hadisle yeteri kadar açıklanmış bulunmaktadır. Sözkonusu terim bir ideolojik organizasyon olarak İslamî cemaat ya da devlet kavramıyla son derece yakından bağlantılıdır: ve bu nokta, bu verginin gerçek amacı doğru olarak anlaşılmak isteniyorsa, her zaman akılda tutulması gereken bir husustur. İslamî cemaat ya da devlet organizasyonu içinde gücü yeten her Müslüman, dinî özgürlüğünü yahut cemaatin siyasal güvenliğini tehdit eden her tehlikeye karşı, böyle bir tehlikenin fiilen kendini gösterdiği her zaman cihâd için silahlanma yükümlülüğü altındadır; başka bir deyişle gücü yeten her Müslüman zorunlu askerlik (savunma) hizmetiyle yükümlüdür. Bu öncelikle dinî bir yükümlülük olduğuna göre, İslamî dünya görüşünü (İslam ideolojisini) onaylamayan gayrimüslim uyrukların benzer bir yükümlülük altına sokulmaları haklı bir uygulama olmazdı. Ama, beri yandan onların vatandaşlık haklarının, dinsel özgürlüklerinin de bütün kapsamıyla tam bir koruma ve güvenlik altında tutulması gerekmektedir: İşte Müslüman tebaayı, vatandaşlık yükümlülüklerinin bu eşit olmayan dağılımı sebebiyle bir dereceye kadar tazmin edip dengelemek amacıyladır ki gayrimüslim tebaa (ehl-i zimmet, lafzen, "andlaşmalı" [ya da "koruma altındaki"] tebaa", yani güvenlikleri hukuken Müslüman tebaa tarafından sağlanan gayrimüslimler) üzerine özel bir vergi yüklenmiştir. Bu itibarla, cizye, ne eksik ne fazla, askerî hizmetten bağışıklık vergisidir ve İslamî yönetimin bu durumdaki uyruklarıyla akdettiği "koruma sözleşmesinin" (zimmet) hukukî bedeli ya da karşılığıdır. (Terimin kendisi, ceza, yani, "tazminat ya da bedel olarak [bir şey] ödedi" fiilinden türemiştir -karş. Lane II, 422.) Ne Kur'an ne de Hz. Peygamber tarafından bu vergi için kesin bir miktar ya da nisbet belirlenmiş değildir; fakat konuyla alakalı rivayetlerin hemen hepsi, bu verginin, özellikle İslamî bir farîza olduğu için, doğal olarak gayrimüslimlerin değil yalnızca Müslümanların ödemekle yükümlü oldukları zekât ("arınma farîzası") terimiyle ifade edilen vergiden adamakıllı düşük olduğunu açıkça göstermektedir. Şu hususu da sarahaten belirtmek gerekir ki, yalnızca, eğer Müslüman olmuş olsalardı, kendilerinden askerlik hizmeti vermeleri beklenebilecek olan gayrimüslimler, üstelik kolayca ödeyebilecekleri görülen kimseler cizye ödemekle yükümlüdürler. Dolayısıyla, kişisel durum ya da şartları bakımından askerlik hizmetinden hukuken zaten bağışık olan gayrimüslim uyruklar -Hz. Peygamber'in sünnetine, öğreti ve uygulamalarına dayanılarak bilindiği üzere- cizye yükümlülüğünden de bağışıktırlar; bu sınıfa giren gayrimüslimler: (a) Kadınlar, (b) ergenlik yaşına gelmemiş erkekler, (c) yaşlı erkekler, (d) hasta ve sakat erkekler, (e) rahipler, keşişler, ayrıca askerî hizmet için gönüllü olan bütün gayrimüslimler de, doğal olarak cizye yükümlülüğünün dışındadırlar. Bizim yukarıda an yed (lafzen, "ellerinden") terimi için kullandığımız "kendi elleriyle" yani, direnmeden ifadesi, Zemahşerî'nin bu ayet hakkındaki kendi tefsirinde verdiği muhtelif açıklamalardan birine dayanıyor. Reşid Rıza, yed sözcüğünü, "güç" ya da "iktidar" anlamını veren mecazî çağrışımlarıyla ele alarak, an yed tabirini, teorik olarak cizye ödemekle sorumlu kişinin malî gücüne bağlıyor (bkz. Menâr X, 342): bu açıklama, hiç kuşkusuz bu verginin kabul gören tanımıyla da doğrulanmaktadır. |
30. | YAHUDİLER: "Üzeyir Allah'ın oğludur" diyorlar; Hıristiyanlarsa: "İsa Allah'ın oğludur" diyorlar. Bunlar, özleri itibariyle, böylelerinin geçmiş çağlarda hakkı inkar edenlerin uydurduğu asılsız iddialara özenerek dillerine doladıkları söylentilerdir! (44) [işte şu bedduayı hak ediyorlar:] "Allah kahretsin onları!" (45) Zihnen nasıl da saptırılıyorlar! (46)
44 - Bu ifade, vahyedilen önceki mesajların sapkın takipçilerinden söz eden önceki ayetle bağlantılıdır. Şirk (yani, tanrılığı [ya da tanrılık niteliklerini] Allah'tan başkalarına yakıştırma) ithamı, burada, önceki ayetteki "[Allah'ın, kendileri için din olarak vazettiği] hak dini din olarak benimseyip ona uymayanlar" ifadesine açıklık kazandırmak suretiyle, Yahudi ve Hristiyanlara da yöneltiliyor. Üzeyr'in (İbrani dilinde Ezra'nın) Allah'ın oğlu olduğu yolunda Yahudilere isnad edilen inanca gelince, belirtilmesi gerekir ki, hemen bütün klasik müfessirler, bütün Yahudilerin değil, yalnızca Arabistan Yahudilerinin böyle bir hurafeyle suçlanmış oldukları konusunda görüş birliği içindedirler. (Taberî'nin bu ayeti tefsir ederken kaydettiği, İbni Abbâs'tan rivayet edilen bir Hadis'e göre, Medineli bir kısım Yahudi bir keresinde Muhammed (s)'e şöyle demişti: "Sen bizim kıblemizi terk etmişken ve Üzeyir'i Allah'ın oğlu olarak görmezken, biz nasıl uyabiliriz sana?") Öte yandan, Ezra (yani, Arap diliyle Uzeyr) bütün Yahudilerin gönlünde saygı ve itibarca müstesna bir yer tutmakta ve onlar tarafından en tazimkâr, en abartılı vasıflarla anılmaktadır. Yahudilerin inancına göre, Babil sürgünü sırasında kaybolduktan sonra Tevrat'ı yeniden toparlayıp cem ve tanzim eden, az çok bugünkü formu ve muhtevasıyla "tedvîn" eden kişidir o; ve dolayısıyla, "sonraki Yahudilikte hakim olacak olan, kendine has, resmî ve standart Yahudi din kurumunun kurucusudur" (Encyclopaedia Britannica 1963, c. IX, s. 15). O dönemden bu yana kendisine öylesine büyük bir saygı beslenmiştir ki, Hz. Musa Kanunları (ya da on emir) konusundaki hüküm ve içtihatları Talmutçular tarafından pratikte bu kanunların kendileriyle eşdeğer sayılmıştır ki, bu da, Kur'an öğretisi ışığında bakıldığında, bir insanı yarı-tanrısal bir kanun-koyucu konuma yüceltmek ve mecazî anlamda da olsa Allah'a nisbetle onu "oğul" yerine koymak ve dolayısıyla ona iftira etmek demek olacağından düpedüz affedilmez biçimde şirk derecesine varmaktadır. Karş. bu konuda Eski Ahid, Çıkış iv, 22-23 ("İsrail benim oğlumdur") yahut Yeremya xxxi, 9 ("Ben İsrail için bir babayım"): bu ifadelere, müşrikçe çağrışımlarından ötürü Kur'an öğretisi şiddetle karşı çıkmaktadır. 45 - Parantez içinde "işte şu bedduayı hak ediyorlar" şeklindeki açıklayıcı ilavemiz, ayetin bu kısmı hakkında Zemahşerî ve Râzî'nin yaptığı inandırıcı açıklamalara dayanıyor. Aslında, Araplar "Allah kahretsin" yahut "Allah yok etsin" ifadesini doğrudan bir kargış, bir beddua anlamında kullanırlardı; fakat Kur'an öncesi Arapça'da dahî bu ifade, olağandışı tuhaf ve korkunç bir şeye dikkat çekip altını çizmeye yarayan deyimsel bir ifade karakterini de taşımaktaydı; pek çok dilbilimciye göre "bu ifade, burada da, olağan sözcük anlamından çok, dikkat uyandırıcı, belli bir olguya dikkat çekici işlevi için kullanılmıştır" (Menâr X, 399). 46 - Bkz. 5. sure, 90. not. |
31. | Hahamlarını, rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i, Allah'la beraber rableri olarak gördüler; (47) Oysa, Tek Tanrı'dan başkasına kulluk etmekle emrolunmuş değillerdi; (o Tek Tanrı ki,) O'ndan başka tanrı yoktur, (O Tek Tanrı ki,) sınırsız kudret ve izzetiyle, (böylelerinin) O'nun tanrılığında bir pay yakıştırdıkları her şeyden bütünüyle uzaktır, yücedir!
47 - Karş. 3:64 |
32. | Allah'ın [yol gösterici] ışığını, laf kalabalığıyla (48) söndürmek istiyorlar: Fakat Allah [bunun gerçekleşmesine] izin vermeyecektir, çünkü O, ışığının olanca aydınlığıyla yayılmasını irade etmiştir, hakkı inkar edenler bundan hoşlanmasa da! (49)
48 - Lafzen, "ağızlarıyla" -30. ayette sözü geçen "söylenti"lere (yani, bâtıl inançlara) ilişkin bir atıf. 49 - Lafzen, "Allah illâ ki nurunu tamamlayacaktır" ya da "olgunlaştıracaktır". Tercümedeki "çünkü O ... irade etmiştir" (yani, sapkınlık içinde olanların arzusu hilafına) ifadesi, orijinal ibaredeki illâ lafzının yükleminden çıkarsanmıştır. |
33. | O'dur, dinini bütün [bâtıl] dinlere karşı üstün kılmak üzere (50) hidayeti ve hak dini [yaymak göreviyle] Elçisi'ni gönderen; Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıranlar bundan hoşlanmasalar da. 50 - Karş. 3:19 -"Allah katında yegane [hak] din, [insanın] O'na boyun eğip teslim olmasıdır". Bkz. keza 61:8-9. |
34. | Siz ey imana erişenler! Bilin ki, hahamların, rahiplerin çoğu, insanların mallarını, haksızcasına yiyip yutuyor ve [onları] Allah'ın yolundan alıkoyuyorlar. Fakat bütün o altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar (51) var ya, (işte) onlara [sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele: 51 - Büyük bir ihtimalle bu ifade, her şeyden önce, Yahudi ve Hristiyan cemaatlerinin zenginliğine ve bu cemaatlerin bu zenginliği kötüye kullanmalarına işaret etmektedir. Yine de bazı müfessirler, buradaki îmanın, Müslümanlar da dahil, doğru/maruf amaçlar için hiçbir harcamada bulunmaksızın servet toplayan ve ona sarılıp tutunan herkesi içine aldığı görüşündedirler. |
35. | Bu [toplanıp saklanan altının, gümüşün] cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının damgalanacağı Gün, (52) [bu günahkarlara]: "İşte, kendiniz için topladığınız hazineler!" denecek, "Şimdi tadın bakalım, sarılıp sakladığınız hazinelerin [başınıza açtığı belanın] tadını!"
52 - Karş. Hasis ve tamahkar kimseleri öteki dünyada bekleyen azap konusunda 3:180'deki paralel temsîlî anlatım. Bu ve benzer temsîllerin öte dünya ve kıyamet olgusuna ilişkin îma ve çağrışımları için bkz. Ek I. |
36. | BİLİN Kİ, Allah'a göre ayların sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün koyduğu ölçü uyarınca onikidir; [ve] bunlardan dördü haram aylardır; (53) işte [Allah'ın] her zaman geçerli sapasağlam yasa[sı] budur. O halde, bu [aylar] konusunda artık kendinize yazık etmeyin. (54) Ve onlar sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa, siz de Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıranlarla öyle topyekün savaşın; (55) ve bilin ki Allah, kendisine karşı sorumluluk bilincine sahip olanlarla beraberdir.
53 - Bu ifade, arkasından gelecek olan savaş buyruğuyla alakalıdır (bkz. bundan sonraki not). Bu ayette sözü edilen aylar, güneş takvimindeki aylar değil de, güneş yılının mevsimleri içinde tedrîcen (yılda on günlük bir farkla ilerleyerek -T.ç.n.) dolaşan ay takviminin (ya da ay sistemine göre düzenlenmiş takvimin) aylarıdır (bkz. 2. sure, 165. not). Bu sisteme göre ayın kolay gözlenebilir hareketlerine dayanılarak yapılan takvim, güneş yılının (ya da güneş takviminin), keyfî tesbitlere dayanan takvime göre daha doğal ve yalın olduğu için ayette ay sistemi "[Allah'ın] her zaman geçerli gerçek yasa[sı] (dîn)"i olarak nitelendirilmektedir. İslam öncesi Arabistan'da savaşmanın yasadışı ya da bozgunculuk sayıldığı -ki İslam da bu örfü pekiştirmiştir (bkz. yukarıda 6. not)- bu aylar: Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce'dir. 54 - Ay sistemine göre belirlenen ayların mevsimler içinde dolaşmasının yol açtığı belli birtakım ticarî mahzurlardan kaçınmak çabası içinde müşrik Araplar, ay takvimini az çok kararlı (dolanımsız) ve böylece güneş yılına kabaca uygun hale getirmek amacıyla, her sekiz yıllık dönem içinde sırayla üçüncü, altıncı ve sekizinci yıllarda aylara bir onüçüncü ay ilave ederlerdi. Müslümanların bu ilaveyi, hiçbir haklı mazereti olmayan böylesine keyfî bir düzenlemeyi kabul etmeleri, hac farîzasının ve Ramazan orucunun hep aynı mevsimlere bağlanması ve dolayısıyla bu ibadetlerin uygulanmada ya hep zor ya da hep kolay günlere, kolay mevsimlere rast getirilmesi demek olurdu ki her iki durumda da inananlar, bu ibadetlerin özünde yatan ruhsal amacı zedelemiş, gölgede bırakmış olurlardı. Ayette "bu aylar konusunda kendinize yazık etmeyin" ifadesiyle anlatılmak istenen de budur bizce. Yani, Allah'tan herhangi bir hüccet, bu yolda bir buyruk olmadıkça, müşriklerin ihdas ettiği bir âdeti benimseyerek kendinize yazık etmeyin (yani, ibadetlerin yıldan yıla değişen mevsimlerde, uzun kısa, sıcak soğuk, zor ya da kolay, yılın değişik günlerinde size kazandıracağı arındırıcı, duyarlandırıcı feyizden kendinizi yoksun kılmayın -T.ç.n.). 55 - Yani, "onlar, hakka karşı direnişlerinde size karşı nasıl topyekün birleştilerse, siz de hak yolunda kendinizi adamaya hazır bir tavırla onlara karşı öyle topyekun birleşin". Müslümanlara inanmayanlara karşı savaş açma izninin verildiği ortam ve şartlar konusunda bkz. bu surenin baş kısımları ve özellikle 12-13. ayetler; ve yine savaşla ilgili genel ilkelerin konduğu 2:190-194. |
37. | [Aylara] ilave yapmak, [onların] hakkı tanımaktan kaçınma tavırları içinde olsa olsa fazladan bir örnek, hakkı inkara yeltenenleri (daha da) saptıran bir vesiledir. (56) (Sözkonusu) bu [çoğaltmayı], ayların sayısını Allah'ın yasak kıldığı takvime uyarlamak amacıyla bir yıl olumlayıp bir yıl yasak sayıyor (57) ve böylece Allah'ın yasak kıldığı şeyi (kendilerince) meşrulaştırmaya kalkışıyorlar. (58) Kendi yaptıkları (bu) kötülük güzel görünüyor onlara. Zaten Allah hakkı tanımaktan kaçınan insanları doğru yola yöneltmez.
56 - Lafzen, "ayların sayısını çoğaltmak, hakkın inkarında (küfr) bir ziyadeleşmedir". Bizim "aylara ilave yapmak" ifadesiyle aktardığımız nesî teriminin "geciktirme/tehir" olarak da tercümesi mümkündür; yani, yukarıda 54. notta açıklandığı gibi, sırf dünyevî gerekçelerle geleneksel ay takvimini güneş yılına yaklaştırmak amacıyla ay yılının, İslam öncesi Araplarının yaptıkları gibi, dönemsel olarak bir onüçüncü ay ilavesiyle geciktirilmesi, uzatılması. Kur'an bu uygulamayı, muhtelif ibadetlerin muktezası olarak ay takvimine uyulması konusundaki ilahî buyruğa ters düştüğü için, küfr'ün ilave bir örneği, taşkın bir tezahürü olarak nitelendirmektedir (karş. önceki ayet ve 2:189 ile ilgili not 165). 57 - İslam öncesi dönemde Arapların, sekiz yıllık bir devre içinde üçüncü, altıncı ve sekizinci yıllara bir onüçüncü ay ilave ederek yaptıkları keyfî uygulamaya işaret ediliyor. 58 - Yukarıda sözü geçen artırmayı ya da geciktirmeyi yaparak, müşrik Araplar çoğu yıl, diyelim ki, ayların sayısını oniki olarak sabit tutabiliyorlardı; ama dört haram ayı (Muharrem, Receb, Zilkâde, Zilhicce) ay sistemindeki dolanımlı durumlarından kopararak tabii işleyişe açıkça saygısızlık yapmış, onu çığırından çıkarmış oluyorlardı. |
38. | SİZ EY imana erişenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın" diye çağrıldığınız zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? (59) Sonraki hayatı[n iyiliklerini] gözden çıkarıp bu dünyadaki hayat[ın rahatlıklarıy]la mı kendinize doyum sağlama peşindesiniz? Fakat bu dünyadaki hayatın verdiği haz ve doyum sonraki hayatın vereceği yanında değersiz bir şeyden başka nedir ki!
59 - Yani, "geçici haz ve doyumlarıyla bu dünyadaki hayata sarılıp tutunarak, savaşa çıkın buyruğuna icabet etmekte yılgınlık ve atalet gösteriyor, ağırdan alıyorsunuz". Bu surenin bundan sonraki çoğu ayeti gibi, bu ayet de H. 9. yılda yapılan Tebük seferine ilişkindir. Bu seferin en önde gelen sebebi, Hz. Peygamber'in, İslam'ın Arabistan'daki hızlı gelişiminden kaygı duyan ve Hz. Peygamber'in düşmanı Ebû Âmir tarafından kışkırtılan Bizanslıların, Medine'ye doğru yürüyüp Müslümanları ezmek amacıyla yarımadanın sınır boylarında büyük bir kuvvet toplamakta oldukları yolunda aldığı haber olmuştu (bkz. Ebû Âmir gibi kimselerin karşı çabaları hakkında bu surenin 107. ayeti ve ilgili 142. not). Böyle bir saldırıya karşı tedbir olarak Hz. Peygamber, Müslümanların o günkü imkanları içinde güçlü bir kuvvet topladı ve H. 9. yılın Receb ayında sınıra doğru hareket etti; Medine ile Şam arasında yarı yolda bulunan Tebük'e varınca, Hz. Peygamber, ya Bizanslıların Arabistan'ı işgal için henüz hazır olmadıklarını ya da şimdilik böyle bir niyetten vazgeçmiş olduklarını tesbit ettiğinden olacak, ancak savunma amacıyla savaşa girilebileceği yolundaki İslamî ilkeye uyarak herhangi bir çatışmaya girmeden bağlılarıyla birlikte Medine'ye döndü. Bu sefer için gerekli hazırlıklar yapıldığı sırada, münafıklar ve müminler arasından da küçük bir grup Bizans'la savaşa girmek konusunda (bu ve bundan sonraki ayetlerde işaret edilen) aşırı bir direnç ve isteksizlik sergilediler. İşte bu isteksiz azınlıktır, yukarıdaki ayette "size ne oldu ki ... yere çakılıp kalıyorsunuz!" ifadesiyle yerilenler (Menâr X, 493). |
39. | (Bakın) eğer [Allah yolunda] savaşa çıkmazsanız, sizi çok çetin bir azapla cezalandırıp yerinize başka bir topluluk getirir; ki böyle yapmasında O'na hiçbir şekilde engel olamazsınız: çünkü Allah'ın, her şeyi irade ve takdir etmeye gücü yeter. |
40. | Eğer siz Elçi'ye (60) yardım etmezseniz, o zaman [bilin ki] o'na [yine] Allah [yardım edecektir, tıpkı,] o hakkı inkara şartlanmış olan kimseler o'nu yurdundan sürüp çıkardıkları zaman yardım etti[ği gibi]; (ki o gün o yalnızca) iki kişiden biriydi (61) ve bu iki kişi [saklandıkları] mağaradayken Elçi arkadaşına: "Üzülme" dedi, "Allah bizimle beraberdir". (62) Ve derken Allah o'na katından bir sükûnet/bir güven duygusu (63) bahşetti, o'nu sizin göremeyeceğiniz güçlerle destekledi ve (böylece,) hakkı inkara şartlanmış olanların dâvâsını bütünüyle yere düşürdü, Allah'ın dâvâsı ise (böylece her zamanki gibi) üstün ve yüce kaldı: (64) çünkü Allah, kudretçe en üstün, hüküm ve hikmetçe en uludur.
60 - Lafzen, "o'na", yani Muhammed (s)'e. 61 - Lafzen, "ikinin ikincisi". Hz. Peygamber'in, M.S. 622 yılında Hz. Ebû Bekir'le birlikte Mekke'den Medine'ye hicretine ilişkin bir îma. "İkinin ikincisi" ifadesi bir hiyerarşiyi îma etmiyor, "iki kişiden biri" anlamına geliyor. Karş. Hz. Peygamber'in yine bu olay sırasında arkadaşı Hz. Ebû Bekir'e söylediği rivayet edilen söz: "Üçüncüleri Allah olan iki (kişi)ye, sence ne olabilir ki?" (Buhârî, Kitâbu Fezâili Ashâbi'n-Nebî: Hz. Peygamber'in Arkadaşlarının Erdemleri Bölümü.) 62 - Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir Medine'ye hicret için yola çıktıklarında, önce Mekke yakınlarında Sevr Dağı'ndaki bir mağarada üç gece saklandılar; orada, onların izini süren Mekkeli müşrikler tarafından neredeyse bulunup yakalanacaklardı (a.g.e.). 63 - Karş. Yukarıda 26. ayet. 64 - Lafzen, "Allah'ın kelimesi en uludur". Burada bizim "dâvâ" olarak aktardığımız sözcük, cümlede iki kere geçen ve tam karşılığı "söz/sözcük" olan kelime sözcüğüdür. |
41. | [Sizin için] bu kolay da olsa zor da olsa, (65) savaşa çıkın; ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda yürekten çaba gösterin; (çünkü) eğer bilirseniz, bu sizin kendi iyiliğiniz içindir! 65 - Lafzen, "hafifçe ya da ağırca". Çeviride benimsenen ifade, çoğu klasik müfessirin bu ayete ilişkin yorumlarına uygundur (örn. Zemahşerî ve Râzî). |
42. | Ortada umulmadık türden bir kazanç ve kolay bir sefer [umudu] olsaydı, [ey Peygamber] kuşkusuz, arkandan gelirlerdi; fakat çıkılacak yol onlara çok uzun geldi. (66) (Bu yetmiyormuş gibi), bir de [ey inananlar, sizin dönüşünüzden sonra] o (sefere katılmayan) kimseler, Allah'a yemin edip [bu yeminle] kendilerini tehlikeye sokarak: "Gücümüz olsaydı, mutlaka sizinle beraber çıkardık" diyecekler: Oysa Allah, Onların düpedüz yalan söylediklerini elbette biliyor! 66 - Bazı Müslümanların Hz. Peygamber'in çağrısına uyup (yukarıda 59. notun son paragrafında sözü edilen) sınır boylarına düzenlenen sefere katılmak konusunda gösterdikleri isteksizliğe ilişkin bir atıf. Seferin hedefi durumundaki Tebük'e varmak için yapılması gereken yaklaşık ondört günlük zorlu yürüyüş, seferin sonucuna ilişkin belirsizlik ve nihayet katlanılması zorunlu sıkıntılar, bilinç ve duyarlıktan yana zayıf olan müminlerle iki yüzlülerin (münafıkların) olur olmaz her türlü mazerete başvurarak seferden geri durmalarına yol açtı. Sonraki ayetten de anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber çoğu hallerde bu mazeretleri kabul edip sahiplerinin Medine'de kalmalarına izin verdi. |
43. | Allah seni affetsin [ey Peygamber]! (67) Daha kimin doğru söylediği senin için (iyice) ortaya çıkmadan ve sen [kimler] yalancı (iyice) tanımadan, niçin [evde kalmaları yolunda] onlara izin verdin?
67 - Dilek ya da temenni formunda dile getirilmiş olsa da, bu ifadenin, "Allah seni affeder" ya da "Allah seni affetti" anlamında, kendilerinin sefere katılmaktan mazur görülmelerini isteyen kimselerin şüphe götürür özürlerini hataen, ama beşerî açıdan anlaşılabilir nedenlerle kabul etmesi yüzünden Hz. Peygamber'in ahlaken sorumlu tutulmayacağını bildiren bir bağışlama ifadesi/ikrarı olduğu görüşünde bütün müfessirler birleşmişlerdir. Bizce bu "bağışlama" bildirisi, öncelikle, Hz. Peygamber'i, sözkonusu meselede fazlaca serbest davrandığı kaygısıyla kendini suçlamaktan, kendini kınamaktan kurtarma niyetine matuftur. (Akılda tutulmalıdır ki, Tevbe suresinin bu bölümü Tebük seferi sırasında ya da seferden hemen sonra vahyedilmiştir.) |
44. | Allah'a ve Ahiret Günü'ne [yürekten] inananlar kendilerini [Allah yolunda] mallarıyla, canlarıyla cihad etmekten bağışık tutmanı senden istemezler. Ve zaten kendisine karşı kimin sorumluluk bilincine sahip olduğu konusunda Allah mutlak bilgi sahibidir: (68)
68 - Lafzen, "Allah, sorumluluk bilinci taşıyanlar (bi'l-müttakîn) hakkında mutlak bilgi sahibidir". |
45. | Yalnızca, Allah'a ve Ahiret Günü'ne [yürekten] inanmayanlar senden bağışıklık isterler; ve bir de kendilerini şüphe ve tereddüdün eline kaptırıp da kararsızlık içinde bir o yana bir bu yana gidip gelenler. |
46. | Çünkü, [gerçekten seninle sefere] çıkmak isteselerdi, elbette, bunun için bir hazırlık yaparlardı: zaten Allah onların kalkış tarzlarını beğenmedi ve bu yüzden onları (seferden) alıkoydu; Ve kendilerine: "Peki, [sizler de] evlerinizde oturun bakalım, [öteki] oturanlarla (69) beraber" denildi. 69 - Bu ifade, makul ve meşru gibi görünen mazeretlerle sefere katılmayacak durumda olan bir kısım arkadaşlarına Hz. Peygamber tarafından verilen izni (bkz. 43. ayet) îma ediyor olabilir (Taberî, Zemahşerî, Râzî). Sözkonusu olan böyle bir izinse, bu zaten ikiyüzlülerin kendi lehlerinde kullanmaya dünden hazır oldukları bir şeydi. Allah'ın münafıkları böyle bir günah üzere alıkoyması, ya da onların böyle bir günah işlemelerine meydan vermesi konusunda bkz. 2:7 ve ilgili 7. not, keza 3. sure, 117. not. |
47. | Bu [münafıklar] sizinle beraber (siz ey inananlar) sefere çıksalar da, aranıza nifak sokmaktan başka bir şey yapmayacaklar ve içinizde kendilerine kulak verenler olduğunu görüp aranıza fitne sokmak amacıyla saflarınıza sokulacaklardı; ne var ki, Allah kötülük peşinde olanlar hakkında eksiksiz bilgi sahibidir. |
48. | Aslında onlar bundan önce (70) de fitne çıkarmaya çalışmışlar ve sana karşı [ey Peygamber] türlü türlü düzenler kuragelmişlerdi, tâ ki onların hiç hoşuna gitmese de hak vahyedilip Allah'ın yargı ve iradesi kendini gösterinceye kadar.
70 - Yani, Tebük seferinden önce, bu bölümlerin vahyedildiği günlerde. |
49. | Ve onların arasında, (71) "[Evde kalmam için] bana izin ver; beni böylesine çetin bir sınava sokma!" diyen niceleri vardı. Ama işte [tam da böyle bir istekte bulunmakla sınavı zaten başından kaybetmiş ve] kötülüğün ayartısına yenik düşmüş oldular: (72) ve (bunun bir sonucu olarak da) bilin ki, cehennem, hakkı tanımaktan kaçınanların hepsini er geç kuşatacaktır.
71 - Yani, Hz. Peygamber'in sefer için hazırlıklara giriştiği günlerde. 72 - Bkz. yukarıda 44 ve 45. ayetler. Belirtmek gerekir ki, (bizim "beni böylesine çetin bir sınava sokma" ifadesiyle çevirdiğimiz) lâ teftinnî emir formundaki fetene fiili de fitne ismi de sınav, deneme, imtihan, bela, kötülük yönünde ayartı, iğvâ, kışkırtma, zulüm, baskı, ayrılık, nifak, karışıklık, iç savaş gibi büyük bir anlamlar, çağrışımlar alanını kapsayan aynı kökten gelmektedir (karş. 8. sure, 25. not). Arapça'dan başka bir dilde bu anlam farklılıklarının hepsini birden bir tek sözcük ya da ifadeyle dile getirmek imkansız olduğu için fitne teriminin karşılığı, ister istemez, yer aldığı anlam örgüsüne göre değişecektir. |
50. | Senin başına iyi bir hal gelse, (73) (ey Peygamber), bu onları eseflendirir; ama başına bir musibet gelse, [kendi kendilerine]: "Biz önceden bizim (için gerekli) tedbirleri almıştık!" derler; ve sevinç içinde dönüp giderler.
73 - Yani, bu surenin büyük bir kısmının vahyedildiği Tebük seferi sırasında. Bununla birlikte, akılda tutulmalıdır ki, bu ayetler sadece tarihsel olgulara dikkat çekmiyor, aynı zamanda ve belki daha çok ikiyüzlülüğün genel çehresini sergilemek amacını güdüyor. |
51. | De ki: "Bizim başımıza, asla Allah'ın bizim için yazdığından başka bir şey gelmez! O bizim yüceler yücesi Efendimizdir; o halde, inananlar (yalnızca) Allah'a güvensin!" |
52. | De ki: "Bize [olması mümkün] iyiler iyisi iki şeyden birisi değil de, ille de [kötü] bir şey olmasını mı umup gözlüyorsunuz? (74) Fakat, bilin ki, sizin kadar biz de gözlüyoruz, Allah'ın [ya] kendi katından (75) ya da bizim elimizle sizi bir azaba uğratmasını! O halde, umutla gözleyin; bilin ki, biz de sizinle birlikte gözleyeceğiz!"
74 - Yani, ya zafer ya da Allah yolunda şehid olma. Terabbesa fiilinin, daha çok ümitle beklemek çağrışımı verdiği için, "umup gözlemek" şeklinde karşılanması yerinde olacaktır. 75 - Zımnen, öte dünyada. |
53. | De ki: "[Allah uğruna olduğu görüntüsü altında] ister gönüllü olarak harcayın, ister gönülsüzce: bu sizden asla kabul edilmeyecektir; (76) çünkü, siz kötülüğe gömülüp gitmeye niyetli bir topluluksunuz!"
76 - Yani, "bu, asla Allah için kabul edilebilir olmayacaktır": yahut "bu asla Allah uğruna harcanmış sayılmayacaktır". Pek çok münafıkta görülen ve görünüşte yüce ahlakî değerler, ahlakî ülküler uğrunaymış gibi olsa da, gerçekte sadece gösterişe ve insanların katında övgü ve saygınlık elde etme saikine dayanan "bonkörlük" ya da "hayırlı girişimler"i desteklemeye teşne gözükme tavrına işaret eden bir ifade (karş. 2:264 ve 4:38). |
54. | Onların yaptığı harcamaların kendilerinden [bir iyilik olarak] kabul edilmesinde biricik engel, (77) onların Allah'ı ve O'nun Elçisi'ni tanımaktan kaçınır bir eğilim göstermeleri, (dolayısıyla) namaza ancak üşene üşene katılmaları (78) ve [iyi amaçlar için] ancak gönülsüzce harcamalarıdır. 77 - Lafzen, "...nın dışında yaptıkları harcamaların kabul edilmesine hiçbir şey engel değildir". 78 - Lafzen, "ve üşenmeden namaza yaklaşmazlar" -yani, belli ibadet eylemlerine katılırken, bunu içten, yürekten bir yönelmeyle ve inanarak değil sadece gösteriş için, zevahiri kurtarmak için yaparlar. |
55. | Öyleyse, onların geçici servetleri yahut çocukları[nın çokluğundan duydukları doyum] sakın seni imrendirmesin: Allah bütün bunlarla dünya hayatında onlara sadece azap vermek ve canlarının hakkı [hâlâ] inkar edip dururlarken çıkmasını istemektedir. (79) 79 - Zımnen, "ahirette pişmanlık duymak zorunda kalacakları günah yüzünden". Bkz. 3:178 ve 8:28 ve bunlarla ilgili notlar. |
56. | Sizden olmadıkları, fakat [sadece] korkunun yönlendirdiği bir topluluk oldukları halde Allah'a yeminle sizden olduklarını söylerler: |
57. | (oysa) sığınacak bir yer yahut bir mağara, bir kovuk bulabilselerdi önünü ardını düşünmeden panik içinde dönüp oraya başlarını sokarlardı. (80)
80 - Böylece Kur'an, nifak ve ikiyüzlülüğün temelinde en derin, en köklü saik olarak korkunun yer aldığını gösteriyor: ahlaken bağlanma, taahhüt altına girmiş olma korku ya da endişesinin; mevcut toplumsal çevreden açıkça kopmanın yol açacağı yoksunluklardan yana duyulan korkunun vb. Toplumsal statü ve saygınlık için duydukları alt edilmesi zor, bayağı, ahlak dışı tutkuları içinde "münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, Oysa onları [kendi kendilerini] aldatma tuzağı içinde bırakan O'dur" (4:142); ve yine "onlar Allah'a karşı umursamaz davranırlar, bu yüzden Allah da onları gözden çıkarır" (9:67). Bu bakımdan belirtmek yerinde olacaktır ki, daha uygun bir karşılık bulunamadığı için "ikiyüzlü" (hypocrite) sözcüğüyle çevirdiğimiz Arapça münâfık terimi hem çevresindekileri bilerek aldatmaya çalışan deyim yerindeyse bilinçli mürailer için, hem de zihin karışıklığı, ruh boğuntusu ya da irade eksikliği yüzünden kendi kendilerini aldatma zaafı içindeki kararsız insanlar için kullanılır. Bu terim üzerinde daha geniş bir tartışma için bkz. terimin muhtemelen Kur'an'da ilk defa kullanıldığı 29:11'de 7. not. |
58. | Ve onların arasında [ey Peygamber,] Allah için sunulan şeylerin [dağıtımında] sana dil uzatanlar var: (81) onlardan kendilerine verilmediğini görseler, işte o zaman öfkeden neredeyse deliye dönerler.
81 - Sadakât (tekili sadaka) terimini İngilizcede tam olarak karşılayan bir sözcük olmadığı için burada "Allah için sunulan şeyler" diye tercüme ettik. Sadaka terimi, hem inanan kişinin bir başkasına sevgi ve merhamet saikiyle ihtiyarî olarak sunduğu her şeyi, yaptığı her türlü yardımı, hem karşılığında dünyevî hiçbir şey beklemeden, ahlakî ya da hukukî gerekçelerle yapmakla yükümlü olduğu yardımları, yani, örneğini 2:263 ve 264'de gördüğümüz (sadakât kavramının birincil anlamına denk düşmek üzere) her nitelikle hayırhahça ya da diğergâmca sunulan şeyleri yahut yapılan iş ve eylemleri, ve hem de zekât dediğimiz ("arındırıcı yükümlülük": çünkü bunun ödenmesi, deyim yerindeyse, kişinin malını ya da servetini, bencil tasarruflarının yol açabileceği bulaşıklıklardan arındırır) zorunlu vergiyi kapsar. Yukarıdaki ayetin anlam örgüsü içinde bu terim, Müslüman cemaatin ya da devletin toplayıp yönlendirdiği malî kaynak ve imkanları işaret etmektedir. Bu kaynak ve imkanların hayırhahça, diğergâmca yapılan ihsanlar olma özelliği, onların hangi doğrultuda kullanılacağını belirleyen aşağıdaki 60. ayetle bir kere daha -ama bu sefer onlardan yararlandırılan kimseler açısından- ortaya konmaktadır. |
59. | Oysa, Allah'ın kendilerine verdiği ve O'nun Elçisi'nin de verilmesini [sağladığı] (82) şeylerle yetinip hoşnut olsalardı ve "Allah bize yeter! Allah, bolluk ve bereketinden bize [dilediğini] verecektir; O'nun Elçisi ise bize verilmesini [sağlayacaktır]; doğrusu, biz umutla ve yürekten Allaha yönelmişiz," deselerdi, [bu onlar için elbette daha iyi olurdu].
82 - Lafzen, "Allah onlara ne verdiyse ve O'nun Elçisi": gerçek veren elin Allah, Rasûl'ün ise bir vesile, bir vasıta olduğunu dile getiren tipik Kur'ânî bir ifade birimi. Bu bölüm ilk ağızda her ne kadar Medine'deki münafıklarla ve dolayısıyla tarihsel bir durumla ilgili ise de, bu ayetlerin ortaya koyduğu mesaj, vahyedilmelerine neden olarak karşımıza çıkan tarihsel olayı aşarak "her çağda ve her toplumda namuslu düşünce ve aksiyonun yoluna çıkan eyyamcı/ikiyüzlü kişiliğin genel tutum ve zihniyetini" sergilemektedir (Menâr X, 567). Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, bu anlam örgüsü içinde "Allah'ın Elçisi"ne ilişkin gönderme, Peygamber Muhammed (s)'in kişiliğiyle sınırlı olmayıp temsîlî bir ifade tarzı içinde, o'nun aracılığıyla vazedilen İslam Hukuku'nu ve dolayısıyla bu hukuka dayanarak yetkiyi elinde tutan ve ona göre yöneten her yönetimi işaret etmektedir. |
60. | Allah için (83) sunulan şeyler, yalnızca yoksul ve düşkünler, bu konuyla ilgilenen görevliler, (84) kalpleri kazanılacak olan kimseler içindir; ve insanları boyunduruklarından kurtarmak için; ve borçlarını ödeyemeyecek durumda olanlar için; ve Allah uğruna girişilebilecek her türlü çaba için ve yolda kalmış kimseler için: bu, Allah'tan (uyulması zorunlu) bir yönergedir; çünkü Allah, doğru hüküm ve hikmetle yön gösteren mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir. (85)
83 - Bkz. Yukarıda 81. not. 84 - Yani, zekât'ın toplanması ve yönlendirilmesiyle görevli kimseler. 85 - Bu sekiz kategori, zekât'ın harcanabileceği ya da tahsis edilebileceği bütün alanları hulasa etmektedir. "Kalpleri kazanılacak olanlar" deyimiyle, açıktır ki, İslam'ı anlamaya ve belki benimsemeye yatkınlık gösteren ve İslam'a dönmeleri yönünde, dolaylı ya da dolaysız yollarla (yani, İslam öğretisinin en etkin ve doğru biçimde insanlara ulaşması ve yayılması için başvurulması mümkün ve meşru olan her türlü araçla) çaba sarf edilecek olan kimseler kasdedilmektedir. Fi'r-rikâb ("insanları boyunduruklarından kurtarmak için") terimine gelince, hem savaş esirlerinin hem de kölelerin fidye ödenip kurtarılmalarıyla ilgili olan bu terim için bkz. 2. sure, 146. not. Ğârimûn terimi, iyi niyet ve amaçlarla borçlanıp sonra da kendi hata ve eğrilikleri olmaksızın borcunu ödeyemeyecek duruma düşenleri işaret etmektedir. "Allah uğruna" ya da "Allah yoluna" terimi, İslam'ın yayılıp insanlara ulaşması başta olmak üzere doğru ve maruf amaçlarla yapılan her türlü harcamayı, savaşta ve barışta hak uğruna girişilen her türlü çabayı içine alır. İbnu's-sebîl ("yolda kalmış") deyiminin anlamı için bkz. 2. sure, 145. not. |
61. | [HAKKIN düşmanları] arasında "O her söze kulak veriyor" (86) diyerek Peygamber'i yerip kınayanlar var.De ki: "[Evet,] o, hakkınızda hayırlı olanı (87) [duyup dinlemek için] kulaklarını açık tutuyor. Allah'a inanıp müminlere güveniyor; (çünkü) içinizden imana erişenler için [Allah'ın] rahmeti[nin bir tecellisi]dir o. Ve Allah'ın Elçisi'ni yerip kınayan o kimselere gelince, [öte dünyada] pek çetin bir azap bekliyor böylelerini".
86 - Yani, "duyduğu her şeye inanıyor". Çoğu müfessir, bununla, münafıkların Hz. Peygamber için, o'nun başkaları hakkında -iyi ya da kötü- kendisine söylenen her şeye inanma eğiliminde olduğu yolundaki iddialarının ifadesi olarak zikredildiğini söylemiştir (karş. Menâr X, 600). Bununla beraber, ortada Hz. Peygamber'in böyle bir eğilim taşıdığını gösteren başka hiçbir tarihsel kayıt olmadığına göre, bizce münafıkların Hz. Peygamber için, "duyduğu her şeye inanıyor" derken, bununla, öteki pek çok inkarcının fikrine katılarak ifade etmek istedikleri şey, o'nun yalnızca sanrı gördüğü, olmayan birtakım sesler işittiği ve yanılarak bunu onlara vahiy olarak yansıttığı görüşüydü. Ayetteki "... şöyle şöyle" diyerek "peygamberi incitiyorlar" ifadesi de olsa olsa Hz. Peygamber'i böyle bir "yanılgı", böyle bir "kendini-aldatma" içinde görme küstahlığıyla açıklanabilir. Nitekim 74. ayetteki "hakkı inkara varan bir söz söylemiş oldular" ifadesi de bununla ilgilidir. Ezâ fiili, öncelikle, "rahatsız etmek, sıkıntı vermek" ya da fiilî ve maddî acıya varacak ölçüde birini "taciz etmek, incitmek" (zarar) anlamını taşımaktadır. Yukarıdaki anlam akışı içinde bu fiil, daha çok bir aşağılama, alçaltma anlamı yüklenmiş olduğuna göre, yu'zûne sözcüğünün "yerip kınıyorlar" şeklinde aktarılması yerinde olacaktır. 87 - Yani, vahyi. |
62. | [O ikiyüzlüler] sizi hoşnut bırakmak için [iyi niyetle edip-eyledikleri konusunda] yüzünüze karşı Allah'a yemin ederler. Oysa, eğer gerçekten inanmış olsalardı, başka herkesten önce Allah'ı ve O'nun Elçisi'ni hoşnut etmeye çalışmaları gerekirdi! (88)
88 - Lafzen, "Oysa, onların hoşnutluğunu aramalarına en layık olan Allah ve O'nun Elçisi'dir". Çoğu müfessirin (ve en özlü bir biçimde de Menâr X, 607 vd.'da Reşid Rıza'nın) belirttiği gibi yukarıdaki ifade Allah ile O'nun Rasûlü arasında asla bir eşdeğerlik ya da yanyanalık dile getirmez. En-yurzûhu ("O'nun hoşnutluğunu aramaları") cümleciğinde, (humâ) değil de (hû) yani, üçüncü tekil şahıs zamiri kullanılması da bunu göstermektedir. Bununla, Kur'an'a has, başka dile kolay çevrilemez kısa ve özlü bir ifade tarzı içinde, insanın bütün çabalarında güdülmeye değer en yüce amacın Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek olduğu ve inanmış kimsenin Hz. Peygamber'in rehberliğine bağlanmasının da ancak o'nun Allah'ın mesajını ulaştıran kişi olmasından ileri geldiği anlatılmak istenmiştir. Bu konuda karş. "Rasûle uyan, böyle yapmakla Allah'a uymuş olur" (4:80) yahut, "[Ey Peygamber] de ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun, [böyle yaparsanız] Allah da sizi sevecektir" (3:31). |
63. | Hem bilmiyorlar mı ki, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı koyan kimseyi, içinde ebediyyen kalacağı cehennem ateşi beklemektedir? En vahim alçalma da budur zaten. |
64. | Münafıklar[dan bazıları], kendilerine karşı [bir delil olmak üzere], kalplerinde gizleyip durdukları [gerçek] niyeti açığa vuracak [yeni] bir surenin indirilmesinden tasalanıyorlar. (89) De ki: "Siz alay ededurun bakalım! Nasıl olsa Allah, tasalandığınız asıl şeyi (90) er geç açığa vuracak!" 89 - Bu ifade belli bir münafık tipini îma ediyor: yani, Allah'ın birliği ve/veya Muhammed (s)'in peygamber olduğu konusunda tam bir iman ve itminan taşımadığı için bu konuları bir kenara bırakıp dünyevî çıkar kaygısıyla inananlardan biriymiş gibi görünmeyi seçen şüpheci ve kararsız tipi (Menâr X, 610.) (Bütün münafıkların, açıkçası bu tipe uyması düşünülemeyeceğine göre, ayetin başında bizim "[bazıları]" sözcüğüyle yaptığımız ilave böylece doğrulanmış görünüyor.) Burada işaret edilen karışık ya da kararsız zihnî tutum, bu tutumu taşıyan kişinin yalnızca toplumsal çevreye karşı gösterdiği ikiyüzlülüğü değil, ister istemez kendine karşı oynamak zorunda kaldığı ikiyüzlü rolü de îma etmektedir: bu durum, böyle kişilerin, "kalplerinde olup biteni bütün gerçeğiyle" görmek ya da kabul etmek konusunda duydukları "isteksizlik" ya da ayette kullanılan deyimle, "tasa" şeklinde kendini gösterir (karş. 56-57. ayetler ve yukarıda ilgili 80. not). Tabii, bu marazî duyguların yanına bir de bu zihinsel karışıklık ya da kararsızlığın, aslında sadece manevî yükümlülüklerden kaçma arzusunu gizleyen bir örtü olduğunu belli belirsiz farkediyor olmanın verdiği ruhsal sıkıntıyı da eklemek gerekir (karş. 2:9 -"Allah'ı ve imana erişenleri aldattıklarını sanıyorlar oysa onlar ancak kendi kendilerini aldatıyorlar"). 90 - Yani, içlerindeki gerçeği, kalplerinde sakladıkları şeyi. "Alay" suçlaması, Hz. Peygamber için yaptıkları uygunsuz yakıştırmayla ilgilidir: "O her söze kulak veriyor" (bkz. 61. sure ve yukarıda 86. not). |
65. | Yine de, onlara soracak olsan mutlaka şöyle cevap verirler: "Yarenliğe kaptırmıştık kendimizi, [kelime] oyun[u] yapıyorduk, hepsi bu". (91) De ki: "Allah'la, O'nun ayetleriyle, O'nun Elçisi'yle mi alay edip eğleniyordunuz siz?
91 - Klasik müfessirlerin çoğu, bu sözlerin, Tebük seferinin güya boşuna olduğu yolunda bazı münafıkların yaptığı alaycı eleştirilerle ilgili olduğu görüşündedirler. Ama anlatımın akışına bakılacak olursa, bizce bu sözler yine, "Her söze kulak veriyor" diyerek Hz. Peygamber'i yerip inciten, yani, o'nu kendi kendini aldatmakla suçlayan kimselerle ilgilidir (61. ayet) ve dolayısıyla "Allah ve O'nun ayetleriyle alay" olgusuyla bağlantılıdır (bkz. bir sonraki cümle). |
66. | [Boşuna anlamsız] mazeretler ileri sürmeyin! Böylece sizler düpedüz hakkı inkar etmiş oldunuz, (92) hem de [ondan yana] inancınız[ı açıkladık]dan sonra!" (Bu olayla ilgi derecesine göre) içinizden bir kısmınızın günahını bağışlasak bile, suça gömülüp gitmelerinden ötürü, ötekileri azaba uğratacağız. (93)
92 - Bkz. yukarıda 89. not. 93 - Yani, ikiyüzlülüğü bilerek sürdürmek suretiyle (Zemahşerî). Yukarıdaki Kur'ânî cümle, Allah'ın, nihaî yargısında, bir günahkarın kalbinde sakladığı her şeyi hesaba katacağı zayıflıktan, güçsüzlükten ya da kötülüğe karşı bilerek isteyerek duyduğu eğilimden değil de, şüphe ve tereddütlerini çözmekteki içsel güçsüzlüğünden ötürü günah işlemiş bulunan kimseleri ötekilerden ayırmadan yargılamayacağı ya da cezalandırmayacağı yolundaki öğretiyi dile getiriyor (karş. 4:98: "Erkek olsun, kadın ya da çocuk olsun, zayıflar; hiçbir çareye güç yetiremeyenler ve kendilerine doğru yol gösterilmemiş olanlar [veya bulamayanlar] ayrı tutulacaktır"). |
67. | İkiyüzlülerin, erkek-kadın, hepsi aynı türden, aynı yapıda kimselerdir: kötü/eğri olanın yapılmasını öğütler, iyi/doğru olanın yapılmasını önlerler. (94) ve [iyi olanı yapmaya] asla yanaşmazlar. Allah'a karşı umursamazdırlar; bu yüzden Allah da onları gözden çıkarır. Gerçekten günaha gömülüp gitmiş olanlar da işte bunlar, bu ikiyüzlü kimselerdir! (95)
94 - Yani, onların davranışları -en azından etki ya da sonucu bakımından- müminden beklenenin tam tersidir (karş. 3:104, 110 ve 114; 9:71, 112 ve 22:41). 95 - Öyle görünüyor ki bu ve bunu izleyen ayetler, ikiyüzlülüğü içsel korku ve tasalardan, zihinsel bulanıklıklardan, karışıklıklardan ileri gelen kimseleri değil de, önceki ayetin son cümlesinde sözü geçen bilinçli münafıkları/ikiyüzlüleri işaret ediyor. |
68. | Hem erkek ve kadın münafıklara, hem de hakkı açıktan açığa inkar edenlere Allah, içinde yerleşip kalacakları cehennem ateşini vaad etmiştir; onların payına düşecek olan budur. Çünkü Allah onları lânetlemiştir; ve sürüp gidecek bir azap beklemektedir onları. |
69. | [Onlara de ki: "sizler de] sizden önce yaşayıp gitmiş [münafık] kimseler gibisiniz. (96) Onlar kuvvetçe sizden daha güçlü, servetçe daha zengin ve sayıca daha kalabalıktılar; onlar [bu dünyadan] kendi paylarını aldılar; siz de kendi payınızı alıp yararlandınız; tıpkı sizden öncekilerin kendi paylarını aldıkları gibi: Ve işte siz de, tıpkı onlar gibi, çürük ve asılsız dâvâlara dalıp gittiniz. (Geçmişte de, gelecekte de) işte bu tür kimselerdir, yapıp-ettikleri bu dünya hayatında da öte dünyada da boşa gitmiş olanlar; ve işte böyleleridir, kaybedenler!" (97)
96 - Bu 67. ayette geçen ve münafıkların hepsinin yapı olarak gerçekte "aynı türden/aynı yapıda" (bazuhum min baz ) kimseler olduğuna işaret eden ifadeye ilişkin bir atıftır. 97 - Zımnen, "tevbe edip bu yoldan dönmedikçe sizin de başınıza gelecek olan budur". |
70. | O halde, hiç gözönüne almazlar mı, kendilerinden öncekilerin başına gelenleri? Nûh toplumunun [başına gelenleri], Âd ve Semûd toplumlarının, İbrahim toplumunun, Medyen halkının ve yıkılıp giden bütün o şehirlerin [başına gelenleri]? (98) Bunların hepsine, kendi [içlerinden çıkarılan] elçiler, hakkı ortaya koyan apaçık delillerle gelmişlerdi, [fakat bu toplumlar onlara karşı çıktılar:] dolayısıyla, Allah değildi [azabıyla] onlara zulmeden; onların bizzat kendileriydi kendilerine zulmeden.
98 - Yani, Hz. Lût kavminin iki şehri Sodom ve Gomore'nin başına gelenleri (bkz. 7:80-84 ve 11:69-83). Hz. Nûh toplumunun, Âd ve Semûd'un ve Medyen (Eski Ahid'de geçen ismiyle Midian) halkının başına gelen felaketlerle ilgili atıflar Kur'an'ın muhtelif surelerinde yer almaktadır; bunlar için bkz. özellikle: 7:59-79 ve 85-93 ve ilgili notlar. Hz. İbrahim toplumuna ilişkin atfın, o'nun tebliğ ettiği tevhid inancına karşı çıkan Babillilerle ve onların ilk imparatorluklarının M.Ö. 1100 dolaylarında Asurlular tarafından yıkılmasıyla ilgili olduğu anlaşılıyor. |
71. | ERKEK ve kadın müminlere gelince, onlar birbirlerinin yakınlarıdırlar: (99) [hep] iyi ve doğru olanın yapılmasını özendirir, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar; ve onlar namazlarında kararlı ve devamlıdırlar, arındırıcı yükümlülüklerini yerine getirir, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne yürekten bağlılık gösterirler. İşte bunlardır, Allah'ın rahmetiyle kuşatacağı kimseler: muhakkak ki, doğru hüküm ve hikmetle yargılayan en yüce iktidar sahibidir Allah!
99 - Yahut: "birbirlerinin koruyucusu [veya "hâmîsi ve koruyucusu]durlar." Bununla birlikte, burada müminler, 67. ayette "aynı türden/aynı yapıda" olduklarından söz edilen münafıklara tezat olarak konduklarına göre, velî (çoğulu evliyâ') teriminin, "birbirine dost, yakın" sözcükleriyle ifade edilebilecek birincil anlamıyla aktarılması daha yerinde olacaktır. |
72. | İnanan erkeklere ve kadınlara, içinde yerleşip kalacakları, içlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı hasbahçeler vaad etmiştir O; ve o esenlik dolu ebedî bahçelerde güzel ve ferah evler: (100) Ve hepsinden daha üstünü de: Allah'ın hoşnutluğu, hoşça kabulü, işte budur, en büyük/en yüce bahtiyarlık!
100 - İbranice'de "neşe/mutluluk" anlamına gelen edên sözcüğüyle akraba olduğu anlaşılan adn sözcüğüne burada verilen karşılık için, terimin Kur'ânî vahyin nüzul sırasına göre ilk defa geçtiği 38:50 ile ilgili olarak verilen açıklayıcı 45. nota bkz. |
73. | EY PEYGAMBER! Hakkı inkar edenlerle ve münafıklarla yılmadan savaş; ve onlara karşı kararlı ve ödünsüz davran, (101) ki [pişman olup tevbe etmezlerse] varacakları yer cehennemdir; ne kötü bir duraktır orası!
101 - Yani, "temel ilkelerden asla taviz verme, onlarla uzlaşma". Cehede (doğru yolda ya da haklı sebeplere dayanarak yılmadan savaşmak, uğraşmak) fiilinin anlamı için bkz. 4. sure, 122. not. Câhid formundaki emir, açıktır ki, burada daha çok soyut ve manevî çağrışımıyla yüklü olup, önceki bölümde sözü geçen her türden münafıklar da dahil küfrünü saklamayan kafirlere ve kararsızlara yönelmiş her türlü ikna ve inandırma ya da irşad çabasını işaret etmektedir. Buyruk ilk ağızda her ne kadar Hz. Peygamber'e yöneltilmiş ise de, zımnen bütün müminlere hitab ettiği aşikardır. |
74. | [İkiyüzlüler, kötü] bir şey söylemedikleri konusunda Allah'a yemin ediyorlar; oysa, onların hakkı inkara varan bir söz (102) sarf etmiş oldukları ve (böylece,) önce Allah'a teslimiyetlerini ifade edip sonra da hakkı inkar etmiş oldukları bilinen bir şey: böyle yaparken onlar, ulaşamayacakları bir amaç peşindeydiler. (103) Allah'ın, ve O'nun lütuf ve cömertliği sayesinde Elçisi'nin kendilerini (ruhen ve manevî olarak) zengin ve yetkin kılmasından (104) başka bir hata (ya da eksiklik) bulamazlardı [dinde]. Bundan sonra, eğer pişman olup tevbe ederlerse, bu onların kendi iyiliklerine olacaktır; ama yüz çevirirlerse, Allah onları hem bu dünyada hem de öte dünyada pek çetin bir azaba uğratacak; ve onlar da bu dünyada kendilerine ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.
102 - Bkz. yukarıda 61. ayetin ilk cümlesi ve ilgili 86. not. Vahiy konusunda Hz. Peygamber'in bir yanılgı, bir kendini aldatma hali içinde olduğu yolundaki iddia, doğal olarak o'na vahyedilen şeyi, yani Kur'an'ın muhtevasını, ortaya koyduğu öğretiyi inkar etmekle aynı şeydir. 103 - Lafzen, "ulaşmaya güç yetiremeyecekleri bir şey peşindeydiler". Klasik müfessirler buradaki ifadeyi, bazı münafıkların, Tebük seferi sırasında Hz. Peygamber'i öldürmek için giriştikleri başarısız bir suikast eylemine işaret olarak yorumlamaktadırlar. Ama yine de biz, bu tarihsel açıklamanın doğruluğunu ya da geçerliliğini tartışmadan inanıyoruz ki yukarıdaki ifade, çok daha derin bir anlama işaret etmekte ve kişinin, insan hayatının anlam ve amacı hakkında müsbet bir inanç -ki böyle bir inanca, üstün erdem ve duyarlıklarla donanmış kişilere yani, peygamberlere indirilen vahiy yardımıyla ulaşılabilir- sahibi olmadan içsel bir huzura, manevî yetkinliğe ulaşamayacağı gerçeğini dile getirmektedir. (İlahî vahyin, böyle bir bilgilenmenin, böyle bir aydınlanmanın biricik kaynağı olduğuna işaret eden dolaylı bir ifade 96:5'de karşımıza çıkmaktadır ki bu Hz. Peygamber'e vahyolunan ilk Kur'ânî pasaj içindedir.) Bu itibarla, "Allah'a teslim olmak" konusunda gösterdikleri kararsız istekle, Hz. Peygamber'in kendilerine teklif ettiği rehberliğe itibar etmek konusundaki isteksizlikleri arasında bocalayan, kendilerini tüketip duran münafıklar, böyle yapmakla, "ulaşamayacakları bir amaç güdüyorlardı". 104 - Yani, Kur'an'ın manevî rehberliğinin ve onun ahlakî ve toplumsal ilke ve öğretilerine bağlılığın sağlayacağı maddî ve toplumsal refahtan başka. Yukarıdaki ifade, münafıkların, Hz. Peygamber'e bağlılıkta gösterdikleri isteksizliğin, o'nda ve o'nun tebliğ ettiğinde bu bakımlardan bulabildikleri hata ya da eksikliklerden ötürü değil de, bu dinin onlara sağlayabileceği maddî manevî nimet ve erdemlere karşı nankör ve liyakatsiz olmalarından ileri geldiğini işaret ediyor. (Vahyine önayak olan tarihsel neden ya da olaylardan ötürü bu ayetin büyük bir kısmı geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olsa da, dile getirdiği ahlakî boyut ya da öğretinin zamanla kayıtlı olmadığı ortadadır.) |
75. | Ve onların arasında, "Doğrusu, eğer Allah bize cömertliğinden [bir şeyler] bahşederse, kuşkusuz biz de hayır için harcar (sadaka verir) ve hiç kuşkusuz dürüst ve erdemli kimselerden oluruz!" diye Allah'a yemin edenler var. |
76. | Fakat böyleleri, daha Allah cömertliğiyle kendilerine [bir şey] verir vermez, hemen ona hasisçe sarılır, [ettikleri bütün o yeminlerden] inatla geri dönerler. |
77. | Bunun üzerine Allah da, Kendisiyle karşılaşacakları Gün'e kadar içlerinde taşıyacakları bir nifakı sokar onların yüreklerine. (105) Bu, onların, Allah'a verdikleri sözü yerine getirmekten geri durmaları ve yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmeleri yüzündendir. (106)
105 - Lafzen, "Allah da onlara, O'nunla karşılaşacakları güne kadar kalplerinde (taşıyacakları) bir nifak ile karşılık verir" (akabehum). (Burada, "O'nunla karşılaşacakları gün"den kasıt Kıyamet Günü'dür.) Bu açıklamasıyla Kur'an, belli bir tip insanda, "nifak" ya da "ikiyüzlülük" olarak tanımlanan zihnî tutumun dünyevî zenginliklere karşı duyulan aşırı tutkudan kaynaklandığını vurgulamaktadır; bunun tersi pek mümkün değildir; yani nifakın bir sonuç değil de sebeb olduğunu söylemek mantıken pek doğru olmayacaktır (keza bkz. 29:11 ve ilgili 7. not). Bu konuda karş. Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği: "Münafığın alameti üçtür: konuştuğu zaman yalan söyler; söz verdiği zaman sözünden döner ve kendisine güvenildiği (bir şey, bir iş, bir sır emanet edildiği) zaman ihanet eder" Hadisi. (Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Neseî; Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Neseî, İbni Mâce ve İbni Hanbel Abdullah b. Amr'dan benzer içerikli hadis metinleri nakletmişlerdir.) 106 - Yani, yeminleri bozmak için bahane arayarak kendi kendilerine karşı yalan söylemeleri, kendi kendilerini aldatmaları yüzündendir. |
78. | Bilmiyorlar mı ki, onların [bütün o] sırlarından, [bütün o] gizli görüşmelerinden Allah'ın haberi var? (Ve yine bilmiyorlar mı ki,) Allah, insan idrakini aşan şeyler hakkında eksiksiz bilgi sahibidir? |
79. | [Bu münafıklar] Allah yolunda (107) hem vermekle yükümlü olduğundan fazlasını veren müminlere, hem de (mevcut) güçlerinin elverdiği [mütevazi şeylerin] dışında verecek şey bulamayan müminlere dil uzatan ve onlarla alay eden kimselerdir. (108) Allah onların bu alay ve küçümsemelerini onlara geri çevirecektir; (109) nitekim, pek çetin bir azap beklemektedir onları. 107 - Bizim burada sadakât terimine karşılık olarak kullandığımız "Allah yolunda verilen şeyler" ifadesi için bkz. yukarıda 81. not. 108 - Medine'de münafıkların, Kur'an'ın "Allah için vermeleri gerekir" talimatı uyarınca müminlerin, cemaatin imamı olarak Hz. Peygamber'e getirdikleri şeyleri (sadakaları) küçümseyip alay konusu yaptıklarına dair pek çok sahih rivayet vardır. Sözgelimi, sahâbîlerden Ebû Mesûd'un bu konuda şöyle dediği nakledilmiştir: "Biri biraz fazla bir şeyler takdim etse, [bu ikiyüzlüler] hemen: sadece göze girmek, insanlar tarafından övülmek istiyor' derlerdi; biri de mütevazi bir şeyler [biraz hurma yahut hububat] getirirse bu sefer de, Allah'ın böyle bir sadakaya ihtiyacı yok' derlerdi". (Buhârî, Müslim ve öteki Hadis derlemelerinde benzer başka rivayetler). Yukarıdaki ayet, hiç kuşkusuz yalnızca tarihî örneklere işaretle kalmıyor; kendi art niyetli, içtenliksiz ruh durumunu başka insanlara da yansıtan münafık insanın seciyesini, bakış açısını da sergiliyor. 109 - Lafzen, "Allah da onları küçümseyecektir". Kur'an'da sık sık başvurulan bir mukabele üslubu. Burada Allah'ın onlarla alay edeceği değil, onların alaylarının bir karşılığı olarak kendilerini cezalandıracağı, azaplandıracağı anlatılmak istenmektedir (örn. 2:15). |
80. | (İmdi,) onların bağışlanmaları için [Allah'a] ister dua et, ister etme, [hiçbir şey fark etmeyecektir; çünkü] onlar için istersen yetmiş kez (110) af dile, Allah'ı ve O'nun Elçisi'ni inkara yeltenmelerinden ötürü Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, böylesine kötülüğe batmış bir topluluğu doğru yola çıkarmaz. (111)
110 - Yani, pek çok kere. Arapça'da "yetmiş" sayısı genellikle "çok, pek çok" anlamında kullanılır, tıpkı "yedi" sayısının da "muhtelif" sözcüğünün eşanlamlısı olarak kullanılması gibi (bkz. Lisânu'l-Arab ve Tâcu'l-Arûs). Başka derlemeler yanında Buhârî ve Müslim'de kaydedilen pek çok güvenilir rivayet, Hz. Peygamber'in, düşmanlarını affetmesi için sık sık Allah'a dua ettiğini ortaya koymaktadır. 111 - Yani, "haksız ve günahkarca davranışlarında olumsuz derecede ileri giden, kötülükte inat ve ısrar gösteren (temerrüd) kimseleri... (ki) böyleleri tevbe etmek ve imana erişmek konusundaki yatkınlıklarını bütün bütün kaybetmişlerdir" (Menâr X, 657). |
81. | GERİDE bırakılan bu [münafık] kimseler, Allah Elçisi'nin [sefer için ayrılmasının] ardından kendilerinin savaştan uzak kalmalarına sevindiler; (112) çünkü, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmak düşüncesi bunların hoşuna gitmiyor ve [hatta birbirlerine] "Bu sıcakta savaşa çıkmayın!" diyorlardı.De ki: "Cehennem ateşi çok daha sıcaktır!" Tabii, eğer bu gerçeği kavrayabilirlerse! 112 - Lafzen, "kendilerinin [evde] kalmasına sevindiler" -şu ya da bu bahaneyi ileri sürerek Tebük seferine katılmaktan kaçınan kimselere ilişkin bir atıf (bkz. yukarıda 59 ve 66. notlar). Bir sonraki ifadeden -ve pek çok sahih rivayetten- anlaşılacağı gibi, ileri sürülen bahanelerden biri de aşırı mevsim sıcaklıklarıydı. |
82. | Bundan böyle artık az gülsün onlar, çünkü kazandıklarından ötürü çok ağlayacaklar. (113) 113 - Lafzen, "ve çok ağlasınlar". |
83. | Bundan sonra Allah seni olur ki onlardan bazılarıyla yüz yüze getirirse (114) ve onlar da [seninle birlikte savaşa] çıkmak için iznini isterlerse, (onlara) de ki: "Bundan böyle benimle asla (sefere) çıkmayacak ve benimle hiçbir düşmana karşı savaşmayacaksınız! Ma-dem, bir kere evde oturup kalmayı yeğlediniz, öyleyse artık oturup kalmaya devam edin, geride kal[mak zorunda ol]anlarla beraber!" (115)
114 - Lafzen, "Allah seni [sefer dönüşü yine] onlardan bir grupla karşı karşıya getirirse" -yani, aslı olmayan mazeretlerle evde kalan münafıklarla. 115 - Yani, yaşlı erkekler, kadınlar, çocuklar, hastalar ve savaşa katılmayacak ya da katılmaları beklenmeyecek başkalarıyla beraber (Menâr X, 662). |
84. | Ve onlardan ölen kimsenin asla namazını kılma; mezarı başında da durma sakın: (116) çünkü onlar Allah'ı ve O'nun Elçisi'ni inkara yeltendiler ve bu günah içinde öldüler. (117)
116 - Yani, ölmeden önce tevbe edip ıslah bulmadığı takdirde. Rivayete göre, hayatı boyunca Hz. Peygamber'e muhalefet tavrı içinde olan ve Medine'li münafıkların lideri durumunda bulunan Abdullah b. Ubeyy ölüm yatağındayken oğlunu Hz. Peygamber'e göndererek, o'ndan, mezara konurken sarsınlar diye gömleğini vermesini, bir de cenaze namazını o'nun kıldırmasını ister. Hz. Peygamber bunu, Abdullah b. Ubeyy'in tevbe haleti içinde olduğuna yorar ve gömleğini gönderir, cenaze namazını da kıldırır. Ömer b. Hattâb, bütün müminlerin "Allah'ın düşmanı" olarak gördükleri birine karşı gösterilen bu hoşgörüye şiddetle karşı çıktığı zaman Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Allah bu konuda beni muhtar kılmıştır [surenin 80. ayetine atıfla: "Onların bağışlanmaları için ister dua et, ister etme... -onlar için istersen yetmiş kez af dile ...vb."]; dolayısıyla [onun için] yetmişten daha fazla dua edeceğim." (Buhârî, Tirmizî ve Neseî'de bu rivayetin muhtelif tarîkleri kaydedilmiştir. İbni Hanbel, İbni Abbâs'a dayanarak; Buhârî ve Müslim İbni Ömer'e dayanarak; Müslim keza Câbir b. Abdullah'a dayanarak). Aynı olaya ilişkin muhtelif rivayetler başka bazı Hadis derlemelerinde de yer almaktadır. Abdullah b. Ubeyy, Hz. Peygamber Tebük seferinden döndükten bir süre sonra öldüğüne ve surenin 84. ayeti de -surenin büyük bir kısmı gibi- bu sefer sırasında vahyedilmiş olduğuna göre bu ayetle getirilen yasak, müteakip ayetlerin de delalet ettiği gibi, sadece, "Allah'ı ve O'nun Elçisi'ni inkara yeltenen ve bu günah içinde ölen" yani, bu günahtan tevbe edip dönmeden ölenlerle ilgilidir, onlar için geçerlidir. 117 - Lafzen, "günahkar olarak öldüler". |
85. | (O halde) onların dünyevî zenginlikleri ve çocukları[nın çokluğundan umdukları bahtiyarlık] seni imrendirmesin: Allah bütün bunlarla bu dünya [hayatın]da onlara azap etmek ve canlarının hakkı inkar tutumu içinde çıkmasını [sağlamak] istiyor. (118)
118 - Karş. 3:178 ve 8:28, ve ilgili notlar. Yukarıdaki 55. ayetin aynen tekrarı olan bu ifade sorunun psikolojik önemini vurgulayıcı bir anlam taşıyor (Zemahşerî) -yani, manevî değerlerin, manevî bahtiyarlığın yanında yahut onların yokluğunda dünyevî zenginliğin, bahtiyarlığın hiçbir değer ifade etmediği vurgulanıyor. |
86. | [Gerçekten de hakkı inkar ediyor onlar:] çünkü, vahiy yoluyla: "Allah'a inanın ve O'nun Elçisi'yle beraber [O'nun yolunda] savaşın" diye çağrıldıklarında, (119) onlardan [savaşa katılmaya] pekala güç yetirebilecek durumda olanlar [bile], "bizi bırak, evde kalanlarla birlikte kalalım" diyerek senden izin istediler. (120)
119 - Lafzen, "bir sure indirildiğinde". Sûre sözcüğü burada "vahyedilen mesaj" anlamınadır (bkz. 47:20'de 25. not). 120 - Yani, kadın ve çocuk gibi savaşa katılmaları beklenmeyen yahut hastalık ve yaşlılık yüzünden savaşa katılamayacak durumda olan kimseler. |
87. | Geride kalanlarla birlikte olmayı yeğlediler ve bu yüzden de onların kalpleri mühürlendi; (121) öyle ki, artık hakkı kavrayamazlar. 121 - Karş. 2:7 ve ilgili not ve keza 7:100-101. |
88. | Oysa, Elçi ve o'nunla aynı inancı paylaşan herkes [Allah yolunda] mallarıyla, canlarıyla zorlu çabalar ortaya koymaktadır; işte [öte dünyada] en üstün armağanlara kavuşacak olan kimseler böyleleridir; sonu gelmez bir mutluluğa erişecek kimseler de bunlardır! |
89. | Allah, içlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı, yerleşip sonsuza kadar yaşayacakları hasbahçeler hazırlamıştır onlar için; işte en büyük bahtiyarlık budur! |
90. | VE BU ARADA savaştan bağışık tutulmaları (122) yönünde arzedilecek birtakım özürleri olan bedevîler [Elçi'ye] geldiler; Allah'ı ve O'nun Elçisi'ni yalanlamaya kalkışanlarsa [sadece] evde kalmakla yetindiler. (123) Hakkı inkara yeltenen böylelerine pek çetin bir azap gelip çatacak. 122 - Yani, Tebük seferine katılmaktan bağışık tutulmaları yönünde. El-muazzirûn terimi, hem gerçek ve geçerli bir özrü olanları, hem de "asılsız özürler ileri sürenleri" akla getiriyor; bu itibarla, "arzedilecek birtakım özürleri olanlar" ifadesi bize en uygun karşılık olarak gözüktü. Bu ve sonraki bölümlerde arâb'dan ("bedevîlerden") özel bir vurguyla söz edilmesi, muhtemelen onların, İslam tarihinin bu erken dönemlerinde, olumlu ya da olumsuz, İslam'a karşı tavırları bakımından son derece büyük bir önem taşımalarından ileri gelmektedir; o kadar ki, Yarımadadaki nüfusun çoğunluğunu oluşturan bu göçebe ya da yarı-göçebe savaşçı boyların birinci elden ittifakını sağlamaksızın İslam tebligatının Arabistan'da gerçek ve kalıcı bir dayanak elde etmesi, süratle yayılıp yerleşmesi mümkün olamazdı. Hz. Peygamber Tebük seferine hazırlandığı sırada, ihtidâ etmiş kabilelerden birçoğu o'nun kumandası altında savaşa gitmeye istekli görünürken (ki, sefere katılarak bunu fiilen isbat etmişlerdir); bir kısmı da, yokluklarında savunmasız kalan obalarının, henüz ihtidâ etmemiş düşman kabilelerin saldırısına uğramasından, soyulup yağmalanmasından korkuyorlardı (Râzî); diğer bir grup da vardı ki, bunlar uzak diyarlara yapılan ve ilk bakışta kendileri için pek bir çıkar sağlayacak gibi gözükmeyen bir sefere katılmanın zorluk ve sıkıntılarını göze alamıyorlardı. 123 - Yani, Medine'ye gelip özür belirtmek zahmetine bile katlanmaksızın. |
91. | Zayıflar, (124) hastalar ve [kendilerine savaş için donanım sağlama] imkanına sahip olmayanlar, (125) Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı içtenlik sahibi oldukları sürece, sorumlu tutulmayacaklardır; iyilik yapanları sorumlu tutmak için bir sebep yoktur; çünkü Allah çok acıyıp esirgeyen gerçek ba-ğışlayıcıdır. 124 - Yani, yaşlı ve sakatlar. 125 - Lafzen, "sarf edecek bir şey bulamayan", yani kendine silah, binek ve teçhizat sağlamak üzre. Sözkonusu dönemde henüz beytu'l-mâl (cemaat hazinesi) yoktu ve bu sebeble, sefer durumunda herkesin kendi silah ve teçhizatını, kendi bineğini kendinin sağlaması gerekiyordu. |
92. | Ve sana, kendilerine binek sağlaman için başvurduklarında, "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğin zaman, bu yolda harcayacak imkanları olmadığı için üzüntüden gözleri yaşararak dönüp gidenler de sorumlu tutulmayacaktır. |
93. | Yalnızca, [savaşa katılmak için] her bakımdan müsait ve varlıklı oldukları halde senden [katılmamak yönünde] izin isteyenler (126) haklı olarak kınanıp sorumlu tutulabilir. Böyleleri evde kalanlarla birlikte oturmayı yeğlediler; Allah da bu yüzden onların kalplerini mühürledi; öyle ki, artık [ne yaptıklarını] bilmiyorlar.
126 - Lafzen, "zengin oldukları halde, senden [sefere katılmamak hususunda] izin isteyen". Ğanî terimi, "zengin olan kimse", yahut "ihtiyaçtan azade olan" ya da "kendine yeterli" anlamına geliyor; bu anlam örgüsü içinde malî yeterlilik yanında bedenî elverişliliği de ifade ettiği açıktır. Demek ki, burada hem bedenî yeterlik olarak sefere katılmakta bir engeli bulunmayanlar, hem de parasal gücüyle kendi silah, teçhizat ve bineğini sağlayabilecek durumda olduğu halde sefer dışı kalmak isteyenler sözkonusudur (karş. yukarıda 86-87. ayetler). |
94. | [Ve] onlar, [seferden] döndüğünüzde de size bahaneler arzedecekler! De ki: "[Asılsız] özürler ileri sürmeyin, [çünkü] size inanmıyoruz: Allah bize hakkınızda gerekli bilgiyi vermiş bulunuyor zaten. [Bundan sonraki] yapıp-ettiklerinize bakacak Allah; ve O'nun Elçisi [de öyle]; ve sonunda, yaratıkların görüş ve algı alanı dışında kalan şeyleri de, onların duyu ve tasavvur yoluyla tanıklık edebilecekleri şeyleri de (127) bütün gerçeğiyle bilen O'nun karşısına çıkarılacaksınız; (128) Ve O sizin [hayatta] ne yapıp-ettiğinizi tam olarak kavramanızı sağlayacak".
127 - Bkz. 6. sure, 65. not. 128 - Lafzen, " ve sonra O'na geri götürüleceksiniz". |
95. | [Ey inananlar,] onlara döndüğünüzde, kendilerini rahat bırakasınız diye, (129) sizi temin etmek için Allah'a yemin edecekler. O halde, bırakın peşlerini, çünkü tiksinti veren kimselerdir onlar; ve yapageldiklerinden ötürü varacakları yer cehennemdir onların.
129 - Zımnen, "onları suçlamayasınız, kınamayasınız diye". Aslında sözü geçen kimselerin çektikleri bu korku pek de yerinde değildi; çünkü, Tebük seferinden döndüğünde Hz. Peygamber, seferde kendisine katılmayan bu kimselere karşı herhangi bir kınama ya da cezalandırma eylemine başvurmamıştır. |
96. | Sizi hoşnut etmek için yemin edeceklerdir; ama siz onlardan hoşnut olsanız [bile] (bilin ki), Allah günahkar bir topluluktan asla hoşnut kalmayacaktır. |
97. | Bedevîler [arasındaki ikiyüzlüler] (130) hakkı tanımaktan kaçınma tavırlarında ve ikiyüzlü davranışlarında [yerleşik insanlardan] daha ısrarlıdırlar; ve Allah'ın, Elçisi'ne indirdiği öğretinin sınırlarını görmezden gelmek, [başkalarına göre] onlardan daha çok beklenen bir haldir. (131) (Allah böyle diyorsa, bu böyledir) çünkü Allah her hükmünde ince-derin bir gerçeğe işaret eden mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir.
130 - Büyük parantez içinde yaptığımız bu açıklayıcı ilave, bedevîler arasında bulunan müminlerden sözeden 99. ayet gözönünde bulundurularak Râzî tarafından yapılan açıklamaya dayanmaktadır (keza bkz. Menâr XI, 8). 131 - Göçebe hayat tarzına ve bu hayatın yoğurduğu sert, esneklikten yoksun bir mizaca sahip olan bedevîler, günübirlik kabilevî ilgi ve maslahatlarıyla doğrudan bağlantılı görünmeyen ahlakî emir ve yaptırımlara ayak uydurmayı yerleşik insanlara göre daha zor başarabilmektedirler. Bu zorluk, onların metropollerden, yüksek kültürlerin doğduğu, geliştiği merkezlerden maddî olarak uzak kalmalarıyla daha da artmakta ve bunun sonucu olarak da, bedevîler dinî öğretilere/talimatlara karşı nisbî olarak daha kapalı, daha kavrayışsız kalmaktadırlar. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber yerleşik hayat tarzının göçebe hayat tarzına olan üstünlüğünü sık sık dile getirmiştir. Bu konuda karş. Tirmizî, Ebû Dâvûd, Neseî ve İbni Hanbel'in İbni Abbâs'a dayanarak kaydettikleri Hadis: "Çölde (bâdiye) yaşayan kimse mizac olarak kabalaşır/sertleşir (yahut kaba ve sert olur)". Ebû Dâvûd ve Beyhakî'nin, Ebû Hureyre'ye dayanarak kaydettikleri benzer bir başka Hadis daha vardır. |
98. | Ve (yine) bedevîler arasında [Allah yolunda] harcadığı her şeye kayıp gözüyle bakan ve [ey inananlar,] sizin darlık ve sıkıntıya düşmenizi bekleyenler var: [fakat] darlığa, sıkıntıya düşecek olan onlardır; çünkü Allah her şeyin özünü, iç yüzünü bilen, olup biten her şeyi işitendir. |
99. | Ama bedevîler arasında, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan, [Allah yolunda] harcadıklarını, kendilerini Allah'a yaklaştıran ve Elçi'nin dualarında anılmalarını sağlayan vesileler olarak görenler de var. Bakın işte bu, [Allah'ın onlara] yakınlık [göstermesi] için gerçek bir vesile olacaktır; [çünkü] Allah onları rahmetiyle kuşatacaktır: gerçek şu ki, Allah çok acıyıp-esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır! |
100. | Zulüm ve kötülüğün egemen olduğu diyardan göç edenler ile Din'e sahip çıkan ve koruyanların (132) ilklerine, önde gelenlerine ve bir de iyilik/doğruluk [yolun]da onları izleyenlere gelince, Allah onlardan hoşnuttur; onlar da Allah'tan. Ve O, onlar için içlerinde yerleşip sonsuza kadar yaşayacakları, derelerin, ırmakların çağıldadığı hasbahçeler hazırlamıştır: İşte en büyük bahtiyarlık budur!
132 - Yukarıdaki anlam örgüsü içinde bizim "zulüm ve kötülüğün egemen olduğu diyardan göç edenler" ifadesiyle aktardığımız muhâcirûn (bkz. 2. sure, 203. not ve 4. sure, 124. not) terimi öncelikle, Mekke'nin henüz İslam düşmanlarının elinde olduğu dönemlerde, oradan, o günlerde hâlâ Yesrib diye bilinen Medine'ye göç eden (hâcerû) Hz. Peygamber'in Mekkeli arkadaşlarına matuftur; "onların ilkleri, önde gelenleri" ifadesi, bu göçmenlerin ilk kafilelerine, yani Miladî takvime göre 622 yılı içinde (ki bu tarih İslamî Hicrî takvimin de başlangıcıdır) yahut bu tarihten önceki ve sonraki birkaç yıl içinde Medine'deki Müslüman cemaatinin henüz güçlü Mekkeli müşriklerin tehdidi altında bulundukları dönemde Mekke'yi terk eden müminlere işaret etmektedir. Benzer şekilde ensâr (lafzen, "yardımcılar") terimi de, bu anlam örgüsü içinde, din kardeşlerine kucak açıp onları barındıran, onlara yardım ve destek veren (nasarû) Medine halkından ilk mühtedîlere matuftur. Onların "ilklerinden, önde gelenleri"nden kasıt da, Hz. Peygamber ve Arkadaşlarının Medine'ye hicretinden önce ve bu tarihten az sonra İslam'ı benimseyenler ve özellikle de, Hz. Peygamber'le Yesribli Evs ve Hazrec kabilelerine mensup temsilciler arasında Mekke yakınlarında bulunan Akabe vadisinde, ilki yaklaşık Hicret'ten bir yıl önce, ikincisi birkaç ay önce yapılan ve Akabe Biatleri olarak bilinen iki görüşmede hazır bulunan kimselerdir. Bütün bunlarla beraber, muhâcirûn ve ensâr terimleri, bu tarihsel çağrışımlarını aşarak Kur'an'da daha genel ve kuşatıcı bir anlam yüklenmişler ve çok defa "zulüm ve kötülüğün egemen olduğu ortamdan" kendini ahlaken uzak tutan ve "Dîn'e sahip çıkan ve koruyan" kimseleri ifade eder olmuşlardır (bkz. 8. sure 78. not). |
101. | Ne var ki, bedevîler arasında ikiyüzlüler ve [Peygamber'in] şehrinde (133) yaşayanlar arasında da ikiyüzlülüğünü küstahlığa vardıranlar var. Sen onları [her zaman] tanımıyorsun. Ama Biz onları biliyoruz. Onlara [bu dünyada] iki kat azap vereceğiz; (134) [öte dünyada ise] onlar çok (daha) zorlu bir azaba terk edilecekler.
133 - Yani, Medine'de. Sözkonusu şehrin asıl adı Yesrib'di; Hz. Peygamber'in Mekke'den buraya hicretinden sonra Medînetu'n-Nebî ("Peygamber Şehri") adıyla anılır oldu; ve giderek, üstünlük ve saygı ifade eden bir belirlilik yüklemi içinde, nevinin mümkün en mükemmel örneği (par excellence) manasında yalnızca el-Medîne ("Şehir") denilegeldi. 134 - Yani, önce zihinsel karışıklık ve bunun tabii sonucu olarak baş gösteren ruhsal sıkıntılarla el ele giden dünyevî iş ve uğraşlarında içine düşecekleri başarısızlık ya da rüsvaylık; sonra da, ölüm gelip çattığında, günah ve kötülüklerinin bağışlanmaz yükünü duyduklarında içine düşecekleri yararsız pişmanlık ve yazıklanma şeklinde (Menâr XI, 19). |
102. | Bir de, iyi davranışlarını kötü olanlarla karıştırdıktan sonra günahlarının farkında olan (135) başkaları (136) [var]: Allah'ın onların tevbelerini kabul etmesi umulabilir. Çünkü Allah, hiç şüphesiz, çok acıyıp-esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır.
135 - Lafzen, "iyi olan bir işini kötü olan bir ötekiyle karıştırmak suretiyle işledikleri günahı kabul ve itiraf eden". Bu ifade ilk bakışta her ne kadar Tebük seferine katılmaktan kaçınan kararsız Müslümanları îma ediyor ise de, ayetin mazmunu, en geniş anlamıyla, ortada haricî bir ayartma ve kışkırtma olmadığı zaman işlediği günahın ya da kötülüğün farkında olan ve dönüp tevbe eden herkesi içine almaktadır. 136 - Yani, kelimenin tam anlamıyla ne mümin ne de münafık olduğu söylenemeyecek, eğriyle doğru, hakla bâtıl arasında gidip gelen kafası karışık, kalbi tam olarak henüz mutmain olmamış kararsız kimseler. |
103. | Bunun içindir ki, [ey Peygamber, bundan sonra artık] onların mallarından Allah için sundukları şeyleri kabul et, (137) ki belki bunu yapmakla onların salah bulmalarına, arınmalarına önayak olursun. Ve onlar için dua et; çünkü senin duan onlar için bir huzur [vesilesi] olacaktır. (Ve bütün bunların da üstünde bil ki
,) Allah her şeyin-herkesin özünü bilen mutlak bilgi sahibi olarak olup-biten her şeyi işitmektedir. 137 - Lafzen, "Onların mallarından Allah için sunulanı (sadaka) al". Bu terimin anlamı için bkz. yukarıda 81. not. Burada sadaka öncelikle, her Müslümana farz olan ve malın belli bir kısmının verilmesini öngören zekât'ı ("arındırıcı yükümlülükler"i) ifade etmektedir. Zekât'ın devletin ya da cemaatin imamı (ya da başkanı) tarafından kabul edilmesi, terimin Kur'ânî anlamı çerçevesinde (arınma ya da kendini temize çıkarma anlamında), verenin Müslümanlığına delalet ettiği için Hz. Peygamber, davranışlarıyla ikiyüzlü olduklarını ortaya koyan kimselerden zekât kabul etmiyordu; bununla birlikte, yukarıdaki ayet Hz. Peygambere (ve dolayısıyla her devir için geçerli olmak üzere, devlet ya da cemaat başkanına) hem sözleriyle, hem de davranışlarıyla tevbe ve pişmanlıklarını gösteren kimselerden de zekât kabul etme izin ve yetkisini vermektedir. |
104. | Bilmiyorlar mı ki, kullarının tevbelerini kabul eden (138) Allah'tır; O'nun için sunulan şeyleri kabul eden de O. (Evet, bilmiyorlar mı ki kendisine yürekten yönelen, sığınan herkesi) acıması-esirgemesiyle kuşatıp tevbeleri kabul eden Allah'tır?
138 - Lafzen, "kullarından tevbe kabul eden": böylece işaret edilmiş oluyor ki, Hz. Peygamber de dahil hiçbir insan, hiçbir ölümlü, günahkarın günahını bağışlayıp onu arındıracak güce ve yetkiye sahip değildir (Menâr XI, 32). Hz. Peygamber'in bu konuda yapabileceği tek şey, günahkarın bağışlanması için Allah'a dua etmektir. |
105. | Ve [ey Peygamber, onlara] de ki: "Yapın (yapmak istediğinizi)! (139) Allah yapıp-ettiklerinizi görüyor; O'nun Elçisi de (görüyor), inananlar da: (nasıl olsa) sonunda, insanın hem görüş ve kavrayış alanı dışında kalan âlemi, hem de duyuları ve tasavvurlarıyla tanıklık edebileceği âlemi bütün gerçeğiyle bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. (140) Ve o zaman O, sizin yapageldiğiniz şeyleri (bütün gerçeğiyle) görüp anlamanızı sağlayacak".
139 - Bu ifade, yukarıda 103. ayette geçen "onların mallarından Allah için sundukları şeyleri kabul et... ve onlar için dua et" yönergesiyle bağlantılı görünüyor. İmanın bütünleyici bir parçası olarak yapıp-etmeler (amel) konusundaki ısrar Kur'an'ın ahlak öğretileri çerçevesinde son derece büyük, son derece aslî bir önem taşımaktadır: karş. "inanmak" ve "iyi ve doğru işler yapmak" kavramlarının Kur'an'da çok kere yanyana zikredilmesi; "inandıkları halde, iyi ve doğru eylemler ortaya koymayanlar"ın kınanması (bkz. 6:158 ve ilgili 160. not). 140 - Bkz. 6. sure, 65. not. |
106. | Bir de, [durumlarının ne olacağı] Allah'ın yargı ve iradesine kalmış (141) olan başka bir kısım insanlar [var ki], bunları [Allah] ya azaplandıracak ya da yine acıması-esirgemesiyle yönelecektir onlara. Çünkü Allah doğru hüküm ve hikmetle yargılayan mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir. 141 - Lafzen, "Allah'ın buyruğuna/takdirine (emr) kalmış"; yani, gelecekte tevbe edecekleri ihtimali ya da beklentisi içinde durumları henüz açıklığa kavuşmamış. Önceki dört ayette olduğu gibi, bu ayette de kendilerine atıfta bulunulan kimseler, öncelikle, Tebük seferine katılmayan kararsızlar grubu olmakla birlikte, zımnen, doğruyla eğri arasında kararsızlık, sebatsızlık içinde gidip gelen kimselerdir; şu farkla ki, 102-105. ayetlerde sözü geçen tevbekarların hatalı ya da günahkarca davranışlarını kendiliklerinden fark etmiş oldukları ifade edilirken, 106. ayette sözü edilen kimseler henüz nefis muhasebesine, öz eleştiriye başvurup tevbe aşamasına varmamışlar ve bunun sonucu olarak da bunların durumları, iç saiklerinin kendilerini şu ya da bu yolda kesin bir tercihe yönelteceği güne kadar "askıda kalmış" gibidir. Psikolojik açıdan bu ayetle 7. surenin 46 ve 47. ayetleri arasında ince bir ilgi görmek mümkün. |
107. | VE [birtakım] zararlı eylemlerde bulunmak, dinden çıkmayı örgütlemek, müminler arasına ayrılık sokmak ve başından beri Allah ve O'nun Elçisi'ne karşı savaş tavrı içinde bulunanlara (142) bir gözetleme yeri sağlamak için [ayrı] bir mâbed kuran [münafık]lar [var]. Bunlar [ey inananlar, size] muhakkak ki, şöyle yemin edecekler: "Biz (bununla) sadece iyilerin iyisini yapmak istemiştik!" Oysa, Allah onların yalancılar olduğuna [Bizzat] tanıktır. (143)
142 - Lafzen, "ötedenberi Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı savaş verenlere", yani Tebük seferinden önce de. Bu ayetin atıfta bulunduğu tarihî vaka şöyle özetlenebilir: Mekke'den Medine'ye hicret ettiği günden beri Hz. Peygamber, Hazrec kabilesinin önde gelenlerinden biri olan ve yıllarca önce Hristiyanlığı benimsemiş bulunan ve bu yanıyla da gerek kendi hemşehrileri arasında gerekse Suriyeli Hristiyan topluluklar arasında bir hayli ün salmış olan Ebû Âmir'in ("Keşiş") şiddetli muhalefetine hedef oldu. Sözü geçen kişi tâ başından beri Hz. Peygamber'in düşmanlarıyla, Mekkeli müşriklerle ittifak içine girdi ve Uhud savaşında onların yanında yer aldı (H. 3. yıl). Bu savaştan kısa bir süre sonra Suriye'ye göçüp orada, Bizans İmparatoru Heraklius'u, Medine'yi istila edip Müslüman cemaati bir daha kendini toparlayamayacak biçimde çökertmesi yönünde kışkırtmak için elinden geleni yaptı. Kendisi oradayken Medine'de, kendi kabilesinden sürekli temas ve haberleşme halinde olduğu gizli yandaşları vardı. H. 9. yıl içinde bu yandaşlarına, Heraklius'un Medine'ye bir ordu göndermeyi kabul ettiği ve bunun için büyük hazırlıkların yapılmakta olduğu yolunda bir haber uçurdu. (Hz. Peygamber'in savunma amaçlı Tebük seferi de böyle bir habere dayanıyor olmalı.) Ebû Âmir, Medine'nin istilasını hedefleyen bu askeri harekat gerçekleştiği takdirde yandaşları için bir toplanma yerine/bir ileri karakola ya da karargaha ihtiyaç duyulacağı düşüncesiyle, onlara Medine'nin hemen yakınında bulunan Kubâ yerleşim bölgesinde kendilerine bir mâbed kurmalarını ve böylece Hz. Peygamber'in Medine'ye vardığı günlerde aynı semtte yaptırdığı mescidde toplanma mecburiyetini ortadan kaldırmaya çalışmalarını önerdi (bkz. aşağıda 145. not). Nitekim, Ebû Âmir'in yandaşları onun bu önerisine uyup sonunda böyle bir mescid yaptılar. Yukarıdaki ayette atıfta bulunulan mescid de işte bu mesciddir ve Tebük seferinden döndükten hemen sonra Hz. Peygamber'in emriyle yıktırılmıştır. Ebû Âmir'in kendisi ise bu vakadan kısa bir süre sonra Suriye'de öldü. (Bu konuyla ilgili tüm rivayetler için bkz. Taberî ve İbni Kesîr'in bu ayete ilişkin yorumları.) 143 - Bu ayetin tamamı ilk ağızda her ne kadar önceki notta açıklanan tarihî vakayla ilgiliymiş gibi görünse de, temelde, Müslümanlar arasında görülebilecek her türlü hizipçi girişime karşı alınan, alınması gereken kesin bir tavrı yansıtmakta ve böylece bu konuda daha önce verilen bir talimatı pekiştirip genişletmektedir (bkz. 6:159 ve ilgili 161. not). |
108. | Böyle bir yere (144) asla adımını atma! İçine adım atacağın en uygun mescid, daha ilk günden beri Allah'tan yana sağlam bir bilinç ve duyarlık temeli üstünde yükseltilen mescittir. (145) [Öyle bir mescid ki] orada arınmak isteğiyle dolup taşan adamlar vardır, (ki zaten) Allah (da) kendini arındıranları sever.
144 - Lafzen, "oraya" -zımnen, "orada dua etmek için." 145 - Lafzen, "Doğrusu, takvâ üzerine kurulu bir mescid en uygunudur..." vb. Bazı müfessirler burada sözü edilen mescidin, Hz. Peygamber'in ya da arkadaşlarının inşa ettikleri ilk mescid olması bakımından, Hz. Peygamber'in H. 1. yılın Rebiülevvel ayında Medine'nin yakın köyü ya da kenar mahallesi Kubâ'ya vardığında orada yapımına başlanan Kubâ mescidi olduğu kanaatindedirler. Ne var ki, Hz. Peygamber'in, buradaki "takvâ (Allah'a karşı sorumluluk bilinci) üzerine kurulu mescid" tanımını daha sonraki dönemlerde inşa edilen Medine'deki mescidine de yakıştırdığını ifade eden sahih Hadisler vardır (Müslim, Tirmizî, Neseî, İbni Hanbel). Dolayısıyla, buradaki tavsif ve tanımlamanın, yapımcıları tarafından gerçekten ve samimî olarak içlerinde yalnızca Allah'a ibadet edilsin diye kurulmuş her mescid için geçerli olduğunu söylemek en doğrusudur. Bu son görüş müteakip ayetle de zaten doğrulanmaktadır. |
109. | O halde, hangisi daha iyidir? Yapısını Allah'a karşı sağlam bir sorumluluk bilinci ve O'nun hoşnutluğu[nu kazanma çabası] üzerinde yükselten mi; yoksa yapısını kaygan bir yar kenarına kuran ve sonra da onunla beraber yuvarlanıp cehennem ateşini boylayan mı? Allah [bile bile] kötülük yapan topluluğu doğru yola yöneltmez: |
110. | böylelerinin kurduğu mescid, içlerini paralayıp onları tüketinceye kadar (146) kalplerinde bir şüphe ve huzursuzluk kaynağı olmaktan öteye gitmeyecektir. (Hatırlayın ki, bunu böylece açıklayan) Allah her hükmüyle ince-derin bir gerçeğe işaret eden mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir. 146 - Lafzen, "kalpleri parça parça oluncaya kadar" -yani, ölünceye kadar. 109-110. ayetlerdeki "onların yaptığı yapı" ifadesi, açıktır ki, burada ibadet için yapılmış evler anlamında odaklanan önceki yüklemini aşıp genişleyerek temsîlî bir ifade tarzı içinde insanların bütün davranışlarını, bütün yapıp-etmelerini içine alıyor. |
111. | BİLESİNİZKİ, Allah yolunda savaşan, öldüren ve öldürülen müminlerden Allah canlarını mallarını satın almıştır; hem de karşılığında onlara cenneti vaad ederek: Bu O'nun, yerine getirilmesini Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da bizzat güvence altına aldığı gerçek bir vaattir. Kimdir verdiği sözü Allah'tan iyi tutan? Sevinin öyleyse, O'nunla böyle bir alış veriş yaptığınız için; çünkü budur en büyük bahtiyarlık! |
112. | [Bu, ne zaman bir günah işleseler, hemen] tevbe ve pişmanlık içinde Rablerine yönelen kimselerin [bahtiyarlığıdır]; O'na (yürekten) kulluk edenlerin; O'nu (coşkuyla) övenlerin; ve [O'nun hoşnutluğunu] aramaya durmaksızın devam edenlerin; (147) ve [O'nun önünde] eğilen, O'nun önünde hürmet ve tazimle yere kapananların; doğru ve güzel olanın yapılmasını önerip, eğri ve kötü olanın yapılmasına engel olanların; ve Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerin (bahtiyarlığı). Öyleyse, [ey Peygamber, Allah'ın bu vaadiyle] müjdele, bütün o müminleri.
147 - Müfessirlerin çoğu sâihûn (lafzen, "gezginler/seyyahlar") tabirine sâimûn yani, "oruç tutanlar" anlamını vermişlerdir; bu görüşü ileri sürerken, oruç tutan kimsenin de, tıpkı gezginler gibi kendisini geçici olarak dünya nimetlerinden, dünyevî tadımlardan geri tuttuğu düşüncesinden hareket etmişlerdir (Râzî'nin, Süfyân b. Uyeyne'den aktardığına göre). Bu müfessirlerin siyâha ("gezginlik/seyyahlık") terimiyle siyâm ("oruç") arasında kurdukları bu mecazî özdeşliği sâihûn teriminin, yukarıdaki anlam örgüsü içinde, muhtelif Sahâbîler ve onların bazı erken ardılları tarafından da böylece tefsir edilmiş olmasına dayandırdıklarını belirtmeliyiz (bkz. Taberî). Diğer bazı otoriteler ise (ör. Râzî'nin kaydettiği kadarıyla Ebû Müslim), terimin orijinal anlamını (lugat anlamını) tercih ederek onu az çok "muhâcirûn" ("zulüm ve kötülüğün egemen olduğu diyarı terk edenler") teriminin eşanlamlısı olarak tefsir etmişlerdir. Bize kalırsa, sâihûn ifadesi için kullanılabilecek en iyi karşılık "[Allah'ın hoşnutluğunu aramaya] durmaksızın devam edenler" şeklinde olanıdır; ki böylece siyâha teriminin hem lugat hem de mecazî çağrışımları oldukça geniş bir anlam alanı içinde birleştirilmiş de oluyor. |
113. | [GÜNAH içinde ölen] kimselerin cehennemlik olduğu kendilerine açıklandıktan sonra, yakın akraba olsalar bile, Allah'tan başkasına tanrılık yakıştıran kimselerin bağışlanmasını dilemek artık ne Peygamber'e yaraşır, ne de imana erişenlere. (148)
148 - Sonraki ifadelerden de anlaşılacağı gibi, bu yasaklama müşriklerden ölmüş bulunanlar, yani tevbe etmeden ölenler için geçerlidir (Zemahşerî, Râzî); henüz yaşayanlar için değil: Çünkü "henüz hayatta olan birinin (bir günahkarın) bağışlanmasını dilemek, bunun için dua etmek... Allah'ın böyle bir kişiye hidayetini bahşetmesini istemek demektir, ki bu caizdir" (Menâr XI, 60). |
114. | İbrahim'in (buna benzer bir durumda) babasının bağışlanması için yaptığı duaya gelince, bu sadece o'nun berikine [daha sağlığında] vermiş bulunduğu bir söze dayanıyordu. (149) Ama o'na berikinin Allah'ın düşmanı olduğu açıklandığı zaman [İbrahim] ondan hemen kopup uzaklaştı. Zaten İbrahim çok ince ruhlu, yumuşak huylu biriydi.
149 - Hz. İbrahim'in, babasına bu yolda verdiği söz 19:47-48 ve 60:4'de geçmektedir. Hz. İbrahim'in yaptığı duanın aslı için bkz. 26:86-87. |
115. | Ve Allah bir topluluğu -onlara doğru yolu gösterdikten sonra (bile)- sakınıp gözetecekleri şeyler konusunda kendilerini [bütünüyle] aydınlatmadan asla sapıklıkla suçlamaz. (150) Gerçek şu ki, Allah her şeyi aslıyla ve bütünüyle bilir. (151)
150 - Lafzen, "... suçlamak Allah'a yakışmaz/yaraşmaz" -yani, "bir toplumu doğru yola ulaştırdıktan sonra onları sapıklığa düşürmek", Allah'ın mutlak ve sınırsız ilmiyle, yüceliğiyle kâbil-i telif olmaz. Yukarıda asıl metinde "onları sapıklığa düşürmez" şeklinde olan ifadeyi "sapıklıkla suçlamaz" şeklinde aktarırken, büyük klasik müfessirlerden bazılarının bu konudaki tefsirlerine dayandığımızı belirtelim (örn. Taberî, Râzî). "Onlara doğru yolu gösterdikten sonra" şeklindeki ifadeye gelince, Râzî bunu, "onları doğru yola (ruşd) davet ettikten sonra" şeklinde yorumluyor. 151 - Çoğu müfessirler, bu ayetle uyarılan kimselerin, 113. ayet indirilmeden önce, şirk (yani, Allah'tan başkasına tanrılık yakıştırma) tutum ve davranışı içinde ölen akraba ve dostlarının bağışlanması yolunda dua eden müminler olduğunu söylemişler ve bu ayetle, 113. ayette yer alan yasaklama vahyedilmeden önceki günlerde (yani, "onları sakınıp gözetecekleri şeyler hakkında iyice aydınlatmadan önce") bu yolda yaptıkları girişimlerden, ettikleri dualardan ötürü müminlerin sorumlu tutulmayacağının ifade edilmek istendiğini ileri sürmüşlerdir. Öte yandan Râzî, alternatif bir başka yorum getirerek diyor ki: bu ayet, "Allah kendilerini sakınıp gözetecekleri şeyler hakkında bütünüyle aydınlattıktan sonra" bile hâlâ sapıklıklarına devam eden kafirlere ve münafıklara yöneltilen ve bütün sure boyunca vurgulanan kınama ya da suçlamanın ciddiyetini açıklamak maksadına matuftur. (Bu konuda bkz. 6:131-132 ve ilgili notlar). Bu yorum bizce, özellikle müteakip 116. ayet de gözönünde bulundurulduğunda diğer yorumdan daha kabule şayan görünüyor. |
116. | Şüphe yok ki, göklerin ve yerin egemenliği yalnızca Allah'ındır: hayatı bahşeden de, ölümü takdir eden de (yalnız) O'dur; ve Allah'tan başka sizi koruyabilecek, size yardım edebilecek kimse yoktur. |
117. | GERÇEK ŞU Kİ, Allah acıması-esirgemesiyle Peygamber'e ve sıkıntılı bir zamanda -hem de içlerinden bir kısmının kalpleri neredeyse kaymak üzereyken- (152) ona bağlı kalıp zulmün ve kötülüğün egemen olduğu diyardan göç edenlere ve Din'e sahip çıkıp ona kol kanat gerenlere (153) teveccüh etti.Sonra, bir kere daha: (154) acıması-esirgemesiyle [Allah] onlara teveccüh etti. Çünkü O, gerçekten onlara karşı çok merhametli ve çok şefkatlidir.
152 - Lafzen, "onlardan bir grubun kalpleri neredeyse [Din'den] kayacak gibi olduktan sonra": Bu ifade, önce, Hz. Peygamber Tebük seferine çıkacağı zaman o'nun sefere katılma çağrısına, haklı mazeretleri olmadığı halde olumlu bir tepki göstermeyen, sonra da pişmanlık duyup tevbe eden bir kısım mümine ilişkindir. 153 - Bkz. yukarıda 132. not. 154 - Bkz. 6. sure, 31. not. Zemahşerî ve Râzî'ye göre buradaki sümme takısı bizim verdiğimiz anlamdadır ve "Allah, merhametiyle Peygamber'e ve sıkıntılı bir zamanda o'na bağlı kalanlara teveccüh etti" ifadesini pekiştirmek için kullanılmıştır. |
118. | Ve [yine acıyıp-esirgeyerek, inananların içinden] bozguncu telkinlere kapılan (155) o üç [grup insana] da teveccüh etti; o kadar ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara [çok] dar gelmeye başladı ve içleri daraldı da Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığını anladılar; ve bunun üzerine O da yine merhametle onlara yöneldi, ki pişmanlık duyup tevbe etsinler: çünkü, (kendisine yürekten yönelen, sığınan herkesi) acıması-esirgemesiyle kuşatıp tevbeleri kabul eden yalnızca Allah'tır. (156)
155 - Yahut: Tebük seferine çıkıldığında "geride kalan". Ellezîne hullifû ifadesi için verdiğimiz "fesada kapılanlar" şeklindeki karşılık halufe ya da hullife fiilinin "[kötü yönde] değişti/değiştirildi" ya da "fesada uğradı/iğvaya kapıldı" şeklindeki, ahlakî planda kötülüğe meyli işaret eden mecazî anlamına dayanmaktadır (bkz. Esâs, Nihâye, Lisanu'l-Arab, Kâmûs, Tâcu'l-Arûs). Ellezîne hullifû ibaresinin yukarıdaki anlam örgüsü içinde, düzmece mazeretlerle seferden geri kalanlarla ilgili olarak kelimenin bu mecazî anlamıyla yorumlanması Abdülmelik el-Asmaî gibi çok önde gelen Arap dilcilerinden bazılarınca da teyid edilmiştir (surenin 83. ayetine ilişkin yorumunda Râzî bu hususu belirtmiştir). "Bozguncu telkinlere kapılan üç kişi ya da üç grub"a gelince, klasik müfessirler burada sözü geçen üç sayısıyla, Tebük seferine katılmaktan kaçınan ve seferden sonra da yukarıdaki ayet vahyedilinceye kadar Hz. Peygamber ve Sahâbîlerince kendilerine küskünlük gösterilen üç kişinin, Kab b. Mâlik, Merâre b. er-Rabî ve Hilâl b. Ümeyye'nin îma edildiğini söylemişlerdir (İsmi geçen bu kişilerin üçü de Ensar'dandır). Bu üç Sahâbînin gerçekten de sefere katılmaktan kaçınan kimseler arasında bulundukları tarihî olarak belgelenmiş olsa da (Taberî ve İbni Kesîr, bu ayete ilişkin açıklamalarında konuyla ilgili rivayetlere ayrıntılı bir biçimde yer vermişlerdir), bize öyle geliyor ki, ayetin anlam akışı, îmasının yalnızca üç kişiyle sınırlandırılmasına imkan vermemektedir; dolayısıyla bu üç sayısı, bizce, sefere katılmak konusunda hatalı davranan üç grup mümini işaret etmektedir: (1) şüpheli mazeretler ileri sürerek Hz. Peygamber'den evde kalma izni koparan kimseler (bunlara hem 43-46. ayetlerde hem de 90. ayetin ilk cümlesinde temas edilmiştir); (2) izinsiz olarak kendi kararlarıyla seferden uzak kalan ama sonradan kendiliklerinden pişmanlık gösterip hataları için tevbe eden kimseler (102-105. ayetlerde sözü edilenler); ve nihayet, (3) durumlarının ne olacağı Allah'ın yargısı gelinceye kadar "belirsiz" olan (106. ayet) ve Hz. Peygamber'in Tebük seferinden dönüşünden kısa bir süre sonra (118. ayetin indirildiği günlerde) pişmanlık gösterip tevbe eden kimseler. 156 - Yukarıdaki ayet, en geniş yüklemiyle -vahyine neden olan tarihî olguyu da aşarak- doğru yoldan geçici ve arızî olarak ayrılır gibi olan, sonra ya kendi iradeleriyle ya da başkaları tarafından yapılan uyarmalar, kınamalar sonucu "bir fitneye dûçâr olduğunu" anlayan ve içtenlikle günahından dönüp tevbe eden bütün müminlerin durumuna ışık tutmaktadır. |
119. | SİZ EY imana erişenler! Allah'a karşı sorumluluk bilincinden uzaklaşmayın ve hep doğru sözlü kimselerden olun! |
120. | [Peygamber] şehrinin halkına da, onların çevresinde [yaşayan] bedevîlere de (seferde) Allah'ın Elçisi'ne katılmaktan kaçınmak ve kendi canlarını o'nunkinden fazla gözetmek yaraşmaz. (157) Çünkü, onlar Allah yolunda ne zaman susuzluk, yorgunluk ya da açlık çekseler; ne zaman hakkı inkar edenleri şaşırtan (158) bir adım atsalar; ve ne zaman başlarına gelmesi mukadder olan şeye düşman eliyle uğratılsalar (159) [sonuç ne olursa olsun] bu onların lehine mutlaka kaydedilmektedir. (160) Çünkü Allah, iyilik yapanların emeklerini asla boşa çıkarmaz! 157 - Bu ve bundan sonraki ayetler ilk bakışta her ne kadar "Peygamber Şehri'nin halkı"yla (bkz. yukarıda 133. not) ve bir de "onların çevresinde yaşayan bedevîler"le ilgili görünse de, bunların taşıdığı mesaj, muhakkak ki, bütün çağları ve bütün mümin topluluklarını kuşatacak mahiyette genel ve süreklidir. Burada Peygamber Şehri için yapılan özel atıf, bu şehrin Kur'an'ın vahyedilmesinin tamamlandığı, İslam'ın, Hz. Peygamber'in rehberliğinde bütün temel çizgileriyle boy verip olgunlaştığı yer olmasından dolayıdır. 158 - Lafzen, "öfkelendiren". 159 - Lafzen, "(zaten) ulaşacakları şeye [ne zaman] düşmanın eliyle ulaşsalar"; yani, zafer, ölüm ya da yaralanma gibi. 160 - Orijinal metinde bu uzun cümlenin kuruluşu aslında şöyledir: "Lehlerinde makbul bir eylem olarak yazılmadıkça ... onlara ne susuzluk çatar ... ne kafirleri çileden çıkaran bir adım atarlar ... ne de başlarına gelecek olan, düşman eliyle onlara ulaşır". Aynı ifade tarzı sonraki ayet için de geçerlidir. |
121. | Ve yine onlar, az ya da çok, [Allah için] ne zaman bir harcamada bulunsalar, yeryüzünde [Allah için] ne zaman bir yol katetseler, (161) bu onların lehine kaydedilmektedir; Allah yaptıkları her şey için onları en güzel bir biçimde ödüllendirecektir.
161 - Lafzen, "bir vadiyi katetseler". Zemahşerî'nin bu ayeti tefsir ederken pek yerinde olarak belirttiği gibi vâdî ("vadi, akarsu yatağı") terimi klasik Arapça'da çok defa "yeryüzü/arazi" anlamında kullanılır; terimin bu kullanımı, özellikle terim "katetmek", "yol tepmek" ya da "[yolculuğa] devam edip gitmek" anlamına gelecek şekilde kataa (lafzen, "kesti") fiiliyle birlikte geçtiği zaman, Arabistan Yarımadasındaki bedevîler arasında bugün dahi bilinen, anlaşılan bir kullanımdır. Bu itibarla, yukarıdaki Kur'ânî ifadenin "ne zaman yeryüzünde yol katetseler" şeklinde aktarılması yerinde olacaktır. (Cümlenin kuruluş üslubu hakkında bkz. bundan önceki not.) |
122. | Bütün bunlarla birlikte, [savaş zamanı] müminlerin hepsinin toptan yola çıkması doğru olmaz; onların arasında her gruptan bazılarının seferden geri kalmaları, [bunun yerine] Din hakkında derin ve sağlam bir bilgi elde etmek yolunda çaba göstermeleri ve [böylece] seferden dönen kardeşlerini aydınlatmaya çalışmaları daha yerinde olacaktır; böylece belki, onlar [da] kötülüğe karşı kendilerini (daha iyi) korumuş olacaklardır. (162)
162 - Lafzen, "kavimlerine geri döndüklerinde, onları uyarsalar, (böylece) olur ki, (daha iyi) sakınırlar". Yukarıdaki talimat her ne kadar özellikle din alanındaki bilgilenmeden söz ediyor gibi ise de, aslında her türlü bilgilenme için olumlu bir yüklem taşımaktadır -Kur'an'ın hayatın manevî yanıyla dünyevî yanı arasına herhangi bir ayırıcı sınır çekmediği, fakat bu iki alanı tek ve aynı realitenin değişik iki yüzü olarak değerlendirdiği gözönünde bulundurulursa bu husus daha iyi anlaşılacaktır. Pek çok ayetiyle Kur'an inanan kişiyi tabiatı her yanıyla müşahede etmeye ve onun değişik fenomenlerinde, bağlı olduğu yasalarda Allah'ın yaratıcı etki ve kudretini fark edip kavramaya çağırmakta, insanı harekete geçiren saikler, davranışlarının altında yatan içsel dürtüler hakkında derin ve sağlıklı bir görüş kazanması için onu tarihin verdiği ders üzerinde tefekkür ve teemmüle sevk etmektedir; ve bunun içindir ki Kur'an, kendisini "düşünenlere" hitab eden bir vahiy olarak nitelendirmektedir. Kısacası, zihinsel (intellectual) etkinlik hem Allah'ın istek ve iradesini daha iyi anlamanın güvenilir bir yolu olarak, hem de -ahlakî bilinç ve duyarlıkla pekiştirildiği takdirde- Allah'a kulluk etmenin en sağlam ve güvenilir yolu olarak öngörülmektedir. Bu Kur'ânî ilke Hz. Peygamber'e izafe edilen pek çok sahih Hadisle de pekiştirilmiş, desteklenmiştir; örn: "İlim için çaba sarf etmek kendisini Allah'a teslim edip boyun eğmiş erkek ve kadın (müslim ve müslime) herkes için kutsal bir görev (farîza)dır" (İbni Mâce); "Bilgili/eğitim görmüş kişinin [yalnızca namaz, oruç vb. belirli] ibadetleri yapan (zâhid) kişiye üstünlüğü dolunayın öteki bütün yıldızlara üstünlüğü gibidir" (Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbni Mâce, İbni Hanbel, Dârimî). Sonuç olarak, inananların "Din hakkında derin ve sağlam bilgi elde etmek için çaba göstermeleri"ne ilişkin yükümlülükleri (li-yetefekkahû fi'd-dîn) ve bu çabalarının ürününü inanan kardeşleriyle paylaşmaları bilgilenmenin, pratik uygulaması da dahil, her çeşidini içine almaktadır. |
123. | Siz ey imana erişenler! Hakkı inkar eden kimselerden yakınınızda olanlarla savaşın; (öyle ki) sizi kendilerine karşı sert ve direngen (163) bulsunlar: ve bilin ki, Allah, kendisine karşı yüksek bir sorumluluk bilinci taşıyanlarla beraberdir.
163 - Yani, ahlakî ilkeler konusunda ödün vermez/uzlaşmaz. Savaşın caiz olduğu genel şartlar hakkında bkz. 2:190-194, 22:39, 60:8-9 ve ilgili notlar; ayrıca bu surenin 5. ayetine ilişkin 7 ve 9. notlar. "Yakınınızda bulunan kafirlere/hakkı inkar edenlere ilişkin atıf ya da uyarma, maddî anlamda ancak "yakında bulunanlar" tehlikeli olacağı içindir her halde; ya da alternatif bir yorum olarak, uzaktan gelip de Müslümanların bölgesine saldırgan bir amaçla yaklaşan birilerini îma ettiği söylenebilir. |
124. | NE ZAMAN bir sure indirilse, o hakkı inkar edenlerin arasından "Bu [haber] hanginizin imanını pekiştirdi?" diye (küçümseyerek) soran birileri çıkar. (164)Ama imana erişmiş olanlara gelince, bu onların imanlarını pekiştirir ve onlar [Allah'ın kendilerine ulaştırdığı] müjdenin sevincini duyarlar. (165)
164 - Lafzen, "...aralarında ... diyenler var". Burada inanmayanlar tarafından söylenen "söz", muhtemelen, 8:2'de, "ne zaman O'nun ayetleri/mesajları kendilerine ulaştırılsa bununla imanları güçlenir" ifadesiyle müminlerden söz eden ayete yönelen alaycı, küçümseyici tavrın ürünüdür. 165 - Yukarıda 111. ayette ifade edilen cennet vaadine ilişkin bir atıf. |
125. | Öte yandan, kalplerinde bir hastalık bulunanlarınsa, her yeni haber inançsızlıklarına inançsızlık katar (166) ve böylece hakkı tanımama tutumu içindeyken ölüp giderler.
166 - Lafzen, "bu sadece onların rüsvaylığına rüsvaylık katar" -yani, bu onları, Allah'ın ayetlerini inkar tavırlarında daha da inatçı kılar. Çünkü onlar, insanın duyu ve algı alanının ötesindeki şeylerin (ğayb, bkz. 2. sure, 3. not) varlığını yadsıma tavırlarına ters düşen her şeyin karşısında yer almaya peşinen kararlı görünüyorlar. |
126. | Peki, bunlar her yıl bir ya da iki kere denenip sınandıklarını bilmiyorlar mı (167) ki tevbe edip [Allah'ı] anmıyorlar?
167 - Lafzen, "her yıl bir ya da iki kere" -sürekliliği işaret eden deyimsel bir ifade (Menâr XI, 83 vd.). "Sınav" ya da "deneme", insanın akılla ve dolayısıyla eğri ile doğru arasında seçim yapabilme yetisiyle donatılmış olmasının bir gereğidir ya da sonucudur. |
127. | (Öyle ki,) ne zaman bir sure indirilse, "Kalplerinizde olanı bilebilecek biri mi var?" (168) [der gibi] birbirlerine bakıyor, sonra da dönüp gidiyorlar. (Oysa) Allah döndürmüştür onların kalplerini [haktan], çünkü onu kavrayamayacak bir topluluktur onlar. (169)
168 - Lafzen, "Sizi gören biri mi var" -bununla Allah'ın var olmadığını îma etmiş oluyorlar. 169 - Karş. 8:55. |
128. | GERÇEK ŞU Kİ, [ey insanlar,] size kendi içinizden bir Elçi gelmiştir: (170) sizin [öte dünyada] çekmek zorunda kalabileceğiniz sıkıntıdan ötürü kendini [zihnen] büyük bir yük altında hisseden; size çok düşkün [ve] müminlere karşı şefkat ve merhametle dolu bir Elçi... 170 - Yani, "sizin gibi bir beşer; tabiatüstü güçlerle donatılmamış, ama Allah tarafından O'nun mesajını size ulaştırmak üzere seçilmiş bir insan". |
129. | Fakat (bütün bunlara rağmen) onlar yine de yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter! O'ndan başka tanrı yok. Hep O'na dayanmış O'na güvenmişimdir ben; çünkü O'dur en yüce hükümranlığın Rabbi". (171)
171 - Lafzen, "en yüce arşın/kudret ve hükümranlık tahtının Rabbi". Arş için bizim seçtiğimiz karşılık konusunda bkz. 7:54'le ilgili 43. not. |