TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ ) |
11 - Hud |
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)
1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder. |
|
1. | Elif-Lâm-Râ. (1) [BU] İLAHÎBİRKİTAPTIR ki, ayetleri her şeyden bütünüyle haberdar olan hikmet sahibi [Allah] tarafından kendi içlerinde açık ve anlaşılır kılınmış, birbirleriyle açıklanmış ve ayrıca (2) birbirleriyle bağlantılı olarak etraflı bir biçimde dile getirilmiştir
1 - Bkz. Ek II. Sîbeveyh'in (karş. Menâr XII, 3) ve bu ayeti tefsir ederken Râzî'nin ileri sürdüğü pek alışılmadık bir görüşe göre, ayetin başında yer alan Elif-Lâm-Râ harfleri bu surenin başlığı durumundadır ve bunun içindir ki müteakip cümleyle bağlantılı olarak okunmaktadır, yani: "Elif-Lâm-Râ ilahî bir kitaptır ilh..." şeklinde. Oysa, bu görüş, (Râzî'nin kaydettiğine göre) Zeccâc gibi önde gelen otoritelerin bu konudaki görüşüne açıkça ters düşmekle kalmıyor, ayrıca, bu gibi sembolik harflerin birer başlık olduklarını gösterir hiçbir sözdizimsel imkan ya da bağlantı taşımaksızın pek çok surenin başında yer almış olmaları da bu görüşün pek kabul edilebilir olmadığını gösteriyor. 2 - Zemahşerî ve Râzî'ye göre sümme fussilet ("ve sonra açık ve etraflı bir biçimde dile getirilmiş/tafsil edilmiş") cümlesinin başındaki sümme bağlacı burada zamanda bir peşpeşelik değil, daha çok nitelik ve şartlarda bir sıra ve uyum bildirir: bu bakımdan, bizim yaptığımız gibi bu bağlacı "ayrıca" ibaresiyle aktarmak yerinde olacaktır. -Bizim "ayetleri kendi içlerinde açık ve sağlam kılınmış, birbirleriyle açıklanmış" ifadesiyle aktardığımız uhkimet âyâtuhû ibaresine gelince, bkz. 3:7'nin ilk cümlesi ve ayrıca, âyât muhkemât ifadesini açıklayan 5. not. Bu ayeti Reşid Rıza da bizim anladığımız anlamda yorumlamıştır (bkz. Menâr XII, 3 vd.). |
2. | ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz.[Ey Peygamber, de ki:] "Bakın ben size O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeci [olarak] görevlendirildim (3) :
3 - Sonraki ayetin başında yer alan en ("ki, diye") bağlacı bu çeviride üstüste iki nokta ile karşılanmıştır. "Ey Peygamber, de ki" sözcükleriyle yapılan parantez içi ilave, birinci tekil şahsa hitab eden cümlenin yapısı gereğidir; 4. ayetin sonuna kadar devam eden sonraki kısım, ayetin başında geçen "uyarma" ve "müjdeleme" olgularının her ikisinin yüklemine ilişkindir ve dolayısıyla Hz. Peygamber'e tevdî edilen mesajın tamamını vecîz bir dille hulasa etmekte, çerçevelemektedir. |
3. | Rabbinizden günahlarınız için bağışlanma dileyin ve sonra tevbe ve pişmanlık tavrı içinde O'na yönelin ki, O da sizi [bu dünya] hayatında [O'nun belirlediği] bir süre doluncaya kadar güzel bir geçimle geçindirsin; (4) ve [öte dünyada da] erdem sahibi herkese erdemliliğinin karşılığını [fazlasıyla] versin. (5) Fakat eğer (doğru yoldan) dönerseniz, o zaman, doğrusu o zorlu Gün [gelip çattığında] azabın (6)izin başınıza gelmesinden korkarım!
4 - Yani, "hayatınızın sonuna kadar" (ecel müsemmâ terimi üzerine yapılmış bir açıklama için bkz. 6:2 ile ilgili 2. not). Hikmetinin derinliğine inilemez olan Allah, inanan ve doğru bir çizgi izleyen herkese her zaman dünyevî mutluluk ve maddî refah nasip etmediğine göre, "[dünya] hayatında sizi iyi bir geçimle geçindirsin" ifadesindeki vaadin mutlaka bireylerle değil de, daha çok bir bütün olarak inananlar cemaatiyle ilgili olduğunu düşünmek daha yerinde olur. Reşid Rıza'nın da görüşü bu yöndedir (Menâr XII, 7 vd.). (Karş. 3:139 -"eğer [gerçekten] inanıyorsanız mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz".) 5 - Fazl ismi Allah için kullanıldığı zaman mutlaka "lütuf/kerem ya da inayet" anlamlarını çağrıştırır; ama insanlar için kullanıldığında daha çok "erdem" ve bazan da "üstünlük, seçkinlik" anlamına gelir. Yukarıdaki ayet açıkça göstermektedir ki, bu dünyadaki kısmî ve çoğu zaman da sadece ahlakî planda kalan ceza ve mükafatın tersine, öte dünyada Allah, inanç ve eylemleri yoluyla erdemliliğe, yetkinliğe ulaşan herkese lütuf ve cömertliğinin azamisiyle karşılık verecektir. (Karş. 3:185 -"yaptıklarınızın tam karşılığını ancak Kıyamet Günü'nde elde edeceksiniz".) 6 - Lafzen, "zorlu bir Gün'ün azabının". Bu konuda bkz. 9:128. |
4. | Hepinizin dönüşü Allah'adır; ve O her şeyi edip-eylemeye yeten sınırsız bir kudrete sahiptir". |
5. | Bakın hele, [kitabın doğruluğunu inkara şartlanmış olanlar] kendilerini O'nun gözetiminden gizlemek için (7) kalplerini (nasıl) kat kat örtülerle örtüyorlar. Bilin ki, [hakikati görmemek ya da duymamak için kat kat] giysiler içine girdikleri zaman [bile] (8) O, onların gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bütünüyle bilmektedir; çünkü, O, kalplerde olan hakkında mutlak ve eksiksiz bilgi sahibidir.
7 - Burada söz edilen kimseler Hz. Muhammed'in getirdiği mesajın Allah'tan olduğuna inanan kimseler olmadıklarına göre, bunların "kendilerini Allah'tan gizlemeleri"nin, bu anlam örgüsü içinde olsa olsa bir tek anlamı olabilir ki, o da, onların Allah'tan gelen hakikat çağrısına karşı kendilerini kapalı tutmaları, bu çağrıya kulak vermekte isteksizlik göstermeleridir. Ayette bu, vecîz ve mecazî bir üslup içinde dile getirilmiştir. Bu, aynı zamanda, "kalplerini (lafzen, "göğüslerini/sînelerini") kat kat örtülerle örtüyorlar" ifadesine de açıklık getirmektedir. Bu son ifadeyle, sözü geçen kimselerin akıllarını ve kalplerini bâtıl inançlarla, hurafelerle örtmüş oldukları ve bunun da kendilerini manevî gerçeklere karşı kapalı ve duyarsız kıldığı belirtilmektedir. Bu konuda bkz. 8:55 ve ilgili 58. not. 8 - Yukarıdaki parantez içi ilave, önceki ibareye pek çok lugatçinin verdiği anlama dayanılarak yapılmıştır (karş. Lane VI, 2262). |
6. | Ve yeryüzünde yaşayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a bağlı olmasın; ayrıca O, her canlının [yeryüzünde] yaşama süresini de, [ölümden sonra] yerleşip kalacağı yeri de bilmektedir: (9) Bütün bunlar apaçık bir kitapta yer almış bulunmaktadır.
9 - Mustekarr ve mustevdea tabirlerine verdiğimiz karşılıklar için bkz. 6:98'de 83. not. Yukarıda Allah'ın her şeyi kucaklayan ilmi konusundaki atıf sonraki ayetle bağlantılıdır. ("O kalplerinde olan hakkında mutlak ve eksiksiz bilgi sahibidir".) |
7. | O'dur, gökleri ve yeri altı evrede yaratan; Ve [hayatı yarattığı sürece] O'nun kudret tahtı suyun üstündeydi. (10) [Allah size böylece O'na olan bağımlılığınızı hatırlatıyor] ki sizi sınayıp hanginizin eylem ve davranışca iyi olduğunu ortaya koysun. Şöyle ki: eğer (sen, ey Peygamber,) [insanlara:] "Unutmayın ki, ölümden sonra diriltileceksiniz!" (11) desen, hakkı inkara şartlanmış olanlar hemen,"Açıkçası, bu büyüleyici bir vehimden başka bir şey değil!" (12) diye karşılık verirler.
10 - Eyyâm (lafzen, "günler") sözcüğünü "evre/safha" ve arş (taht) sözcüğünü de "kudret tahtı" olarak aktarmamız hakkında. bkz. 7. sure 43. not. "O'nun kudret tahtı suyun üstündeydi" ifadesiyle yapılan atıf, Allah'ın iradesine bağlı olarak hayatın bütünüyle suda başlayıp evrimleştiğini işaret eder gibi gözüküyor ki, bu husus Kur'an tarafından açıkça ortaya konduğu gibi (bkz. 21:30 ve ilgili 39. not) yakın zamanlarda biyoloji alanında yapılan araştırmalarla da doğrulanmıştır. Yine de kesin gözüyle bakılamayacak olan bu yorumun, önceki ayette geçen "yaşayan hiçbir canlı" ifadesiyle de desteklendiği söylenebilir. "Hayatı yarattığı sürece" ifadesiyle yaptığımız parantez içi ilave Reşid Rıza'nın bu ayet hakkındaki uzun yorumunda ileri sürdüğü görüşle bağdaşım içindedir (Menâr XII, 16 vd.). 11 - Bu ayette olduğu gibi sonraki üç ayetin de başında yer alan le-in ("nitekim, eğer") ifadesi, atıfta bulunulan durumun tipik karakterini -yani, sık rastlanan bir durum olduğunu- belirtmek içindir. Kanaatimizce, yerine göre, "nitekim, eğer...", "şöyle ki, eğer" ya da "yine, eğer" ifadeleriyle aktarılması yerinde olacaktır. 12 - Çoğu zaman "büyü" ya da "sihir" anlamında kullanılan sihr terimi öncelikle "bir şeyi asıl (yahut tabii) durumundan çıkarıp başka bir duruma sokmayı, mahiyetini değiştirmeyi" ifade eder (Tâcu'l-Arûs); dolayısıyla, sahte ya da gerçek dışı olan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermek anlamına gelir. Bununla birlikte, "ölümden sonra tekrar diriltileceksiniz" şeklindeki Kur'ânî ifade, Râzî'nin de belirttiği gibi, sihr sözcüğüyle doğrudan nitelendirilebilecek "fiilî" bir durumu işaret etmediğine göre, bu ifadenin, bununla dile getirilen olguya inanmayanlar tarafından bile "büyücülük" ya da "sihirbazlık" olarak tanımlandığını ileri sürmek mantık dışı olacaktır. Öte yandan, inanmayanların ölümden sonra kalkış doktrinini, sırf, dünya hayatının tadını çıkarabilecek durumda olanları bundan alıkoymayı (Râzî), yoksul ve talihsiz insanları da bu dünyadaki kötü talihlerine uyuşuk bir biçimde boyun eğdirmeyi amaçlayan "büyüleyici ya da uyuşturucu bir vehim, bir kuruntu" olarak görüp küçümseme tavrı içinde reddettikleri ortadadır. Ayette geçen sihr sözcüğünün bu bağlam içindeki anlamı da budur zaten. (Karş. inanmayanların, Muhammed (s) için, "gözbağcı" anlamında, kullandıkları "sâhir" lakabının geçtiği 10:2.) |
8. | Ve ayrıca, onların (hak ettiği) azabı [tarafımızdan] belirlenmiş bir vakte kadar ertelesek (13) hemen şöyle derler: "Onun [hemen gerçekleşmesini] önleyen ne?" (14) Bilin ki, o Gün (o sözü geçen azap) onların başına geldiği zaman, onu kendilerinden uzak tutacak hiçbir güç olmayacak; ve alay edip durdukları şey onları kuşatıp bunaltacaktır. (15)
13 - Lafzen, "[Bizim tarafımızdan] belirlenmiş/hesap edilmiş bir vakte kadar", yani, Kıyamet Günü'ne kadar: yukarıda 3. ayette Hz. Peygamber'e söyletilen "O zorlu Gün [gelip çattığında] azabın sizin başınıza gelmesinden korkarım!" sözüne ilişkin bir atıf. Ümmet isminin muhtelif anlamları içinde buraya en uygun olanı "vakit/zaman" ya da "süre"dir (Zemahşerî, İbni Kesîr ve diğer klasik müfessirler). 14 - İnanmayanların umursamaz tavırlarıyla ilgili bu bahis hakkında bir açıklama için bkz. 8:32, 10:50 ve ilgili notlar; ayrıca 6:57-58. Yukarıdaki alaycı soruya ilişkin müteaddid Kur'ânî atıflar açıkça göstermektedir ki, bu soruyla ortaya çıkan zihinsel tavır yalıtılmış belirli bir tarihsel örnekle sınırlı değil (bkz. 8. sure 32. not), fakat "hakikati inkara şartlanmış olan" herkeste olmasa da, bu eğilimi gösteren çoğu insanda bu eğilimin bir belirtisi olarak kendiliğinden ortaya çıkan bir tavırdır. 15 - Lafzen, "alay edip durdukları şey onları sarıp kuşatacak (hâka bihim)". Hemen bütün müfessirlere göre hâka fiilinin, gelecek zaman ifade edilmek istendiği halde geçmiş zaman çekimiyle kullanılması, bahsedilmek istenen olay ya da olgunun kaçınılmazlığını îma ve tekid özelliği gösteren bir üslup değeri taşımaktadır. (Ayrıca bkz. 6:10 ile ilgili 9. not.) |
9. | Bunun gibi, insana katımızdan bir rahmet tattırsak, (16) sonra da onu kendisinden çekip alsak, hemen [önceki lütfumuzu] nankörce unutup umutsuzluğa düşer. (17)
16 - Ayetin devamı göstermektedir ki, burada ve sonraki ayette geçen tür bildirici "insan" terimi, öncelikle ya Allah'ın varlığına kani olmayan ya da hakkı inkar eğiliminde olan bilinemezci (agnostic)/vahye ilgisiz, umursamaz kimseleri îma etmektedir; bununla birlikte, terimin, daha geniş anlamıyla, Allah'a inandıkları halde dinî çaba ve duyarlık olarak zayıf olan ve dolayısıyla haricî şartların ve özellikle de çıkar ve statü hesaplarının tesiriyle kolayca sarsılıp yön değiştiren kimseleri de ifade ettiği söylenebilir. 17 - Lafzen, "umutsuzdur [ya da umutsuz olur]" yahut "umutsuzluğa kapılır" (yeûs); geçmişteki mutlu, müreffeh durumunu sadece sebep sonuç zincirinin rastlantıya bağlı bir ürünü olarak, yahut kısacası, Allah'ın bir lütfu olarak değil de, uluorta "şans" denen şeyin bir sonucu olarak gören birinin musibet karşısında düştüğü durumu dile getiren bir ifade. Bu açıdan, yeûs terimi, Kur'ânî kullanımıyla, manevî nihilizmin bir göstergesidir. |
10. | Yine, başına gelen bir darlıktan, sıkıntıdan sonra bir bolluk, bir genişlik (18) tattıracak olsak hemen "Musibetler yakamı bıraktı!" di-yerek, kendinden bilir, kurumlu boş bir sevince kaptırır kendini. (19)
18 - Kur'an'da bu tarzda yalnızca bir kere geçen nemâ' isminin anlamını tam olarak aktarabilmek için çeviride zorunlu olarak iki sözcük (bolluk ve genişlik) kullanıldı. Le-in sözcüğü için burada kullandığımız "yine" ifadesine gelince, bu konuda bkz. yukarıda 11. not. 19 - Lafzen, "Ölçüsüz sevinç içinde; aşırı kendini beğenen biridir/(biri olur çıkar)" -yani, talihinin iyiye dönmesini kendinden bilir, kendi marifeti sanır; ya da kendi şanslılığına yorar. |
11. | [İnsanların çoğu böyledir; pek tabii] güçlüklere göğüs geren, dürüst ve erdemli davranan kimseler bunun dışında; işte bu sonrakiler ki, onları günahlarından ötürü arınma, bağışlanma ve büyük bir mükafat beklemektedir. |
12. | O HALDE, [ey Peygamber, sırf inkarcılar hoşlanmıyor diye ve] onların "Niçin o'na (gökten) bir hazine inmedi" ya da, "[niçin] o'nunla [gözle görülebilen] bir melek gelmedi?" diye söylenmelerinden ötürü yüreğin daralıyor diye (20) sana vahyedilen mesajın bir kısmını gözardı etmen hiç doğru olur mu? (21) [Unutma ki,] sen sadece bir uyarıcısın; Allah ise her şeyin üzerinde gözetici olarak bulunuyor, (22)
20 - Lafzen, "... diyecekler [korkusuyla] göğsün daraldığı için". Konu üzerinde söz sahibi bütün otoriteler, yukarıdaki cümlenin başında yer alan lealle (lafzen, "olabilir ki") ifadesinin Muhammed (s)'in mesajına karşı çıkanların gösterecekleri olumsuz tepkiye ilişkin bir beklentiyi işaret ettiğini söylemektedirler; bu itibarla, cümlenin kendi olumsuzlamasını (reddini) içinde taşıyan bir soru formu içinde, yani "... hiç doğru olur mu?" şeklinde çevirilmesi yerinde olacaktır. Hz. Peygamber'in kendisine vahyedilen mesajın bir kısmını terk etmesi ya da gözardı etmesi ihtimaline ya da beklentisine gelince, bu konuda Abdullah İbni Abbâs ve diğer sahâbîlerden aktarılan rivayetlere göre (bkz. Râzî'nin bu ayete ilişkin yorumu) Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber'den şöyle bir istekte bulunmuşlar: "Bize, bizim ilahlarımızı karalamayan bir vahiy (kitâb) getir ki, sana uyabilelim, sana inanalım". 21 - Bu ayeti açıklarken İbni Abbâs, Mekke'nin ileri gelen müşriklerinden bazılarının, "Ey Muhammed, eğer gerçekten bir rasûlsen, şu Mekke dağını altına çevir"; bazılarının da: "senin bir peygamber olduğuna şahitlik yapacak melekler getir bize" dediklerini ve bunun üzerine yukarıdaki ayetin vahyedildiğini nakletmektedir (Râzî). Karş. 6:8 ve 17:90-93. 22 - Zımnen, "ve dolayısıyla hakkın üstün gelmesini sağlayacak olan da O'dur" demek isteniyor. Hz. Peygamber'in, kendi adına mucize göstermek gücünde olmadığı yolundaki açıklaması hakkında bkz. 6:50 ve ilgili 38. not. |
13. | ve bunun içindir ki: "Onu [Kur'an'ı] [Muhammed'in kendisi] uydurdu!" (23) diyorlarsa, [onlara] de ki: "Madem öyle, doğru sözlü kimselerdenseniz, (24) o zaman, onunkilerle aynı değerde insan zihninden çıkma on sure getirin (de görelim); hem [bu iş için] Allah'tan başka kimi [yardıma] çağırabilirseniz çağırın.
23 - Cümlenin başındaki em edatını "ve" olarak çevirmem konusunda bkz. 10. sure 61. not. 24 - Yani, Kur'an gibi ilahî bir kitap bir insan tarafından uydurulabilirse. Karş. 2:23, 10:37-38 ve 17:88 ve ayrıca ilgili notlar. |
14. | Ve eğer [bu yardıma çağırdıklarınız] size yardım edemiyorlarsa (25) o zaman bilin ki, [bu Kur'an] ancak ve ancak Allah'ın ilminden (26) indirilmiştir, (ve yine bilin ki) O'ndan başka ilah yoktur. O halde, şimdi artık O'na teslim olacak mısınız?"
25 - Lafzen, "eğer onlar [yani, şairleriniz, bilginleriniz] çağrınıza cevap veremiyorlarsa". Karş. "Ve eğer bunu yapamıyorsanız -ki kesinlikle yapamayacaksınız- o zaman..." sözleriyle benzer bir meydan okumanın yer aldığı 2:24. 26 - Lafzen, "ancak Allah'ın ilmiyle". |
15. | DÜNYA HAYATINI ve onun görkemini, zenginliğini isteyenlere gelince, onlara bu [hayatta] yapıp-ettiklerinin karşılığını tam olarak ödeyeceğiz ve onlar orada hak ettiklerinden asla yoksun bırakılmayacaklar: |
16. | İşte bunlar, ahirette paylarına ateşten başka bir şey düşmeyen kimselerdir- çünkü onların bu [dünyada] yapıp-ettikleri hep boşa gidecektir; yapıp-ettikleri değersizdi zaten. (27)
27 - Yani, iyi davranışları, yararlı eylemleri Hüküm Günü'nde her ne kadar hesaba katılacak ise de, ölümden sonra kalkışa ve ahirete inanmamakla işlemiş oldukları günah bunlardan ağır basacak. |
17. | O halde, [ hiç dünya hayatından ötesini umursamayan biriyle (28) ] Rabbinin katından apaçık bir kanıta dayanan kimse bir tutulabilir mi? O kanıt ki, O'nun katından olan [bu] tanıklık belgesiyle (29) ulaştırılmaktadır, hem de ondan önce [bir tanıklık belgesi], bir rehber ve rahmet olarak Musa'ya vahyedilen kitap da ortada iken. Onlar, [bu mesajı anlayan kimseler, işte yalnız onlar] o mesaja inanırlar; (30) ama [düşmanlık için] örgütlenmiş (31) inkarcılarınsa [ahirette] varacakları yer ateştir. Bunun içindir ki, (32) bu [vahyin gerçekliğinden] asla bir şüphen olmasın: o elbette Rabbinden (gelen) bir ger-çektir, insanların çoğu ona inanmasa da. (33)
28 - Bu ilave, Beğavî, Zemahşerî ve Râzî'nin yaptığı yoruma dayanmaktadır. 29 - Lafzen, "O'nun katından bir şahidin okuduğu" ya da "duyurduğu". Zemahşerî, Râzî ve öteki bazı klasik müfessirlere göre bu ibare Kur'an'ı îma etmektedir; bizim "tanıklık belgesi" şeklindeki aktarımımız da bu yoruma dayanmaktadır. Bunun yerine, bazı müfessirlerin söylediği gibi bu terim Hz. Peygamber'e ya da o'na vahyi aktaran Cebrail'e işaret ediyor olsaydı, o zaman, tanık olarak tercüme edilmesi gerekecekti. Hangi yorum benimsenirse benimsensin, netice olarak ayetin dile getirdiği mesaj, hep aynıdır; çünkü, bu ayetle ilgili açıklamasında İbni Kesîr'in de belirttiği gibi, "Kur'an Cebrail tarafından Muhammed (s)'e ulaştırılmış, o da insanlara tebliğ etmiştir". 30 - Zımnen, "böylece ahirette mutluluğa erişeceklerdir". Bu pasajda kullanılan îcâz (kısa ve özlü ifade tarzı -elliptic) taşıdığı incelik açısından 10:103'dekiyle karşılaştırılabilir. 31 - Yani, ifade ettiği anlam ve amacı anlamaksızın Kur'an'ın mesajına peşinen muhalefet için örgütlenmiş gruplar. Ahzâb terimiyle işaret edilen muhalefet örgütlerini, bazı müfessirlerin yaptığı gibi, Hz. Peygamber'e karşı düşmanlıkları doğrultusunda bir araya gelen müşrik Araplarla sınırlı "tarihî" örneklerle özdeşleştirmek, hiç şüphesiz ki, bu ayetin anlam sahasını bir hayli daraltmak olur. 32 - Râzî, genel anlamda insana hitab eden bu cümlenin başındaki fe ("Bunun içindir ki") bağlacının yukarıda 12-14. ayetlerle bağlantı sağladığını söylemiştir ki, sonraki ayetlerin anlam akışı da bunu doğrulamaktadır. 33 - Lafzen, "fakat" ya da "yine de ... inanmazlar." |
18. | Kendi yalanlarını Allah'a yakıştıran kimselerden daha zalim kim olabilir? (34) [Hesap Günü'nde] böyleleri Rablerinin huzuruna çıkarıldıklarında [kendilerine karşı] tanıklığa çağırılanlar (35) (onlar için): "Rableri hakkında (36) yalan söyleyen kimseler işte bunlardı!" diyecekler.
Unutmayın, Allah'ın lâneti (37) zalimlere yönelmiştir,
34 - İnkarcıların, Kur'an'ı Muhammed (s)'in kendisinin uydurduğu, (karş. yukarıda 13. ayet ve ayrıca 10:17) ve sonra da onu şarlatanlıkla Allah'a yakıştırdığı yolundaki iddialarına karşı bir red, bir çürütme. 35 - Lafzen, "şahitler"; ilk müfessirlerden çoğu bununla, insanların yapıp-ettiklerini kaydeden meleklerin kasdedildiği görüşündeyken başkaları (Beğavî'nin kaydettiğine göre İbni Abbâs) bununla, Hesap Günü'nde gönderildikleri toplum için şahitliğe çağırılacak olan peygamberlerin îma edildiğini söylemişlerdir. Bu sonraki görüş (Taberî ve Beğavî'nin kaydettiğine göre) konuyla ilgili açıklamasını 16:84'de "her ümmetten bir şahit çıkarırız" şeklinde, şahit olarak açıkça insanlardan söz eden ifadeye dayandıran Dehhâk tarafından da desteklenmiştir. 36 - Ya da: "Rablerine karşı". 37 - Batı dillerinde çoğu zaman "beddua, kargış" karşılığı olarak yetersiz bir çeviriyle aktarılan laneh sözcüğü birincil anlamıyla ibâd ("uzaklaşma" "yabancılaşma" ya da "sürgün etme") sözcüğüyle manevî planda eş anlamlıdır; bunun içindir ki, "iyi olan her şeyden uzak tutmak" manası ifade eder (Lisânu'l-Arab) ve Allah'a izafe edildiğinde de "günahkarın O'nun rahmetinden yoksun bırakılması" demektir (Menâr II, 50). |
19. | o zalimler ki, başkalarını Allah'ın yolundan alıkoyarlar ve o yolu eğri bir yol olarak göstermeye çalışırlar; öte dünya hayatını yok sayan zaten onlardır! (38)
38 - Karş. 7:44-45, yukarıdaki ayet 7:45'le hemen bütünüyle eşdeğer gözükmektedir; bir farkla ki; 7:45'de "onlar" zamiri bir tek kere geçerken (ve bunun bir sonucu olarak, ibare "ve onlar ki ahiret hayatının gerçek olduğunu kabule yanaşmazlar!" şeklindeyken) yukarıdaki ayette bu zamir, hem pekiştirme hem de sebeplilik belirtmek üzere tekrarlanmakta (Türkçeye çeviride zamir tekrarlanmayarak pekiştirme ve sebeplilik zaten' kelimesi ile karşılanmıştır. T.ç.n.) ve böylece sözü edilen kimselerin haksız davranışlarının asıl sebebinin onların ölümden sonraki hayata inanmamaları olduğu dile getirilmektedir. Bir başka deyişle, ölümden sonra kalkışa, Allah'ın nihaî yargısına ve ahiret hayatına dair inanç burada insanın ahlakî endişelerinin gerçek ve sürekli tek kaynağı olarak gösterilmektedir. |
20. | Böyleleri, yeryüzünde [yaptıkları yanlarına kalsa bile, nihaî hesaptan] yakalarını asla kurtaramayacak, (39) kendilerini Allah'a karşı koruyacak bir dost da bulamayacaklar. (Hakkı) işitme yetilerini kullanmadıklarından ve görmek, fark etmek istemediklerinden ötürü (40) [öte dünyada] azap kat kat (41) artırılacaktır onlar için.
39 - Bu ibarenin yüksek derecede özlü ve kısa söyleyiş tarzı (elliptic) taşıdığı gözönünde bulundurulursa, kanaatimizce yukarıdaki parantez içi ilave gerekli gibidir. Taberî, Zemahşerî ve İbni Kesîr'e göre ayet, Allah'ın azabının sözü geçen günahkarlar için bu dünyada muhtemel, ama ahirette muhakkak olduğunu ifade etmektedir. Karş. 3:185 -"yapıp-ettiklerinizin tam karşılığı size ancak kıyamet günü ödenecektir." 40 - Lafzen, "işitmez durumdaydılar (ya da işitecek güçten yoksundular) ve görmüyorlardı": karş. 2:7 ve ilgili 7. not; ayrıca 7:179. 41 - "Kat kat azap" hakkında bir açıklama için bkz. 7. sure 29. not. |
21. | İşte kendi kendilerine (kendi güçlerine, yeteneklerine) yazık edenler böyleleridir; onların o yalana dayalı çürük tezlerinin (42) kendilerine [Hesap Günü'nde] bir yararı olmayacak:
42 - Lafzen, "uydurup durdukları ne varsa ..." Bununla sadece, Allah'tan başka tanrı ya da yarı-tanrı yerine konan birtakım reel güçler ve varlıklar hakkındaki bâtıl inanç ve görüşler değil, aynı zamanda "şans," zenginlik, kişisel nüfûz, milliyetçilik, ırkçılık, materyalizm vb. insanın manevî değerlere olan ilgi ve itibarını yok eden ve dolayısıyla "kendi kendine yazık etmesi" ve "kendi gücünü, yeteneklerini boşa harcaması"na sebep olan bütün fikr-i sabitler, yanıltıcı idealler, "zihin çelmeyi amaçlayan parlak yarı-hakikatler" (bkz. 6:112 ve ilgili not) işaret edilmektedir. |
22. | Ve hiç şüphe yok ki, öte dünyada kaybedecek olan da onlar olacak! |
23. | (Buna karşılık,) gerçek imana erişen, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan ve Rablerine alçak gönüllülükle boyun eğen kimseler; cennetlik olanlar, orada yerleşip sonsuza kadar yaşayacak olanlar işte böyleleridir. |
24. | Bu iki bölük insanın (43) kıyaslanması, kör ve sağır olan kimseyle gören ve işiten kimsenin kıyaslanması gibidir: bu ikisi yapı olarak (44) hiç bir tutulabilir mi?
43 - Lafzen, "iki grup" -inananlar ve ilahî kitabı reddedenler. 44 - Mesel (lafzen, "örnek/kıyas/benzerlik") sözcüğü için bu anlam örgüsü içinde "yapı" karşılığını seçmemiz hakkında bkz. 3:59 üzerine 47. notun ilk kısmı. Hiç değilse, bunu aklınızda tutmayacak mısınız? |
25. | VE GERÇEK ŞU Kİ, Biz Nûh'u [da aynı mesajla] kavmine gönderdik: (45) "Bilin ki, ben size açık, yalın bir uyarıyla geldim
45 - Cümlenin başındaki ve bağlacı, görünüşe bakılırsa, surenin başındaki ayetlerle bağlantılıdır ve Kur'an mesajının ana hatlarıyla ve öz olarak, daha önceki peygamberlerin tebliğ ettiği mesajla aynı olduğunu vurgulamaktadır (Menâr XII, 59 vd.). Bizim parantez içi ilavemiz bu mülahazaya dayanıyor. Ayrıca bkz. 7. sure, 45. not. |
26. | ki Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz, çünkü sizin için çok acıklı bir Gün'ün azabından korkuyorum!" (46)
46 - Bu ifade de 7:59'da olduğu gibi, hem beklenen tufana hem de Hesap Günü'ne işaret ediyor olabilir. |
27. | Kavminden hakkı kabule yanaşmayanların ileri gelenleri: "Biz senin kişiliğinde bizim gibi ölümlü bir insandan başka bir şey görmüyoruz" dediler, "üstelik, hemen ilk bakışta, içimizde, aşağı tabakadan birtakım (dar görüşlü) insanların dışında kimsenin seni izlediğini de görmüyoruz; (47) dolayısıyla, bize karşı bir üstünlüğünüz olduğu görüşünde değiliz; (48) tersine, yalancı kimseler olduğunuzu sanıyoruz!"
47 - Tüm peygamber kıssalarının -ve özellikle de Hz. İsa ve o'ndan sonra Muhammed (s)'inkinin- gösterdiği gibi, ilk müminlerin çoğu, ilahî mesajın, kendilerine bu dünyada daha adil ve eşitlikçi bir toplumsal düzen, ahirette de ebedî mutluluk vaad ettiği, toplumun aşağı sınıflarına mensup köleler, yoksullar ve ezilenler arasından çıkmıştır; ve peygamberlerin üstlendiği görev, bütünüyle bu devrimci karakteri sebebiyledir ki, kurulu düzeni elinde tutan, toplumun varlıklı ve imtiyazlı kişileri ve grupları katında daima hoşnutsuzluğa yol açmıştır. 48 - Lafzen, "sizde, bize kıyasla bir üstünlük [ya da bir "erdem"] görmüyoruz." |
28. | [Nûh:] "Ey kavmim!" dedi, "Ne dersiniz, ya benim, Rabbimin katından apaçık bir kanıta dayandığım; O'nun katından bana (aydınlatıcı) bir rahmetin, [bir vahyin] bahşedildiği doğruysa ve siz de buna karşı kör kalmışsanız, söyleyin, hoşunuza gitmediği halde onu görüp fark etmeniz için sizi zorlayabilir miyiz? (49)
49 - "Din'de bir zorlama olmayacağı" yolundaki temel Kur'ânî öğretiye (2:256) ve Hz. Peygamber'in "yalnızca bir uyarıcı ve müjdeci" olduğu yolunda sıkça tekrarlanan ve görevinin yalnızca kendisine emanet edilen mesajı duyurmak, tebliğ etmek olduğunu belirten ifadeye ilişkin bir atıf. Bu cümledeki çoğul "biz" zamiri Hz. Nûh ve o'nun ashâbına matuftur. |
29. | "Ey kavmim; üstelik bu mesaj[ı size ulaştırdığım] için sizden bir çıkar da ummuyorum; benim (çabalarımın) karşılığı ancak Allah katındadır. Ayrıca, ben imana erişenleri[n hiç birini] yanımdan kovmayacağım. (50) Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklar[ını biliyorlar]; ama size gelince, sizin [doğrudan eğriden habersiz, yol yordam] bilmez bir topluluk olduğunuzu görüyorum! 50 - Bu ifade, inkarcıların yukarıda 27. ayette yer alan ve Hz. Nûh'a ashâbının hep aşağı sınıftan kimseler olduğunu küçümseyici bir üslupla dile getiren ve bunu yaparken de dolaylı bir biçimde o'na, eğer bu tür insanları yanından uzaklaştırırsa belki kendisine kulak verebileceklerini îma eden sözlerine bir cevap gibidir (karş. 26:111). Muhammed (s) de, görevinin ilk yıllarında, Kureyş müşriklerinin benzer tepkilerine hedef olmuştu; 6:52 hakkındaki açıklamalarında İbni Kesîr bu konuda muhtelif rivayetler kaydetmiştir. |
30. | Hem, ey kavmim, eğer onları yanımdan kovarsam, söyleyin, Allah'a karşı kim korur, kim savunur beni? Bunu hiç aklınıza getirmiyor musunuz? |
31. | "Öte yandan, size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum, (51) insanın duyu ve algı alanının ötesini bilirim de [demiyorum], bir melek olduğumu da söylemiyorum; sizin o hor gördüğünüz kimselere (52) Allah'ın bir hayır ulaştırmayacağını ise zaten söyleyemem, çünkü onların kalplerinde olanı (53) Allah daha iyi bilir. [Ve eğer bu kabil şeyler söyleyecek olsaydım] kuşkusuz, zalimlerden biri olurdum."
51 - Bkz. 6:50 ve 7:188. 52 - Yani, Hz. Nûh'un 27. ayette sözü geçen aşağı sınıftan, yoksul bağlıları (bkz. yukarıda 47. not). 53 - Lafzen, "kendi içlerinde bulunan şeyleri". |
32. | [İnkarcıların ileri gelenleri:] "Ey Nûh, bizimle çok tartıştın, tartışmayı [gereksiz yere] fazla uzattın" (54) dediler, "eğer doğru sözlü kimselerdensen artık getir şu bizi tehdit edip durduğun şeyi!" (55)
54 - Zımnen, "hem de bizi ikna etmeksizin" (71:5-6'da tam olarak ifade edildiği gibi). İnkarcı soydaşlarının Hz. Nûh'tan yana duydukları hoşnutsuzluk, en belirgin biçimde "Eğer benim [aranızda] bulunmam ve Allah'ın mesajlarını duyurmam sizi hoşnutsuz kılıyorsa ..." ifadesiyle dile getirilmiştir zaten (bkz. 10:71). 55 - Bkz. yukarıda 26. ayetin sonu. |
33. | "Eğer dilerse" dedi, "onu size ancak Allah getirebilir ve siz de yakanızı kurtaramazsınız: |
34. | çünkü size öğüt vermek istesem de, eğer Allah sizin azgınlık içinde kalmanızı (56) dilemişse, benim öğüdümün size hiçbir yararı olmaz. Rabbiniz O'dur ve hepiniz er geç O'na döneceksiniz."
56 - Bazı müfessirlere göre, lafzî çevirisi "Allah'ın sizi yoldan çıkarması" şeklinde olan en yuğviyekum ifadesi, "günahlarınızdan ötürü sizi cezalandırması" (Râzî'nin kaydettiğine göre Hasan Basrî), yahut "sizi helak etmesi" (Taberî) ya da "sizi tüm iyiliklerden yoksun bırakması" olarak anlaşılmalıdır (Râzî'nin kaydettiğine göre Cubbâî); bu son görüş bizim 7:16'daki ağveytenî ("beni Sen engellemiştin") ifadesi için benimsediğimiz ve ilgili 11. notla açıklamaya çalıştığımız karşılıkla az çok çakışıyor. Bununla birlikte, bu ifade akışı içinde, hakkı inkarda inat gösterenlerle ilgili Allah'ın sünnetine ilişkin Kur'ânî öğretiyle daha bir bağdaştığını görerek bu ifadeyi burada "eğer Allah sizin azgınlık içinde kalmanızı dilemişse" sözleriyle aktarmayı daha uygun bulduk (bkz. 2. sure, 7. not). Üstelik bu yorum, ayet hakkındaki tefsiriyle Zemahşerî tarafından da desteklenmektedir: "Allah, hakikati inkar edeni (kâfir), bu günahında ısrar edeceğini bilerek olduğu gibi bu durum içinde bırakıp tevbe etmekten alıkoyduğu zaman, [Allah'ın] bu fiili [Kur'an'da] "insanı hataya meylettirmesi (iğvâ)" ve "saptırması" (idlâl) olarak tanımlanmaktadır; benzer biçimde, Allah, kişinin tevbe edeceğini bilerek onu koruyup ona lütfettiği zaman da, Allah'ın bu fiili "insana doğru yolu göstermesi" (irşâd) ya da "ona rehberlik etmesi/doğru yola yöneltmesi" (hidâyet) olarak tanımlanmaktadır." (Ayrıca bkz. 14. sure, 4. not.) |
35. | "[MUHAMMED] kendisi bu [kıssayı] (57) uydurdu" diyorlar, öyle mi? [Ey Peygamber] de ki: "Eğer onu ben uydurduysam bu günahımdan ben sorumlu olayım; ama (hiç değilse) sizin işlediğiniz günahtan uzağım". (58)
57 - Bazı klasik müfessirler bu ayetin Hz. Nûh ve kavmiyle ilgili kıssanın bir parçası olduğunu söylemektedirler. Ama, önceki ve sonraki ayetlerde "dedi" ya da "dediler" formundaki geçmiş zaman kipinin âniden "... mı diyorlar" formunda şimdiki zamana dönüşmesi gözönünde bulundurulursa, bu görüşün isabetli olduğu pek söylenemez. Bu konuda tek akla yakın açıklama Taberî'yle İbni Kesîr'in yaptığı (Mukâtil'e dayanarak Beğavî'nin de temas ettiği) açıklamadır ki, buna göre bütün bu 35. ayet, Muhammed (s)'e hitab eden ve Kur'an'da anlatılan Hz. Nûh kıssasına ve dolaylı olarak da Kur'an'a temas eden bir ara pasajdır; bir başka deyişle, bu surenin 13. ayetinde olduğu gibi, Kur'an'ın başka yerlerinde de temas edilen inkarcılara ait iddianın bir tekrarından ibarettir. Bu son derece ikna edici yorum Reşid Rıza tarafından da benimsenmiştir (Menâr XII, 71). 58 - Ya da: "sizin sorumlu olduğunuz günahla benim bir ilgim yok" -yani, Allah'ın mesajlarına yalan gözüyle bakmak günahıyla (karş. 10:41) yahut Allah hakkında yalan uydurmak günahıyla... |
36. | VE NÛH'A: "Senin kavminden, şimdiye kadar inanmış olanların dışında kimse inanmayacak" diye vahyettik, "Bu yüzden, onların yapabilecekleri şeylerden ötürü sakın tasalanma, |
37. | Bizim gözetimimizde (59) ve vahyettiğimiz biçimde [seni ve seninle beraber olanları kurtaracak olan] tekneyi (60) inşa et ve haksızlığa sapanlar için bana başvurma, çünkü onlar boğulacaklar!"
59 - Yani, "Bizim korumamız altında". 60 - Fulk (lafzî karşılığı "gemi" olan ama kelimenin Avrupa dillerindeki tanıdık muhtevasından dolayı tarafımdan "tekne" olarak çevrilmiştir) sözcüğünün başındaki belirtme takısı, yukarıda yaptığımız parantez içi ilaveyi gerekli kılmıştır. |
38. | Ve böylece [Nûh] gemiyi yapmaya başladı; (o bu işle uğraşırken) kavminin ileri gelenleri her ne zaman yanından geçseler onunla alay eder eğlenirlerdi; o da onlara: "Siz bizimle alay ediyorsanız, bilin ki, sizin alay ettiğiniz gibi biz de [yaklaşan azaptan yana bilgisizliğinizden ötürü] (61) sizinle alay ediyoruz" derdi.
61 - Bir peygambere alaycılık gibi hafif meşrep bir tutum yakıştırılamayacağından (Beğavî), yukarıdaki ibarenin anlamı şöyle görünüyor: "Eğer bizi, inancımızdan ve bugün yaptığımız şeylerden ötürü bilgisiz olarak görüyorsanız, biz de sizi hakkı tanımaya yanaşmamanızdan ve böylece Allah'ın azabını kendi elinizle çağırmanızdan ötürü bilgisiz olarak görüyoruz" (Zemahşerî ve daha kısa bir ifade biçiminde Beğavî). Bizim parantez içinde yaptığımız ilave de ayetin bu yöndeki anlamını dile getirmek içindir. |
39. | "Çünkü, yakında siz de öğreneceksiniz, [dünya hayatında] alçaltıcı azabın kimin başına geleceğini ve [öte dünyadaki] sürekli azabın da kimin başına konacağını!" |
40. | [Bu böylece devam etti] tâ ki, hükmümüz vaki olup da yeryüzünde sular taşkınlar halinde kaynayıp coşuncaya (62) kadar. [Nûh'a]: "Her cins [hayvandan] birer çift (63) ve haklarında hüküm verilmiş olanları değil, (64) yalnız aileni ve imana erişenleri gemiye bindir!" dedik, çünkü o'nun inancını paylaşanlar zaten küçük bir topluluktu.
62 - Lafzen, "yerin yüzü kaynayıp coşuncaya kadar" (fâra't-tennûr). Bu ibare, kaynak olarak Talmud'daki menkıbelerden başka dayanağı olmayan çok sayıda çelişik, tutarsız yorumlara konu olmuştur (Menâr XII,75). Ötekiler yanında en akla yakın açıklama İbni Abbâs ve İkrime'ye dayanarak Taberî, Beğavî ve İbni Kesîr'in verdiğidir; buna göre tennûr [lafzen, "ocak/tandır"] yerin yüzü, arzın sathı demektir. Râzî de, Arapların arzın yüzüne "tennûr" dediklerinden söz eder; Kâmûs ise "tennûr"un anlamlarından birinin "suyun kaynayıp fışkırdığı yer" olduğunu kaydetmektedir. Lugat olarak "kaynayıp coştu ya da taştı" anlamına gelen fâra fiili burada "yeryüzünü kaplayıp sulara gark eden" azgın su taşkınlarını, selleri dile getirmektedir (İbni Kesîr; ayrıca bkz. 54:12). Bu "yeryüzünde taşkınlar halinde kaynayıp coşan sular" ifadesi, öyle görünüyor ki, şimdi Akdenizin bulunduğu büyük vadiyi basıp kaplayan (bkz. 7. sure, 47. not), sürekli ve şiddetli yağmurlarla (karş. 54:11) çığırından çıkıp bugünkü Suriye ve Kuzey Irak'a doğru süratle yayılan büyük tufanı dile getirmektedir. Bu çapta bir tufana, Kitâb-ı Mukaddes ve Kur'an'da olduğu gibi, eski Yunan mitolojisinde (örn. Deukalion ve Pyrrhea öyküsünde) ve Sümer-Babil efsanelerinde de temas edilmektedir. 63 - Zevc terimi, öncelikle çift oluşturan şeylerden, varlıklardan ya da kişilerden her biri anlamına gelmekle birlikte "çift" anlamında da kullanılmaktadır. Buradaki ifade akışı içinde ilk anlamıyla kullanıldığı açıktır; sonuç olarak da, min kullin zevceyn isneyn ifadesi için yapılabilecek en uygun çeviri yukarıdaki gibidir. Hz. Nûh'a gemiye alması buyurulan hayvanlara gelince, bununla Kitâb-ı Mukaddes'de anlatıldığı gibi, yeryüzündeki bütün hayvanların değil, fakat Hz. Nûh'un hâl-i hazır elinde bulunan evcil hayvanların îma edildiğini düşünmek yerinde olur. 64 - Yani, hakkı tanımaktan inatla kaçınmalarından ötürü Allah'ın bu azaba mahkum ettikleri. Ayrıca bkz. 42-43 ve 45-47. ayetler. |
41. | Böylece [kendisini izleyenlere Nûh]: "Haydi, binin artık," dedi, "yürümesi de, demir atması da Allah adıyla olan bu gemiye! Doğrusu, benim Rabbim gerçekten bağışlayıcıdır, esirgeyicidir!" |
42. | Ve derken, onları götüren gemi dağ gibi dalgaların arasında seyre ko-yuldu. Ve o an kıyıda kalan oğluna [Nûh]: "Oğulcuğum" (65) diye bağırdı, "gel bin bizimle gemiye, o inkarcıların yanında kalma!"
65 - Yâ buneyye ("oğulcuğum/oğulcağızım") küçültme ünlemi, oğulun yaşına bakmaksızın, okşama, yüreklendirme ifade eden bir hitap tarzıdır: Söz gelimi, yukarıdaki kıssada bununla hitab edilen Hz. Nûh'un oğlu yetişkin bir insan olarak karşımıza çıkarken, aynı ifadeyle 12:5'de hitab edilen Hz. Yusuf henüz bir çocuk, en fazla bir delikanlıdır. |
43. | [Fakat oğlu:] "Ben, beni sulara karşı koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi. [Nûh:] "Bugün, [Allah'ın] acımasını, esirgemesini hak etmiş olanların dışında, kimse için Allah'ın hükmünden kurtuluş yoktur!" Ve tam o anda aralarında bir dalga yükseldi ve [oğul] boğulup gidenlerin arasına karıştı. |
44. | Ve derken, "Ey yer, suyunu yut!" denildi; "Ey gök, [yağmurunu] durdur!" Ve böylece sular çekildi, [Allah'ın] hükmü yerine geldi, gemi Cûdî Dağı'na oturdu. (66) Ve böylece, zulmeden bu halk için "uzak olsunlar!" sözü söylenmiş oldu.
66 - Eski Süryanice'de Kardû olarak bilinen bu dağ, Van Gölü bölgesinde, bugünkü Suriye'nin el-Cezîre eyaletinin merkezi olan İbni Ömer Cezîresi adındaki şehrin takriben yirmibeş mil kuzey batısındadır. Ağrı Dağı'nın değil de sözü geçen bu dağın Hz. Nûh'un gemisinin oturduğu dağ olarak şöhret bulmasını sağlayan Mezopotamya'nın sözlü geleneğidir... Hz. Nûh'un gemisinin oturduğu yerin burası olarak gösterilmesi, şüphesiz, Babil efsanesine dayanmaktadır (Encyclopaedia of Islam I, 1059). Ama hatırlanmalıdır ki, Ararat ismi (Asurcası Urartu) bir zamanlar Cûdî Dağı'nı da içine alacak tarzda Van Gölü'nün güneyine kadar bu bölgenin tamamı için kullanılıyor olabilir: Kitâb-ı Mukaddes'deki "gemi Ararat dağlarının üzerine oturdu (Tekvîn viii, 4)" ifadesi de bununla açıklamasını buluyor. |
45. | Bu arada Nûh Rabbine yakarıp "Rabbim!" dedi, "O benim kendi oğlumdu, ailemden biriydi; (67) demek ki, Senin vaadin (herkes için) geçerli ve Sen hüküm verenlerin en adili, en söz geçirenisin!"
67 - Burada, 40. ayette geçen "aileni ... gemiye bindir" şeklindeki ilahî buyruğa gönderme yapılıyor; Hz. Nûh'un sözlerinden, bu buyruğu bütün ailesinin kurtarılacağı yolunda anladığı, "haklarında hüküm verilmiş bulunanları değil, yalnız..." şeklindeki sınırlandırıcı ifadeyi gözden kaçırdığı anlaşılıyor. Bazı müfessirler 45-47. ayetlerin 43. ayetle bağlantılı olduğu ve bu sebeple bu ayetlerde anlatılanların zaman bakımından 44. ayetle anlatılan olaylardan önce geldiği görüşündedirler; bu görüş çağdaş Kur'an mütercimlerini Hz. Nûh'un Allah'a yakarışını hatalı olarak şimdiki zaman kipinde (yani, Allah'tan oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemek biçiminde) aktarmaya sevk etmiştir. Oysa, Taberî ve İbni Kesîr'in yaptığı gibi, Hz. Nûh'un bu sözleri gemi Cûdî Dağı'na oturduktan sonra (yani, oğlu öldükten sonra) söylediğini düşünmek ve dolayısıyla, bu yakarışı "Hz. Nûh'un, boğulan oğlunun [ahiretteki] durumunu öğrenmek çabası" olarak görmek daha makuldür (İbni Kesîr). Sonuç olarak, hem Hz. Nûh'un, boğulan oğluyla ilgili yakarışı, hem de Allah'ın buna verdiği cevap geçmiş zaman kipinde aktarılmalıdır. |
46. | [Allah:] "Ey Nûh!" dedi, "O senin ailenden sayılmazdı; çünkü iyi ve doğru olmayan bir şey yaptı o. (68) Ayrıca hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şey isteme Benden: (69) böylece, sana cahillerden olmamanı öğütlüyorum". (70)
68 - Bazı müfessirlere göre (örn. Taberî ve Râzî) innehû amelun ğayru sâlihin cümlesi Hz. Nûh'un oğlu için yakarmasına ilişkindir ve dolayısıyla ilahî bir kınama ifade etmektedir: bu durumda cümlenin, "doğrusu, bu (yakarış senin hesabına) doğru olmayan bir davranıştır" şeklinde çevirilmesi ya da anlaşılması gerekir. Ama diğer müfessirler (Zemahşerî gibi) bu yorumu reddediyor ve yukarıdaki ibareyi bizim çevirdiğimiz tarzda, oğula bağlıyorlar. Kanaatimizce bu yorum "o senin ailenden değildi/sayılmazdı" (yani, kan-bağı yönünden öyle olsa bile, manevî bakımdan inkarcılarla birlikte olmayı tercih etti) ifadesiyle daha uyumlu gözüküyor. 69 - Yani, Allah'ın takdirinde yatan en içsel sebepler ve insanın ahiretteki nihaî durumu hakkındaki bilgi; çünkü bu konulardaki "niçin" ve "nasıl" sorularının cevapları insanın duyu ve algı alanının dışında (ğayb alanında) kalmaktadır. 70 - Yani, "Allah'tan, takdirini, kendi heva ve heveslerini tatmin edecek yönde değiştirmesini isteyen cahil kimselerden biri olmamayı" (Menâr XII, 85 vd.). |
47. | "Ey Rabbim!" dedi [Nûh], "Senden, hakkında bilgi sahibi olmadığım herhangi bir şey istemekten Sana sığınırım! Çünkü, beni bağışlamaz, beni acıyıp esirgemezsen, şüphesiz, kaybedenlerden olurum!" |
48. | Bunun üzerine [Nûh'a] "Ey Nûh!" denildi, "Sana ve seninle beraber [olanlara; senin ve] onlar(ın soyun)dan gelecek olan [iyi] insanlara katımızdan bir barış ve güvenlik, (71) bir bolluk bereket (vaadi) ile gemiden in. Fakat [senin ve onların soyundan gelecek olan zalim ve inkarcı] insanlara gelince, (72) Biz onların [bu dünyada belli bir süre] tutunup geçinmelerine fırsat verecek, sonra da başlarına katımızdan bir azap saracağız."
71 - Burada "barış ve güvenlik" sözcükleriyle aktarılan selâm terimi, kötü olan her şeye karşı hem iç, hem de dış güvenliği ifade eder. Terim hakkında daha etraflı bir açıklama için bkz. 5. sure, 29. not. 72 - Yukarıdaki parantez içi ilave klasik müfessirlerin ittifakına dayanmaktadır. Ayetin aslında "seninle beraber olan (gelen) insanlar [ya da "kuşaklar"]dan" şeklinde geçen ifade henüz doğmamış olan kuşakları işaret ediyor; ama Allah'ın rahmet ve bereketi bütün müminleri içine alacağı için ister istemez Hz. Nûh'un kendi kuşağı da bunun içine girmektedir; "hakikati inkar edenler" (kâfirûn) Allah'ın selâm ve bereketinin dışında tutulduğuna göre bu ilk müminlerin soyundan gelen insanlar arasında yalnız inanıp doğru yolda gidenlerin O'nun lütuf ve rahmetinden bir payları olacaktır (karş. Hz. İbrahim'in soyu için kullanılan benzer bir ifadenin yer aldığı 2:124): Bizim sonraki cümlede, "[senin ve onların soyundan gelecek olan zalim ve inkarcı] insanlara gelince" ifadesindeki parantez içi ilavemiz de bu düşünceye dayanmaktadır. |
49. | BÜTÜN BUNLAR [ey Muhammed,] sana vahyettiğimiz bilinmedik haberlerdendir ki onları ne sen ne de soydaşların bundan önce [bu haliyle ve tam olarak] bilmiyordunuz. (73) Öyleyse, sen de artık [Nûh gibi] sabırlı ol. Çünkü, unutma ki, gelecek, mutlaka, Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olanlardan yana olacaktır!
73 - Bkz. yukarıda 35. ayet. Hz. Nûh kıssası her ne kadar Muhammed (s)'den önce de Araplar tarafından bulanık bir biçimde biliniyor olsa da, bu bilgi Kur'an'da yukarıda anlatıldığı kadar tutarlı, ayrıntılı değildi (Râzî). Kıssanın anlatım akışında araya giren bu bölümün başında -3:44, 11:100 ve 12:102'de benzer cümlede kullanılan tekil ifadenin ("bu anlatılan" şeklindeki) tersine- "bütün bunlar" şeklinde çoğul ifadenin kullanılması, kanaatimizce, sadece yukarıda anlatılan Hz. Nûh kıssasını değil daha sonra anlatılacak olan öteki peygamber kıssalarının da îma edildiğini göstermektedir. Bu itibarla, sık sık hatırlatılmasa da, unutulmamalıdır ki, Kur'an'ın bu kıssaları ele almasındaki asıl amaç asla onları "hikaye" etmek değildir. Ne zaman önceki peygamberlere ait kıssalar anlatılsa, ne zaman İslam'dan önce ya da Hz. Peygamber zamanında vuku bulan bir olaya temas edilse bunun altında mutlaka ahlakî bir ders yatmaktadır. Öte yandan, aynı olay ya da kıssanın, çok kere, birden çok ahlakî anlamlar, çağrışımlar taşıyan değişik veçheleri olduğundan, Kur'an aynı olay ya da kıssaları değişik surelerde tekrar tekrar anlatmakta ama her seferinde bunlarda, bir bütün olarak Kur'ânî vahyin, Kur'ânî öğretinin değişik bir yanına ışık tutmakta, bütünü oluşturan şu ya da bu temel gerçeğe dikkat çekmektedir. |
50. | ÂD TOPLUMUNA da soydaşları Hûd'u gönderdik. (74) O (da onlara): "Ey kavmim! [Yalnızca] Allah'a kulluk edin!" dedi, (çünkü) sizin O'ndan başka tanrınız yok. [Bu halinizle] aslı olmayan şeyler uyduran kimselersiniz sadece! (75)
74 - Hûd ismi ve Âd kavmiyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. 7. sure, 48. not. 75 - Yani, hiçbir gerçekliği olmayan düzmece tanrılar uyduran kimseler (karş. Hz. Hûd'la ilgili 7:71). Mufterûn terimi için bkz. 7. sure, 119. not. |
51. | "Ey kavmim! Bu [uyarılar] için sizden bir karşılık da bekliyor değilim; benim (çabalarımın) karşılığı beni yaratan (Allah'tan) başkasına düşmez. Öyleyse, artık aklınızı kullanmayacak mısınız?" |
52. | "Ey kavmim! Haydi artık günahlarınız için Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da tevbe ve pişmanlık içinde O'na yönelin ki, size gökten bolca rahmet ve bereket yağdırsın; (76) gücünüze güç katsın ve iflah bulmaz suçlular olarak [benden] yüz çevirmeyin!"
76 - Lafzen, "göğü bolluk içinde üzerinize salıversin". Semâ' terimi klasik Arapça'da çoğu zaman mecaz olarak "yağmur" anlamında kullanılır; yağmurun kıtlığı ise Ahkâf ("kum tepeleri") diye bilinen ve bir vakitler Âd kavminin yerleşim sahası olup onlardan bu yana terk edilmiş bulunan beldenin karakteridir. 46:24'de görüleceği üzere, yukarıdaki bölümde sözü edilen dönem ciddî bir kuraklığın hüküm sürdüğü bir dönemdi ve bu bakımdan ayetteki "bolca rahmet-bereket" tabiriyle "yağmur"un kasdediliyor olması kuvvetle muhtemeldir. |
53. | (Soydaşları:) "Ey Hûd!" dediler, "Bize [peygamber olduğunu kanıtlayan] açık bir delil, bir belge getirmedin; bu yüzden, senin bir tek sözünle tanrılarımızı bir kenara atıp sana inanacak değiliz. |
54. | Seni tanrılarımızdan biri fena çarpmış (77) demekten başka sözümüz yok sana!" [Hûd:] "Allah'ı tanık tutarım, ve siz de tanık olun ki, kesinlikle uzağım ben, sizin yaptığınız gibi tanrılar edinmekten; (78)
77 - Cinnet ya da delilik kasdediliyor. 78 - Yahut: "ki, sizin [Allah'a] ortaklar koşmanızdan (mimmâ tuşrikûn) ben suçlu ya da sorumlu değilim..." - Bu ifadeyle Hz. Hûd, soydaşlarının, düzmece tanrılarından biri tarafından çarpılmış olabileceği yolundaki alaycı iddialarını reddetmiş oluyor. |
55. | yani, O'ndan başkalarını! Haydi, bana karşı topunuz [istediğiniz kadar] tuzak kurun, elinizden geleni ardınıza komayın! (79)
79 - Karş. 7:195'in son cümlesinde bütünüyle benzer bir meydan okuma. |
56. | Ama unutmayın ki, ben, benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayanıyorum; çünkü hiçbir canlı yoktur ki ipini O tutuyor olmasın. (80) Rabbimin yolu elbette (yolların) dosdoğru olanıdır! (81)
80 - Yani, üzerinde O'nun kontrol ve gözetiminin olmadığı, bütünüyle O'na bağlı/bağımlı olmayan tek bir canlı yoktur (karş. bu surenin 6. ayeti). Birinin bir başkasına boyun eğip teslim olmasını ifade ederken eski Araplar: "falancanın yuları filancanın elinde" derlerdi. Bu konuda bkz. sözkonusu deyimin Kur'ânî vahyin iniş sırasına göre ilk kez geçtiği 96:15-16. 81 - Lafzen, "benim Rabbim dosdoğru bir yoldadır" -Allah'ın var olan her şeyi mutlak doğru ve mutlak adil bir düzen içinde hükmü altında tuttuğunu, çekip çevirdiğini bile isteye kötülük yapanın, yapıp-ettiklerinin bu dünyada ya da öte dünyada (insan hayatı, bir bütün olarak ancak bu iki safhanın bir bileşimi olarak düşünülebileceğine göre) cezasız, iyiliğin de mükafatsız kalmasına asla izin vermeyeceğini dile getiren bir ifade. |
57. | (Bu yoldan) dönüp gitmeyi seçerseniz, o zaman, [bilin ki] ben, size ulaştırmakla görevlendirildiğim mesajı size duyurdum; (artık bundan sonra, dilerse) Rabbim başka bir kavmi sizin yerinize (82) getirir; bu konuda O'na hiçbir şekilde engel olamazsınız. Çünkü, muhakkak ki her şeyin gözetimi O'nun elindedir!"
82 - Lafzen, "sizin yerinizi almak üzre...". |
58. | Ve böylece, hükmümüz vaki olunca, (83) Hûd'u ve o'nunla aynı inancı paylaşanları katımızdan bir koruma lütfuyla kurtardık; kendilerini [ahiretteki] ağır ve zorlu azaptan (da) kurtardık. (84)
83 - Âd kavminin şiddetli fırtına yüzünden helak olmasının öyküsü için bkz. 54:19 ve özellikle 69:6-8. 84 - Yani, Âd kavminin geride kalanlarının başına gelecek olan azaptan. Bizim parantez içinde "ahiretteki" sözcüğüyle yaptığımız ilave Taberî, Zemahşerî ve Râzî tarafından yapılan yoruma dayanmaktadır. Adı geçen müfessirlere göre Hz. Hûd ve o'na uyanlar hakkında bahsi geçen ilk kurtarma Âd kavminin bu dünyada uğradığı felakete, ikincisi ise sonrakilerin ahirette çekecekleri cezaya ilişkindir. |
59. | İşte, Rablerinin ayetlerini reddeden, O'nun elçilerine baş kaldıran ve hak-hakikat düşmanı her inatçı zorbanın (85) koyduğu yasaya boyun eğen Âd toplumu[nun sonu] böyle (oldu). 85 - Bununla "inkarcıların ileri gelenleri" kasdediliyor (7:66). Cebbâr terimiyle ilgili yukarıdaki açıklama için bkz. 26:130 ile ilgili 58. not. |
60. | Bu dünyada da [Allah'ın] lâneti kovaladı durdu onları, ölümden sonra kalkış gününde de [sonuç olarak yine onunla kuşatılacaklar]. (86) Bakın, işte Rablerini böyle yok saymıştı Âd [toplumu]! Bakın, işte böyle yok olup gitti Hûd'un kavmi Âd.
86 - Lanet terimini "[Allah'ın] lâneti" şeklinde çevirmem ile ilgili olarak bkz. yukarıda 37. not. |
61. | SEMÛD [toplumuna da] soydaşları Salih'i gönderdik. (87) (Salih onlara:) "Ey kavmim! [Yalnızca] Allah'a kulluk edin!" dedi, "(Çünkü) sizin O'ndan başka tanrınız yok. Sizi topraktan yaratıp geliştiren, (88) orayı bayındır kılmanızı sağlayan O'dur. (89) Bunun içindir ki, artık günahlarınızdan ötürü Rabbinizden bağışlanma dileyin ve sonra da tevbe ve pişmanlık içinde O'na yönelin, çünkü, benim Rabbim, [Kendisine yönelen herkese] her zaman yakınlık gösterir, [dualara] cevap verir!" (90)
87 - İslam öncesi Arap şiirinde "İkinci Âd" olarak geçen Semûd kavmi hakkında kısa bir açıklama 7. sure 56. notta bulunmaktadır. Hz. Salih'in, Hz. Hûd'dan sonra gönderilen ikinci Arap peygamber olduğuna inanılmaktadır. 88 - Yani, beslenmelerini ve bu yolla büyüyüp gelişme, üreme ve evrimleşme yeteneklerini dolaylı ya da dolaysız olarak yerden yani, topraktan sağlayan organik unsurlardan (Râzî). Bu yorum, aynı zamanda insanın "topraktan yaratıldığı"nı ifade eden Kur'ânî atıfların da bir açıklaması durumundadır (karş 3:59, 18:37, 22:5 ve 30:20). 89 - Bkz. 7:74 ve ilgili notlar. 90 - Bkz. 2:186. |
62. | "Ey Salih!" diye karşılık verdiler, "Sen bundan önce aramızda büyük umutlar beslenen biriydin! (91) (Şimdi) bizi atalarımızın kulluk edegeldiği şeylere kulluk etmekten mi alıkoyacaksın? Doğrusu şu ki, bizi çağırdığın (dâvâ) hakkında son derece ciddî bir şüphe ve kaygı içindeyiz!" (92) 91 - Lafzen, "Bundan önce aramızda umut beslenen biriydin"; Hz. Salih'in geleneksel inançlarını bırakıp Tek Allah'a kulluk etmeleri yolunda içten bir istek ve büyük bir çabayla karşılarına çıkıp da onları şaşırttığı güne kadar, kavmi tarafından muhtemelen müstakbel bir lider olarak görülmesine önayak olan parlak zekasına, seçkin niteliklerine ve sağlam kişiliğine işaret eden bir îma. 92 - Lafzen, "gerçek şu ki, bizi davet ettiğin şey hakkında kaygılandırıcı bir şüphe içindeyiz". Hatırlanmalıdır ki, İslam öncesi Araplar, düzmece tanrılarına da, Allah'ın kızları olarak gördükleri meleklere de, insan ile, varlığını bu anlayış içinde reddetmedikleri Allah arasında meşru aracılar gözüyle bakıyorlardı; bunun sonucu olarak, peygamberlerinin kendilerinden bu düzmece tanrıları ya da yarı-tanrıları bırakmalarını istemesi onlar için son derece sarsıcı bir vaka durumundaydı. Semûdluların yukarıdaki cevabı sanki, "sizin O'ndan başka tanrınız yok!" şeklindeki tevhîdî uyarısından vazgeçse, Hz. Salih'in, peygamber olduğu yolundaki iddiasını kabule hazır olduklarını îma eder gibidir; Hz. Salih'in sonraki ayette verdiği karşılığı da bütünüyle açıklayan bir yorumdur bu. |
63. | "Ey kavmim!" diye karşılık verdi (Salih), "Ne dersiniz, ya ben, katından bana bir rahmet bahşeden Rabbimden apaçık bir kanıt üzerindeysem, (söyleyin), O'na tutup baş kaldırırsam o zaman kim Allah'a karşı kol kanat gerer bana? (93) Bu durumda, sizin önerdiğiniz şey yıkımımı artırmaktan öteye gitmez!" (94)
93 - Yani, "şayet -ilahî vahiy yoluyla ulaşılan bütün delillere, kanıtlara rağmen- Allah'tan başka tanrı olmadığı ve O'na tanrılığında herhangi bir kimseyi ya da şeyi ortak koşmanın bağışlanmaz bir günah olduğu temel gerçeğini gözardı edecek, bilmezlikten gelecek olursam" (karş. 4:48 ve ilgili 65. not). 94 - Lafzen, "yıkımı[mı] artırmaktan başka bir şey yapamazsınız bana". Bu karşılıklı konuşma Hz. Salih'le Semûd'un ileri gelenleri arasında geçiyor olsa da, verdiği mesaj -Kur'ânî kıssa ve mesellerin hepsi için söylenebileceği üzere- bütün çağlar için geçerli evrensel bir öneme sahiptir. Burada altı çizilmek istenen husus, mutlak ilmi ve mutlak kudretiyle var olan her şeyi kuşatan, var olan her şeye egemen olan Tek ilah fikriyle, tanrısal ya da yarı-tanrısal nitelik ve fonksiyonları Allah'tan başkasına yakıştırma tavrını barıştırmanın, uzlaştırmanın temelden imkansız olduğudur. Semûd'un üstü örtülü önerisi (bkz. 92. not) ve bunun Hz. Salih tarafından reddedilmesi, insanla Allah arasında tasavvur edilen birtakım sahte "aracıların" vasıtasıyla "Allah'ı insana" ya da "insanı Allah'a" yaklaştırma fikrine dayanan bütün dinî tavır ve yaklaşımlar için esastan uyarıcı bir yüklem, temel bir mesaj taşımaktadır. İlkel dinlerde bu aracılık fikri birtakım tabiat güçlerinin tanrılaştırılmasına ve giderek belirsiz, bulanık bir Üstün Güç (örn. eski Yunanlılarda Moira) tasavvuruna ve onun bu belirsizliğinden, dalgınlığından, geride durmasından bilistifade onun adına edip-eylediği vehmedilen birtakım hayal ürünü biçimsel mabutların/tanrıların ihdasına önayak olmuştur. Daha gelişmiş, daha karmaşık dinî kültürlerde aracıya duyulan bu ihtiyaç, Allah'ın, daha alt düzeydeki tanrılar aracılığıyla kişileşmiş olarak tecelli ettiği (Hindu dininde, Upanişadların ve Vedaların Mutlak Brahma'sının Vişnu ya da Şiva'nın varlığında kişileştirilmesi gibi) ya da insan biçiminde tecessüm ettiği (Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu, Üç'ün -Teslis'in- İkincisi olduğu yolundaki Hristiyan inancında olduğu gibi) inancıyla kendini göstermektedir. Bu tevhid dışı eğilim bir adım daha giderek velî ya da azîz diye bilinen, ölmüş ya da yaşayan, birtakım seçilmiş kişilere "Allah'ı insana yaklaştırma"ya kadir bir aracılık rolü yakıştırmakta ve ne yazık ki, kendilerini "monoteist/tek tanrıcı" sayan insanlar bile böyle bir aracılığa ihtiyaç duymaktadırlar; velîlerin Allah'la insan arasında aracı rolü oynadıklarına inanmanın İslam'ın en temel ilkesine aykırı olduğunu anlamayan yanlış yönlendirilmiş pek çok Müslümanın da bu grup içinde yer aldığını eklemeliyiz. Allah'ın birliğine, eşsiz ve benzersiz oluşuna ve dolayısıyla ister somut bir varlık, ister soyut bir güç olsun, hiçbir şeyin, hiçbir kimsenin O'nun tanrılık vasfı üzerinde pay sahibi olmadığına; âlemin tasarrufunda, çekilip çevirilmesinde O'na nüfûz ve müdahale edebilecek kimsenin bulunmadığına dair sürekli tekrarlanan Kur'ânî vurgunun amacı, insanı, kendi kendini mahkum ettiği hayal mahsulü bir "aracı-güçler" hiyerarşisine kul-köle olmaktan kurtarmak ve ona "nereye dönerseniz dönün Allah'ın yönü orasıdır" (2:115) gerçeğini, ya da "Allah'ın "[kendisine dua eden herkese] yakın olduğu" gerçeğini (2:186; ayrıca özlü biçimde bu surenin 61. ayeti) anlatmaktadır. |
64. | Ve "Ey kavmim!" diye, devam etti, "Bu, Allah'a ait olan dişi deve sizin için bir işaret olacaktır; bunun için, onu bırakın Allah'ın arzında otlasın; ona bir kötülük yapmayın, yoksa beklenmedik bir azaba dûçâr olursunuz!" (95)
95 - Bu pasaja dair bir açıklama için bkz. 7. sure, 57. not. |
65. | Bu (uyarıya) rağmen, hunharca boğazladılar onu. (96) Bunun üzerine [Salih]: "Artık [sadece] üç gün(ünüz) kaldı, barınaklarınızda eyleşecek" dedi, "bu (söylediğim) yalanlanamayacak bir yargıdır!" (97)
96 - Bkz 7. sure, 61. not. 97 - Lafzen, "sözdür/vaaddir". |
66. | Ve derken, hükmümüz vaki olunca, katımızdan bir esirgemeyle Salih'i ve o'nunla aynı inancı paylaşanları kurtardık; ve [onları] o [kıyamet] Gün[ü Bizim lânetimize uğramanın vereceği] alçalmadan [da kurtardık]. Doğrusu, senin Rabbin, gerçekten sınırsız kuvvet ve kudret sahibi O yüceler yücesidir. |
67. | O zulmedenlere gelince, onları [Allah katından cezalandırıcı] bir sayha yakalayıverdi de kendi evlerinde cansız olarak yere yığılıp kaldılar; (98)
98 - Lafzen, "kendi evlerinde yere kapanıp kaldılar". Râzî'nin kaydettiğine göre İbni Abbâs sayha (lafzen, "şiddetli bağırma/nâra" ya da "çığlık") terimini sâika ("yıldırım" yahut "gök gürlemesi") sözcüğünün eş anlamlısı olarak açıklamıştır. Aynı olay, 7:78'de, oradaki anlatım akışı içinde açıkça bir yer sarsıntısına işaret ettiği görülen racfeh ("şiddetli sarsıntı") sözcüğüyle anlatıldığına göre, mümkündür ki, burada da Kur'an'da başka yerlerde de sözü geçen bu sayha ("şiddetli bağırma/gürültü") ya çoğu zaman yer sarsıntısından önce yahut onunla birlikte işitilen ve yer altından gelen bir gürültüyü/gürüldemeyi ya da volkanik bir patlamanın gök gürlemesini andıran gürültüsünü ifade etmektedir (bkz. 7. sure, 62. not). Bununla birlikte, aynı ifadenin değişik bağlamlar içinde birden fazla kullanımını gözönünde bulundurarak sözcüğün, "[Allah katından cezalandırıcı] bir sayha" gibi ya da 50:42'de Son Saat'i işaret eden "son sayha" gibi daha genel bir anlamı olduğunu söyleyebiliriz. |
68. | sanki (daha önce) orada hiç yaşamamışlar gibi. Bakın, işte Rablerini böyle yok saydı Semûdlular! Bakın, işte böyle yok olup gitti Semûd! |
69. | VE GERÇEK ŞU Kİ, İbrahim'e [semavî] elçilerimiz müjdeyle geldiler, (99) (ve) "Selâm olsun!" dediler; o da (onlara): "[Size de] selâm olsun!" diye karşılık verdi ve sonra da onların önüne kızarmış bir buzağıyı getirip koymakta gecikmedi. (100)
99 - Kur'an, sözü uzatarak Hz. İbrahim'in bu ziyaretçilerinin melek olduğunu ayrıca belirtmiyor; ama rusulunâ ("elçilerimiz") tabiri çoğu zaman semavî elçiler anlamında kullanıldığı için, klasik müfessirlerin hepsi bu tabiri yukarıdaki anlatım akışı içinde de bu anlama yormuşlardır. "Müjde"nin buradaki içeriği için bkz. aşağıda 71. ayet. Hz. Lût kıssasına Hz. İbrahim'in hayatından kısa bir kesitle girilmesinin sebebi, sonrakinin ileriki bir evrede Sodom'un günahkar halkı için Allah'a yapacağı yakarmada (74-76. ayetler) ve ayrıca, mümkündür ki, Allah'ın "Seni insanlara önder yapacağım" ifadesiyle ona önceden verdiği sözde yatmaktadır (bkz. 2:124) ki bu söz o'nda yalnız kendi ailesinden yana değil, aynı zamanda yeğeni Hz. Lût aracılığıyla dolaylı olarak ilişki içinde bulunduğu Sodom halkından yana da derin bir ahlakî sorumluluk duygusu uyandırmış olmalı. 100 - Lafzen, "getirmekte geç kalmadı". Bu ayette geçen selâm ("barış/güvenlik") sözcüğünün daha derin çağrışımları için bkz. 5. sure, 29. not. |
70. | Fakat ellerinin yemeğe gitmediğini görünce onların bu davranışı tuhafına gitti; onlardan yana içine bir korku düştü. (101) [Ama] onlar: "Korkma! Biz Lût kavmine gönderildik" dediler. (102)
101 - Lafzen, "onlar[ın bu davranışlarına] bir anlam veremedi ve onlardan korku duydu". Sözü geçen elçiler melek oldukları için (Kitâb-ı Mukaddes, Tekvîn xviii, 8'deki ifadenin tersine) yemek yemediler; ve Arap geleneğine göre bir misafirin kendisine ikram edilen yemeği yememesi onun dostça olmayan niyetine yorulduğu için, o ana kadar ziyaretçilerinin melek olduğunu fark etmemiş olan Hz. İbrahim, onların düşmanca bir niyetleri olmasından kaygı duydu. 102 - Kur'an'daki anlatılanların tersine, Kitâb-ı Mukaddes'in anlatımına göre Hz. İbrahim'in kardeşi oğlu Hz. Lût, Ürdün'de, bugünkü Ölü Deniz (Arapça'da Bahru Lût: "Lût Denizi/Lût Gölü") yakınlarında yaşadı. "Lût kavmi" olarak geçen halk aslında Hz. Lût'un mensup olduğu kavmi belirtmez, çünkü o da, Hz. İbrahim gibi güney Babil'deki Ur şehrinin yerlilerindendi ve amcasıyla beraber oradan göç etmişti; bu yüzdendir ki, "Lût kavmi" tabiri Kur'an'da geçtiği her yerde, Hz. Lût'un aralarında yaşamaya karar verdiği ve peygamberlik göreviyle gönderildiği Sodom şehri (ya da ülkesi) sakinlerini ifade etmektedir. |
71. | Ve (yanlarında) ayaküstü bekleyen karısı, orada öyle [sevinçle] gülümsüyordu; (103) işte bu haldeyken o'na İshâk'ı[n doğumunu] müjdeledik ve İshâk'ın ardından da [o'nun oğlu] Yakub[un doğumunu].
103 - Yani, yabancıların Allah'ın elçileri olduğunu ve kendilerinin onlardan korkmaları için bir sebep bulunmadığını anladığı için sevinç ve rahatlama içinde gülüyordu (Zemahşerî); parantez içindeki "sevinçle" ifadesi bu durumu belirtmek içindir. Kitâb-ı Mukaddes'de (Tekvîn xviii, 12-15), Sarah'ın kocamış kadın haliyle çocuk doğuracağı kendisine bildirilmesi üzerine "kendi kendine güldüğü"nü ifade eden anlatım Kur'an'ınkinden ayrılmaktadır, çünkü Kur'an'da yukarıda görüldüğü gibi, doğacak çocuğun müjdelenmesi kadının güldüğünü nakleden ifadeden sonra gelmekte ve bu anlatım akışı içinde "bunun üzerine" ya da "bundan sonra" anlamı ifade eden fe bağlacıyla başlamaktadır. |
72. | "Vah bana!" (104) dedi, "Ben yaşlı bir kadın, kocam da yaşlı bir adam iken, hâlâ çocuk mu doğuracağım? Doğrusu, yadırganacak bir şey bu!"
104 - Bu yazıklanma ya da yerinme ifadesi açıktır ki, kadının, hem kendini o güne kadar kısır olarak bilmesiyle, hem de bu şaşırtıcı haberin (ya da müjdenin) bir yanılgıyla sonuçlanmasından yana duyduğu korkuyla ilgilidir. |
73. | "Allah'ın dilediğini gerçekleştirmesini mi yadırgıyorsun?" (105) dediler, "Allah'ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun ey bu evin insanları, (hemen hatırlayın ki,) her zaman her övgüye layık olan O'dur; şanı çok yüce olan O!"
105 - Lafzen, "Allah'ın buyruğu mu seni şaşırtıyor?" yahut: "Allah'ın buyruğunu mu tuhaf buluyorsun?" Bununla birlikte, bu vecîz soru, bizce ancak, Kur'an'da sıkça tekrarlanan, "Allah bir şeyin olmasını isteyince, ona sadece Ol!' der -ve (o şey) oluverir" ifadesinin bir yankısı olmak üzere bizim yapmaya çalıştığımız tarzda açıklayıcı bir ifadeyle aktarılabilir. |
74. | Böylece İbrahim'in korkusu geçtikten ve kendisine (sözü geçen) müjde verildikten sonra Lût kavmi hakkında Bize yakarmaya başladı; (106)
106 - Müfessirlerin hemen hemen tamamı, bu ifadenin "Bizimle (yani, Allah'ın Kendisiyle) değil, fakat (29:31'de de aşikar olduğu üzere, Hz. İbrahim'e Sodom'un yaklaşan felaketini haber veren) "elçilerimizle tartışmaya koyuldu" [lafzen, "cedelleşiyor/du"] anlamına geldiği görüşündedirler. |
75. | çünkü, İbrahim ince ruhlu, yumuşak başlı, çok içli, merhametli ve dönüp dönüp Rabbine yönelmek, O'na yakın olmak isteyen biriydi. |
76. | [Elçiler:] "Ey İbrahim, vazgeç bu yakarıdan!" dediler, "Rabbinin hükmü bir kere gelmiş bulunuyor: artık onlara geri çevrilmez bir azap vaki olacak!" |
77. | VE ELÇİLERİMİZ Lût'a geldiğinde, kendilerini koruyacak gücü olmadığını görerek onlar hesabına derin bir kaygı duydu (107) ve "Zor bir gün, bu!" diye belirtti, (kaygısını).
107 - Lafzen, "onlara kol kanat germekten aciz idi" -Hz. Lût'un, ziyaretçilerini, Sodomluların, bugün bile "Sodom" denince hemen akla gelen gayritabii eğilimlerine karşı korumak konusundaki çaresizliğini dile getiren ve klasik Arapça'da kullanılan deyimsel bir ifade. Hz. Lût, ziyaretçilerinin eli yüzü düzgün genç insanlar olduğunu görmüş olmalı ki, sapık hemşehrilerinin saldırısına maruz kalacaklarına muhakkak gözüyle bakıyor. |
78. | Ve [çirkin arzularla] eve doğru (108) sürüklenen kavmi seğirterek ona geldiler; bunlar, daha önce de hep [buna benzer] çirkin işler işleyip durmuşlardı. (Lût): "Kavmim! İşte kızlarım!" dedi, "Onlar [erkeklerden] daha uygun olur sizler için! (109) Allah'tan korkun da konuklarıma [saldırarak] beni rüsvay etmeyin! Aranızda hiç mi aklı başında kimse yok?
108 - Lafzen, "ona doğru." Ne var ki, Sodomluların sapıkça bir amaçla yöneldikleri kimse Hz. Lût'un kendisi değil de o'nun konukları olduğuna göre, bizim aktarımımız ayetin maksadına uygun gözükmektedir. Belirtmeliyiz ki, burada kullanıldığı biçimde, yuhraûn fiili edilgen çatı halindeyken sadece "koşarak geldiler/seğirttiler" anlamına değil, belki daha çok "bir güç tarafından sürüklenircesine/kovalanırcasına koştular" anlamına gelmektedir (Zemahşerî) -yukarıdaki vakada bu güç onların sapık arzularıdır. 109 - Müfessirlerin çoğu "işte kızlarım" ifadesinin (bir peygamberin kendi kavminin manevî babası sayılacağı mülahazasıyla) burada "benim kavmimin ya da kabilemin kızları" anlamına geldiği görüşündedirler. Fakat, ister kavmin kızlarını, isterse Hz. Lût'un kendi kızlarını işaret ediyor olsun -ki sonraki ihtimal daha kuvvetlidir- her iki durumda da bu söz, en geniş anlamıyla, Sodomluların sapık eğilimleri yüzünden uzak kaldıkları erkekle kadın arasındaki doğal ilişkiye dikkat çekmektedir. |
79. | "Sen de biliyorsun ki senin kızlarında gözümüz yok" (110) dediler, "Sen, aslında bizim neyin peşinde olduğumuzu çok iyi bilirsin!"
110 - Lafzen, "senin kızların üzerinde bir hak(kımız) yok". |
80. | "N'olurdu, size karşı koyabilecek gücüm olsaydı!" diye hayıflandı, "ya da sırtımı dayayabileceğim bir dayanak!" (111)
111 - Lafzen, "yahut güçlü bir dayanağa sığınabilseydim/başvurabilseydim". Bazı müfessirler her ne kadar bu ifadenin "kabilevî himaye"yi (ki, Hz. Lût Sodom'da bir yabancı olduğuna göre bu pek mümkün gözükmüyor) dile getirdiği görüşünde iseler de, bu konuda elimizde, Hz. Lût'un kasdettiği himayenin Allah'ın himayesi olduğunu gösteren (Taberî'nin geniş yer verdiği) çok sayıda güvenilir Hadis kaydı bulunmaktadır ki, bunlara göre Muhammed (s)'in, Kur'an'ın bu ayetine işaret ederek: "Allah Lût'a rahmetini eriştirdi; çünkü o kendini gerçekten kudret sahibi bir himayeye havale etti!" dediği rivayet edilmektedir. |
81. | [Bunun üzerine melekler:] "Ey Lût, bak, biz senin Rabbinin elçileriyiz! (Korkma,) [düşmanların] sana asla ilişemeyecekler! Artık, ailenle beraber gecenin bir vaktinde yola çık; aranızdan kimse arkasına bakmasın, (112) karının dışında [ailenden kimse arkada kalmasın]: çünkü, bil ki, onların başına gelecek olan onun da başına gelecek. (113) Onlar için belirlenmiş vakit tam da (bu) sabah; eh, sabah da zaten yaklaşmadı mı?
112 - Yani, soyut anlamda, "geride bıraktıklarına" (Râzî) -maddî anlamda geriye bakmanın değil, günahkar şehir halkıyla bütün ilişkileri kesmenin sözkonusu olduğu aşikar. 113 - Karş. 7:83 ve ilgili not; ayrıca 66:10 (ki bu ayette, Sodom'un yerlilerinden olup kocasından yana inançsızlık gösteren, yani o'nun peygamber olarak görevlendirildiğine inanmayan Hz. Lût'un karısından söz edilmekte ve bu kadının öyküsü inkarcıların durumunu yansıtan bir mesel, bir örnek olarak gösterilmektedir). |
82. | Ve böylece hükmümüz vaki olunca bu [günahkar şehirlerin] altını üstüne getirdik; ve önceden yazılmış bir cezanın infazı için üzerlerine birbiri ardından püskürtü halinde sert taşlar yağdırdık. (114)
114 - Lafzen, "siccîl taşları". Siccîl sözcüğü, bazı dilbilimcilere göre, Farsça seng-i gil ("pişirilmiş balçık taş" ya da "taşlaşmış balçık") sözcüğünün Arapçaya intikal etmiş şeklidir: karş. Kâmûs ve Tâcu'l-Arûs. Eğer bu görüş doğruysa, "taşlaşmış balçık" tabiri, muhtemelen (önceki cümlede "[o günahkar şehirlerin/kasabaların] altını üstüne getirdik" ifadesiyle îma edilen büyük yer sarsıntısıyla da bağlantılı olarak hemen bir volkanik püskürtüyü akla getiren "lav" parçalarıyla az çok aynı şeyi işaret ediyor gibidir. Fakat, Zemahşerî ve Râzî'nin belirttikleri bir ihtimal daha var ki, buna göre siccîl terimi Arapça kökenlidir ve lugat anlamı "yazı", terim anlamı "yazılar, takdir edilen şey" olan sicill sözcüğünün anlamdaşıdır: bu görüşten yola çıkıldığında, hicâra min siccîl ifadesinin, mecazî anlamda, "Allah'ın takdiriyle vaki olan cezalandırıcı darbeler/taşlar" anlamını dile getirdiği söylenebilir (Zemahşerî ve Râzî; hem yukarıdaki ayetle hem de 105:4 hakkındaki yorumlarıyla bağlantılı olarak). Bizce, sonraki ayetin son cümlesinde işaret edilen husus da, "önceden yazılan cezanın sert taş püskürtüleri" ifadesinde yatan bu mecazî anlamdır. |
83. | O taşlar ki, [günaha gömülüp gitmiş böyle toplumları tepelemek için] Rabbinin katında hazırlanmış, işaretlenmiştir. O taşlar ki, zalimlerin başından hiç eksik olmaz! (115)
115 - İlk Kur'an müfessirlerinden (Taberî'nin kaydettiğine göre Katâde, İkrime gibi) bazılarına göre bu büyük ve çetin azap tehdidi her çağın zalimleri için sözkonusudur -ki bu da, hicâra min siccîl ifadesinin mecazî çağrışımı konusunda söylenenleri destekleyen bir görüştür. |
84. | VE MEDYEN halkına da kardeşleri Şuayb'ı [gönderdik. (116) onlara:] "Ey kavmim! [yalnızca] Allah'a kulluk edin!" dedi, "(Çünkü) sizin O'ndan başka tanrınız yok. Ve [birbirinizle olan alış verişinizde] ölçüyü tartıyı eksik tutmayın. (117) Gerçi [şimdi] sizi refah ve zenginlik içinde görüyorum; ama, doğrusu sizin için, [dehşetiyle] kuşatacak bir Gün'ün azabından korkuyorum! 116 - Bkz. 7. sure, 67. not. 117 - Böylece, Tevhid inancıyla (Allah'tan başka tanrı olmadığına inanmak) insanlar arası ilişkilerde adaleti gözetmek ilkesi (bkz. 6. sure, 150. not), burada doğruluğun, doğru yolun, biri olmazsa olmaz iki ana ilkesi, iki temel boyutu olarak konuluyor. Bazı müfesirlere göre, Medyen halkı özellikle ticarî zihniyetin, karmaşık ticarî ilişkilerin geliştiği ve buna bağlı olarak ticarî hile ve sahtekarlıklara yaygın olarak başvurulan bir toplumdu. Bununla birlikte, açıktır ki, bu ayet ve devamının ifade ettiği mesaj, sadece "tarihsel" boyuta bağlı kalınarak yapılan yorumların çok ötesine geçmektedir. Hz. Şuayb kıssasının bu versiyonuyla güdülen amaç, Kur'an'ın daima yaptığı gibi, her çağda ve her toplum için geçerli genel bir ahlakî ilkenin dile getirilmesidir ki, bu da, kişinin insan ilişkileri alanında dürüst olmadıkça -yani, hem manevî planda hem de toplumsal planda dürüst olmadıkça- Allah'a karşı da dürüst olamayacağı ilkesidir. Bu husus, aynı uyarının, sonraki ayette, bu sefer olumlu cümlede bir emir olarak yeniden tekrarlanıp vurgulanmasını da açıklamaktadır. |
85. | Bunun içindir ki, ey kavmim, ölçüyle tartıyla yaptığınız alış verişte dürüst ve duyarlı olun; insanları kendi hakları olan şeylerden yoksun bırakmayın; (118) ve kötülüğü yayarak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.
118 - Bkz. 7. sure, 68. not. |
86. | Eğer [O'na] inanıyorsanız, Allah'ın bıraktığı şey (119) sizin için en hayırlısıdır! (Bütün bu sınırları kendiniz gözetin,) ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim".
119 - Yani, iyi davranışlarınız ve birbirinizle giriştiğiniz dürüst ilişkiler, helal alış verişler sonucu hak ettiğiniz gerçek ve kalıcı kazanç, kalıcı değer (karş. 18:46 ve 19:76'da el-bâkıyyâtu's-sâlihât ifadesi). |
87. | "Ey Şuayb!" dediler, "(Şu) senin dua [alışkanlığın] mı, atalarımızın tapınageldiği şeyleri bırakmamız ve malımız mülkümüz üzerine keyfî tasarruflarda (120) bulunmamamız yönünde bizi uyarmanı zorunlu kılıyor? (121) Çünkü, [biz] sen[i] aslında yumuşak başlı, aklı başında biri [olarak biliriz]. 120 - Yani, başkalarının ve özellikle de yoksulların haklarını ve ihtiyaçlarını düşünmeksizin. Sonraki cümledeki, Hz. Şuayb'ın yumuşak başlı ve aklı başında biri olduğuna dair alaycı îma da buradan gelmektedir. 121 - Lafzen, "Salâtın/duaların mı emrediyor ..." |
88. | (Şuayb:) "Ey kavmim!" diye karşılık verdi, "Ne dersiniz, ya ben Rabbimden apaçık bir kanıta dayanıyorsam, ya beni kendi katından güzel bir rızıkla rızıklandırmışsa, [söyleyin, o zaman, başka nasıl davranabilirim?] (122) Hem ben, sizden yapmamanızı istediğim şeyi, sizin hilafınıza yapmak istiyor da değilim. (123) Ben sadece gücümün elverdiği kadar ıslah etmek istiyorum; ama (bunda ne kadar) başarı göstereceğim bütünüyle Allah'a bağlıdır. Ben O'na güvenip dayanıyor ve her zaman, her konuda O'na yöneliyorum!"
122 - Zemahşerî, Râzî ve öteki pek çok müfessire göre parantez içinde verdiğimiz bu ilave, Hz. Şuayb'ın cevabı içinde zımnen ifade edilmektedir. Hz. Şuayb'ın, Allah'ın kendisine güzel ve bol rızık verdiğini vurgulaması, soydaşlarına birbirlerine karşı dürüst davranmayı öğütlerken bunu kendi çıkarı için yapmadığını hatırlatmak içindir. 123 - Yani, "gerçekten sizin hakkınız olan şeylerden sizi yoksun bırakmak istemiyorum" -yukarıda 85. ayete ilişkin bir atıf. |
89. | "Ey kavmim! Benimle ayrı yol tutmanız sakın sizi günaha sürüklemesin; yoksa Nûh halkının, Hûd halkının, halkının başına gelen sizin de başınıza gelir; ve [hatırlayın ki,] Lût kavmi sizden fazla uzak değil! (124)
124 - Hz. Şuayb'ın, 7. sureye ilişkin 67. notta belirtildiği gibi, görevli olduğu toplumun bulunduğu bölge, bugün Akabe Körfezi olarak bilinen yerden Ölü Deniz'in doğusundaki Moab dağlarına kadar uzanmaktaydı. Sodom ve Gomore bu bölgeye komşu oluyordu. |
90. | Öyleyse günahlarınız için Rabbinizden bağışlanma dileyin ve sonra da tevbe ve pişmanlık içinde O'na yönelin! Çünkü O acıyıp-esirgeyenlerin en yücesi, sevginin kaynağı, gö-zesidir!" |
91. | [Fakat soydaşları o'na:] "Ey Şuayb! Söylediklerinden pek bir şey anlamıyoruz" (125) dediler, "ayrıca aramızda ne kadar zayıf olduğunun da açıkça farkındayız; (126) eğer ailen olmasaydı seni mutlaka öldüresiye taşlardık! Öyle ya, bizim üstümüzde bir gücün, bir nüfûzun yok ki!" 125 - Karş. 6:25. Medyen halkı, bu sözle her ne kadar kendi anlayış, kavrayış eksikliğini itiraf eder gibi ise de bu ifade aslında, "neden bahsettiğini pek anlamıyorum" derkenki yarı kızgınlık yarı sıkılmışlık tavrını dile getirmektedir. 126 - Lafzen, "seni aramızda gerçekten zayıf biri olarak görüyoruz" -yani, kayda değer kabilevî bir dayanağı olmayan biri olarak. |
92. | (Şuayb:) "Ey kavmim! Aileme olan saygınız Allah'a olandan daha mı fazla? Ki O'nu, arkanıza atıp unutabileceğiniz bir şey gibi görüyorsunuz! (127) Muhakkak ki, benim Rabbim [sınırsız bilgi ve kudretiyle] yapıp-ettiğiniz her şeyi biliyor-kuşatıyor!" dedi.
127 - Hem klasik Arapça'da, hem de günümüzde belli bazı bedevî kabilelerin dilinde ittehazehû (ya da cealehû) zıhriyyen tabiri "onu küçümsedi", "onu unuttu/gözden çıkardı" ya da "onu unutulacak/gözden çıkarılacak bir şey olarak gördü" anlamına gelmektedir ki, bu sonuncusu, yukarıdaki anlam örgüsü içinde en uygunu olarak gözüküyor. |
93. | "Bunun içindir ki, ey kavmim, artık [bana karşı] gücünüz neye yetiyorsa onu yapın; çünkü, bilin ki, ben [Allah yolunda] eyleme devam edeceğim: zamanı gelince, alçaltıcı, rüsvay edici bir azabın [aramızdan] kimin payına düşeceğini ve [aramızdan] kimin yalancı olduğunu öğreneceksiniz! Gözleyin öyleyse, [olacak olanı]; ve bilin ki, ben de sizinle birlikte gözlüyorum!" |
94. | Ve derken, hükmümüz vaki olunca, katımızdan bir rahmetle Şuayb'ı ve o'nunla aynı inancı paylaşanları kurtardık; zulüm ve haksızlık içinde olanları ise bir sayha, bir gürlemeyle tepeledik; öyle ki, kendi evlerinde cansız yere yığılıp kaldılar, (128)
128 - Bkz. bu surenin 67. ayeti ve ilgili 98. not; ayrıca 7. sure, 73. not. |
95. | sanki daha önce hiç orada yaşamamışlar gibi.İşte böyle silinip gitti Medyen [halkı], tıpkı Semûd [halkının] silinip gittiği gibi. |
96. | VE GERÇEK ŞU Kİ, Biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir yetkiyle |
97. | Firavun ve onun seçkinler çevresine gönderdik. Ama berikiler, Firavun'un hükmüne boyun eğdiler oysa, Firavun'un hükmü hiçbir şekilde sağduyu ürünü değildi. (129)
129 - Lafzen, "doğru yolda (raşîd) değildi". Firavun ve onun yandaşları hakkındaki bu kısa bölüm (96-99. ayetler), "her inatçı zorbanın koyduğu yasaya boyun eğen" Âd kavmiyle ilgili olarak (bu surenin 59. ayeti) işaret edilen gerçeklerle paralellik göstermekte ve onları pekiştirmektedir. Bu itibarla, bu bölümün ana teması, liderliğin bâtıl, tevhid dışı bir yol izlemesi sorunu ve böyle bir "yüksek otoriteye" baş eğmek konusunda insanın bireysel olarak ve ahlaken sorumlu olup olmayacağı sorusudur. Kur'an bu soruya üstüne basarak olumlu cevap veriyor ve diyor ki: bu durumda hem yöneten, hem de yönetilenler eşit derecede sorumludur; hiç kimse bütün suçunun, statü olarak kendisinden üstte bulunan kimselerin verdiği emirleri körü körüne yerine getirmek olduğu mazeretiyle bu sorumluluktan kendini kurtaramaz. İnsanın nisbî olarak serbest irade sahibi olduğuna -yani, doğru ile eğri arasında seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğuna- ilişkin bu dolaylı atıf, bu surede sözü geçen peygamberlerin ve onların zalim ve inkarcı toplumlarının kıssalarından çıkarılacak en uygun ders durumundadır. |
98. | [Ve bu yüzden de] Kıyamet Günü halkının önüne düşüp, (bu dünyadaki bâtıl yönetimin bir) sonuc(u) olarak onları ateşe sürükleyecek; ne kötü bir menzil bu sürüklendikleri! |
99. | Öyle ya; burada [bu dünyada, Allah'ın] lâneti kovaladı durdu onları, Kıyamet Günü'nde de [onunla tepelenecekler:] (130) ne kötü bir pay, bu paylarına düşen!
130 - Bkz. bu surenin 18. ayetinin son cümlesine dair 37. not; ayrıca Âd kavminin akibetine benzer terimlerle işaret eden 60. ayet. |
100. | [İNSANLIĞA BİR ders olsun diye] (131) bu sana anlattıklarımız (132) [gelip gitmiş] kasaba [halk]ları[nı]n başından geçenlerdir ki, bu [kasaba]ların bazıları hâlâ yerinde duruyor, bazılarıysa biçilmiş tarlalar gibi [silinip gitmişler]:
131 - Lafzen, "Bu şehirlerin/kasabaların haberlerindendir ki, sana anlatıyoruz". 3:44, 11:49 ve 12:102'de de kullanılan bu ifade tarzı, ilgili kıssaların tamamının değil, sadece belli yanlarının, belli bir açıdan anlatıldığını (karş. aşağıda 120. ayet) göstermektedir: asıl amaç, Kur'an'da hep gözetildiği üzere, ahlakî ilke ya da ilkeleri açıklığa kavuşturmak ve Allah'ın, gerek peygamberleri aracılığıyla doğrudan, gerekse yarattığı âlemdeki müşahede edilebilir olay ve olgular aracılığıyla dolaylı olarak ulaştırdığı doğru-yol bilgi ve rehberliğine insanların gösterdiği değişik tepkileri yansıtmaktır. (Bkz. bu konuda, bu surenin 49. ayetiyle ilgili 73. notun ikinci kısmı.) 132 - Bkz. bundan önceki not. |
101. | Pek tabii, onlara Biz zulmetmedik; tersine onlar kendi kendilerine zulmettiler. Ve Rablerinin hükmü vaki olduğunda, Allah'ı bırakıp yalvarıp yakardıkları o (düzmece) tanrıları hiçbir işe yaramadı, yok olup gitmelerini hızlandırmaktan başka! |
102. | İşte senin Rabbin, tepelediği zaman böyle tepeler; halkı zalim olan kasabaları gerçekten de O'nun tepelemesi çok acı verici, çok zorludur! |
103. | Aşikar olan şu ki, bütün bu [anlatıla]nlarda, o Son Gün başa gelebilecek azaptan korkanlar için apaçık bir ders, bir uyarı vardır; o Gün ki, bütün insanlık için bir toplanma, bir araya gelme Gün'ü olacaktır; o Gün ki, her şeyin apaçık ortaya serildiği Gün olacaktır. |
104. | Ve o Gün'ü Biz, belli bir sürenin dışında artık ertelemeyeceğiz. (133)
133 - Lafzen, "[Tarafımızdan] sayılı bir sürenin dışında ...". |
105. | O Gün gelince, O'nun izni olmadıkça kimse konuşamayacak; ve [bir araya getirilenlerden] kimileri bedbaht, kimileri de bahtiyar olacak. |
106. | Bedbaht olanlar [dünyadayken yaptıklarından ötürü] ateşte [yaşayacak] ve orada ah çekip inleyecekler. |
107. | (Ve) Rabbin aksini dilemedikçe, gökler ve yer yerinde durduğu sürece orada kalacaklar: (134) çünkü, dilediğini yapan (Allah')tır, senin Rabbin.
134 - Yani, Allah durdurmadıkça ya da ertelemedikçe (karş. 6:128'in son paragrafı ve ilgili 114. not; ayrıca 40:12 hk. 10. not). "Gökler ve yer yerinde durdukça" ifadesine gelince; bu söz, Kıyamet Günü'yle aynı anlama gelen Son Gün gelip çatınca bildiğimiz dünyanın da sona ereceğini işaret eden pek çok Kur'ânî ifadenin varlığı sebebiyle, klasik müfessirlerden çoğunu yorum zorluğuna sürüklemiştir. Ne var ki, Taberî'nin bu ayet hakkındaki yorumunda belirttiği gibi, eski Arapça'da "gökler ve yer yerinde durdukça" tabirinin ya da "gece ile gündüz peş peşe geldikçe" tabirinin "sonu gelmeyen süre" ya da "sonsuz" (ebed) anlamına mecaz olarak kullanıldığını hatırlarsak bu ifade problem olmaktan çıkacaktır. Ayrıca bkz. 20:105-107 ve ilgili 90. not; keza, 14:48 hk. 63. not. |
108. | Bahtiyar olanlara gelince, onlar [da dünyada yaptıklarından ötürü] cennette [yaşayacak] ve Rabbin bunun aksini dilemedikçe, (135) gökler ve yer yerinde durduğu sürece -bitmeyen bir lütfun sonucu olarak- orada kalacaklar.
135 - Yani, Allah onlara daha büyük bir mükafat bahşetmeyi istemedikçe (Râzî, ayrıca Menâr XII, 161) ya da -ki bizce daha muhtemel olan budur- insanın (insan türünün) önünde yeni bir evrim sahnesi, daha yüksek bir evre açmadıkça. |
109. | BUNUN İÇİNDİR Kİ, [ey Peygamber], o [eğri yolda olan] insanların tapınıp durdukları şeylerin ne idüğü hakkında en küçük bir şüphen olmasın: (136) onların [ahmakça] tapınıp durduğu şeyler, atalarının da vaktiyle tapındığı şeylerdir. Onlara [iyi ya da kötü, her ne ki kazanmışlarsa] paylarına düşeni elbette eksiksiz vereceğiz. (137)
136 - Yani, "onların inançlarının akla, sağduyuya dayandığını sanma": Öncelikle, geçen pasajlarda anlatılan inkarcı toplumlar gibi, kendi eski inançlarıyla uyuşmuyor gerekçesiyle Allah'ın mesajına karşı çıkan müşrik Araplara ve genel olarak da, kelimenin en geniş anlamıyla, atalarından devraldığı sahte değerlere bağlı kalan ve bunun sonucu olarak sahte ya da gayritabii ahlakî standartlara uyan toplumlara ilişkin bir atıf. İnkarcı toplumları karakterize eden bu tutum -bu ayetin son cümlesinde işaret edildiği gibi- ya bu dünyada, ya ahirette, ya da her ikisinde birden kaçınılmaz olarak beraberinde acıyı, azabı ge-tirmektedir. 137 - Lafzen, "Paylarını tam olarak, eksiltmeden ödeyeceğiz". Bu cümle hakkında yapılmış bir açıklama için bkz. bu surenin 15-16. ayetlerine dair 27. not. |
110. | Ve gerçek şu ki, Biz Musa'ya da [öz olarak aynı ilkeleri içine alan bir] kitap verdik, insanların bir kısmı ona karşı (da) kendi görüşleriyle karşı çıktılar. (138) Eğer Rabbin tarafından önceden takdir edilmiş bir karar olmasaydı, şüphesiz, aralarında [hemen, o safhada] yargı gerçekleştirilir (ve işleri bitirilir)di: (139) çünkü, onlar da (sana karşı çıkan kimseler gibi) [kendilerini Allah'a çağıran] kişi hakkında ciddî bir şüphe ve güvensizlik göstermişlerdi. (140) 138 - Lafzen, "onda (da) anlaşmazlığa/ayrılığa düşüldü", ya da "onun hakkında (da) karşıt görüşler ortaya atıldı": bu cümlenin anlamı şu ki: Muhammed (s)'in çağdaşlarının yaptığı gibi, Hz. Musa'nın tebliğ ettiği insanlardan bir kısmı kitabı kabul etti, bir kısmı da onun gösterdiği yolda yürümeyi reddetti. 139 - Lafzen, "aralarında elbette karar verilirdi/verilmiş olurdu". -Yani, cezalandırılmalarının Kıyamet Günü'ne kadar erteleneceği konusunda Allah'ın takdiri (kelime, lafzen, "söz") olmamış olsaydı bu toplumlar yok edici bir felaketle hemen cezalandırılırlardı (karş. 10:93'ün son cümlesi ve ilgili 114. not). 140 - Karş. 2:55 -"Ey Musa, doğrusu Allah'ı kendi gözümüzle görmedikçe sana asla inanmayacağız!" |
111. | Şüphesiz, Rabbin onların her birine edip-eyledikleri her şeyin karşılığını tam olarak ödeyecektir: çünkü O, onların edip-eylediği her şeyin mutlaka farkındadır! |
112. | Öyleyse, artık emredildiğin yönde, yanında yer alanlarla birlikte, doğru yolu tutun ve sizden hiç
biriniz gurura kapılıp da çizgiyi aşmasın: (141) çünkü, unutmayın, yaptığınız her şeyi O görüyor.
141 - İkinci çoğul şahsa hitab eden bu buyruğu açıklarken, İbni Kesîr bunun inananların hepsine hitab ettiğini ve onların, inanan-inanmayan herkese karşı kaçınmaları gereken davranışlara dikkat çektiğini belirtiyor: ve bunu yaparken de, belli ki, İbni Abbâs'ın bu ayet için yaptığı (Râzî tarafından da kaydedilen) şu açıklamaya dayanıyor: "Ayet şunu demek istiyor: Allah'a boyun eğin/O'na karşı alçak gönüllü olun; birbirinize karşı büyüklenmeyin, kurum satmayın". Sonraki müfessirlerin bazılarına göre ise (Taberî, Zemahşerî, Beğavî, Râzî gibi) ayetin en geniş anlamı: "Allah tarafından konulmuş sınırları aşmayın", ya da "hak ve adalet sınırlarını aşmayın" şeklindedir. |
113. | Ve asla zulümde ısrar edenlerden yana eğilim göstermeyin. (142) Yoksa, [ahirette] ateş size de dokunur; ve Allah'tan başka koruyucunuz olmadığına göre, o zaman [O'nun tarafından da] yardım edilmez size! (143)
142 - Rakene fiili, kişinin duygu ya da düşünce planında, bir kimseye ya da bir şeye karşı hem eğilim göstermesi anlamını, hem de o şeye ya da kimseye güvenmesi, dayanması anlamını ifade ettiği için bir tek sözcükle bir başka dile aktarılamıyor; bizim yukarıdaki lâ terkenû ibaresine ilişkin çevirimizde de bu husus gözönünde bulunduruldu. Ellezîne zalemû ifadesinde geçmiş zaman çekiminin kullanılmış olması, Kur'an'da sıkça görüldüğü üzere, zulümde kasdı ve ısrarı belirtmek içindir; bu gözönünde bulundurularak çeviride bu ifade "zulümde ısrar edenler" şeklinde aktarıldı. 143 - Zemahşerî'ye göre son cümlenin başındaki sümme takısı "ve sonra" ya da "bunun ardından" şeklinde çevrilemiyecek tarzda bir zamanda peşpeşelik değil, fakat daha çok başına geldiği olumsuz ifadenin olumsuzluğunu, burada "onlara Allah'ın yardım etmesinin" ihtimal dışı olduğunu (istibâd) pekiştiren bir vurgu ifade etmektedir. |
114. | Ve gündüzün başında ve sonunda, (144) bir de gecenin erken saatlerinde (145) salâtta devamlı ol; çünkü muhakkak ki iyi eylemler kötü eylemleri giderir; [Allah'ı] hatırında tutanlar için bir öğüt, bir hatırlatmadır bu.
144 - Lafzen, "gündüzün iki ucunda". 145 - Bu buyruk, uygulamanın biçimini ve tam olarak ne zaman yapılacağını belirtmeksizin -çünkü bu iki husus Hz. Peygamber'in, sahih eylem ve sözleriyle biçimlenen sünnetiyle açıkça ortaya konmuştur- tüm farz namazları kapsamaktadır. Hz. Peygamber'in uygulamalarına göre farz namazlar (vaktin girişine göre) şöyledir: sabah (fecr) namazı; gün ortasından az sonra öğlen namazı (zuhr), ikindi namazı (asr); günbatımından hemen sonra akşam namazı (mağrib) ve gecenin erken saatlerinde yatsı namazı (işâ'). Yukarıdaki ayetin, salâtın genel anlamda taşıdığı büyük öneme dikkat çektiği gözönünde bulundurulursa; bundan, muhakkak ki, insanın sadece beş vakit farz namazlarda değil, fakat uyanık geçirdiği bütün saatlerini Allah'tan yana bilinç ve duyarlığı diri tutma çabası içinde yaşaması gerektiği sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. |
115. | Ve sabret, sonuna kadar dayan: çünkü Allah iyilik yapanların hak ettiği karşılığı hiçbir şekilde zayi etmez! |
116. | FAKAT, NE YAZIK Kİ, [yok ettiğimiz] sizden önceki kuşaklar arasından, yeryüzünde yozlaşmaya karşı çıkan -[doğru yolu izledikleri i-çin] kendilerini kurtardığımız küçük toplulukların dışında- akıl/izân ve erdem sahibi kimseler çıkmadı. (146) Ve zulme eğilim gösteren çoğunluk yalnızca kendilerini yozlaştıran hazların peşine düşüp (147) günaha gömülüp gittiler. 146 - Cümlenin başında yer olan lev-lâ takısı için bizim tercih ettiğimiz "ne yazık ki" karşılığı hakkında bkz. 10. sure 119. not. Bu pasaj hem önceki ayette geçen "Allah iyilik yapanların hak ettiği karşılığı hiçbir şekilde zayi etmez" ifadesiyle, hem de yukarıda 111. ayette geçen "şüphesiz, Rabbin onların her birine edip-eyledikleri her şeyin karşılığını tam olarak ödeyecektir" ifadesiyle bağlantılıdır. Karn ("nesil") teriminin daha geniş çağrışımları için bkz. 6. sure, 5. not. 147 - Terife fiili "kolay ve müreffeh bir hayat sürdü" anlamına geliyor; mutraf sözcüğü, "kolay, müreffeh bir hayat yaşayan/hayatın tadını çıkaran", yani, ahlakî endişelere hayatında pek yer vermeyen demektir. Aynı kökten türetilen mutarraf sözcüğünün bunlardan biraz daha değişik bir anlam boyutu var: "kolay ve müreffeh bir hayatın küstahlaştırdığı kimse", yahut "haz ve keyif peşinde koşmanın yozlaştırdığı kimse" anlamına geliyor (Muğnî). Mâ utrifû fîhi ibaresinin yukarıdaki çevirisi sözcüğün bu son anlam boyutuna dayanmaktadır. |
117. | Yoksa, senin Rabbin, halkı [birbirlerine karşı] dürüst davrandıkları sürece, bir toplumu (148) [sırf] [çarpık inançları] yüzünden asla helak etmez. (149)
148 - Bkz. 6. sure, 116. not. 149 - Bu pasaj önceki ayetin son cümlesiyle ("günaha gömülüp gittiler") bağlantılıdır. Klasik müfessirlerin çoğuna göre zulm terimi (lafzen, "haksızlık veya kötülük") bu anlam akışı içinde "çarpık inançlar" anlamına gelmektedir ki bu da, peygamberler aracılığıyla Allah tarafından vahyedilmiş gerçekleri inkar etmek, O'nun varlığını tanımamak ya da ilahî kudret ve nitelikleri Allah'tan başka varlıklara yakıştırmak demektir. Râzî, yukarıdaki ayeti açıklarken şöyle diyor: "Hiçbir toplumun başına, sırf inanç düzleminde şirk ve küfr içinde olmaları yüzünden bu dünyada yok edici türden cezalandırıcı bir azap gelmez; bu kabil bir ceza toplumun başına, ancak toplumun insanları [birbirlerine karşı] ısrarla haksızlık yaptıkları; [başkalarının] hukukunu, hayatını ve onurunu tehlikeye sokacak tarzda insanlık dışı, ahlak dışı davrandıkları zaman gelir. Bunun içindir ki, Müslüman hukukçular (fukahâ') insanın Allah'a karşı olan yükümlülüklerinin O'nun bağışlayıcı, affedici olduğu ilkesiyle birlikte düşünülebileceğini, (yani yerine getirilmediği takdirde O'nun affının umulabileceğini), ama insanlara karşı olan yükümlülüklerin hassas, esnemez bir özellik taşıdığını, dolayısıyla mutlaka ve duyarlı bir biçimde gözetilmesi gerektiğini söylemişlerdir". Meselenin böyle ele alınmasının sebebi, Allah'ın mutlak kudret sahibi olması ve hiçbir korunmaya ihtiyacı olmaması, ama insanın zayıf ve korunmaya muhtaç olmasıdır. (Karş. 28:59'un son cümlesi ve ilgili 61. not.) |
118. | Hem, Rabbin dileseydi, bütün insanlığı bir tek ümmet yapardı; fakat [O, yollarını seçmekte kendilerini özgür bıraktı diye] hâlâ farklı görüşler benimsemekteler; (150)
150 - Yani, her konuda, hatta Allah tarafından vahyedilen değişmez gerçekler konusunda bile. Ümmeten vâhideten (bir tek topluluk) terimi ve onun değişik anlam boyutları hakkında bir açıklama için bkz. 2. sure, 197 ve 198. notlar; 2:253'ün ikinci kısmı ve ilgili 245. not; ve 5:48'in ikinci kısmıyla ilgili 66 ve 67. notlar. Burada böylece, Kur'an bir kere daha işaret etmektedir ki, insanların birbirleriyle hep görüş ayrılıkları içinde olmaları, farklı düşüncelerin peşinden gitmeleri bir rastlantı değil, tersine Allah'ın ilim ve iradesinin bir ürünü olan insan varlığının temel unsurlarından birinin tezahürüdür. Eğer Allah bütün insanların aynı inanca bağlı olmasını irade etseydi -ki bu onun için asla zor olmazdı- o zaman zihinsel gelişme tamamen dururdu ve "ve insanların hepsi yaratılışlarının zoruyla hakka inanıp Allah'a itaat ederek manevî hayatları itibariyle belki melekler gibi olurlardı ama tür olarak sahip oldukları üstün ve ayırıcı niteliklerinden yoksun düşüp toplumsal hayatları itibariyle karıncalara ya da arılara benzeyip çıkarlardı (Menâr XII, 193) -Bu, insanın, ona doğruyla eğri arasında seçim yapma ve böylece hayatına onu diğer bütün canlılardan ayıran, ahlakî bir anlam, manevî boyut kazandırma imkanını veren, izafî de olsa, serbest irade ve seçme özgürlüğünden yoksun bırakılması olurdu. |
119. | pek tabii, Rabbinin (aydınlatıcı, yol gösterici) lütfunu bahşettiği kimseler başka. (151) Oysa, (işte) bu (lütfa erişmeleri) için yarattı (152) [hepsini.]Fakat, [bu ilahî yol gösterme lütfunu tepenler için] Rabbinin, "Muhakkak ki Ben cehennemi hep, görünmeyen varlıklarla ve insanlarla dolduracağım" sözü yerini bulmuş olacak. (153)
151 - Yani, O'nun (aydınlatıcı, yol gösterici) rahmetinden -ki bu O'nun varlığını tanıyıp kabul etmek (karş. 7:172 ve ilgili 139. not) ve O'nun, peygamberleriyle insanlığa bahşettiği yol gösterici mesajı benimsemek konusundaki Allah-vergisi görme, kavrama yeteneğinden ibarettir- yararlanmasını bilenler. (Râzî) 152 - Mücâhid ve İkrime gibi ilk müfessirlerden bazıları, bizim yukarıda çeviride "bu (lütfa erişmeleri) için" ifadesiyle aktardığımız li-zâlike ibaresindeki zâlike ("bu") işaret isminin Allah'ın insana bahşettiği rahmet/lütuf anlamına geldiği görüşündedirler. Hasan Basrî ve Atâ gibi müfessirler ise bununla, insanların zihinsel tercihleri bakımından birbirlerinden farklı olabilme kabiliyetlerinin kasdedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Zemahşerî'ye göre bu, insanı diğer yaratıklardan ayıran ahlakî seçim serbestisidir ki buna önceki bölümlerde de zaten işaret edilmiştir; gerçekten de insanı diğer yaratıkların üstüne çıkaran Allah-vergisi en özgün nitelik (karş. 2:30-34'deki Âdem ile melekler meseli) bu seçme özgürlüğü olduğu içindir ki, Zemahşerî'nin yorumu, ötekilerin içinde bizce en ihatalı, doğruya en yakın olanıdır. 153 - Burada da 32:13'de geçtiği anlamda tekrarlanan "Allah'ın kelimesi" ifadesi ilk defa ya da orijinal ifade biçimiyle 7:18'de "şeytanın yandaşları"yla, yani, kendilerine Allah'ın teklif ettiği yol gösterici mesajı reddedenlerle ilgili olarak telaffuz edilmişti; bizim yukarıda paragraf başında parantez içinde yaptığımız ilavede de bu husus gözönünde bulundurulmuştur. Bizim yukarıda ve benzer durumlarda "görünmeyen varlıklar" ifadesiyle karşıladığımız cinn teriminin anlamı konusunda bkz. Ek III. |
120. | VE BÖYLECE, elçilerin haberlerinden senin yüreğini güçlendirecek her şeyi sana anlatıyoruz. (154) Öyle ki, bu kıssalarla hak ulaşıyor sana ve ayrıca müminlere de bir öğüt, bir hatırlatma.
154 - Yani, Kur'an bütün bunları sırf olayların seyrini vermek için, sırf hikaye etmiş olmak için anlatmıyor, tersine bu olayları, bu kıssaları (ya da onların işe yarar kesitlerini) ahlakî gerçekleri sergilemek ve inananların inancını güçlendirmek, pekiştirmek için kullanıyor (bkz. yukarıda 73. notun ikinci kısmı ve ayrıca 131. not). |
121. | Ve inanmayanlara gelince, onlara şöyle de: "Artık elinizden ne geliyorsa yapın; ama bilin ki, biz de [Allah yolunda elimizden geleni] yapacağız; |
122. | Ve [olacak olanı] bekleyin bakalım; doğrusu, biz de bekleyeceğiz!" |
123. | Göklerin ve yerin bilinmeyen, görülüp gözlenemeyen yüzü Allah'ın elindedir; (155) ve var olan her şey [çıktığı kaynak olarak] hep O'na döndürülmektedir. Öyleyse, O'na kulluk et; O'na güven/O'na dayan; çünkü Rabbin yapıp-ettiklerinizden asla habersiz değildir.
155 - Lafzen, "Göklerin ve yerin gizil gerçekleri[ne dair mutlak bilgi] Allah'ındır". Ğayb teriminin bu anlamı için bkz. 2:3'e dair 3. not. |