Meal Seç / Sure Seç

Kalem Suresi

TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ


( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ )

68 - Kalem
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)

1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder.

        
Kalem suresi, vahyin kronolojisinde, büyük ihtimalle üçüncü sırada yer almaktadır. Bazı otoriteler -Suyûtî de onlardan biridir- bunun, 96. surenin (‘Alak) ilk beş ayetinden hemen sonra nazil olduğu görüşündedirler; ancak bu görüş, bazı sahih Hadislerle çelişmektedir. Bu rivayetlere göre, vahyin geliş sırasına göre 74. surenin (Müddessir) büyük bölümü ikinci sırada yer almaktadır (bkz. sözkonusu surenin giriş notu). Ancak ne olursa olsun, "Kalem", tartışmasız şekilde, Kur'an'ın ilk nazil olan bölümlerinden birini oluşturmaktadır.
1. Nûn. (1) DÜŞÜN kalemi; ve [onunla] yazdıklarını! (2)

1 - Bu, Kur'an'ın birçok suresinin başında yer alan "birbirinden kopuk"/"kesik" (yani, münferit) harflerin (mukatta‘ât) kronolojik olarak ilk kullanılışıdır: Bu harfler konusundaki çeşitli teoriler için bkz. Ek II. Çoğunlukla Taberî tarafından nakledilen bazı önceki müfessirlerin, nûn olarak telaffuz edilen n harfinin hem "büyük balık" hem de "mürekkep hokkası" anlamına gelen aynı telaffuza sahip ismin kısaltılması olduğu şeklindeki görüşleri, bazı tanınmış otoriteler (mesela Zemahşerî ve Râzî) tarafından gramatik gerekçelerle reddedilmiştir.

2 - Bu cümlenin başındaki ve yemin edatının anlamı için bkz. 74:32 ile ilgili not 23'ün ilk yarısı. "Kalem"in zikredilmesi, ilk Kur'an vahyi olan 96. surenin ilk beş ayetini hatırlatmak ve böylece Muhammed (s)'in peygamberliği gerçeğini vurgulamak içindir. "Kalem" kavramının sembolik anlamı konusunda bkz. 96:3-5 ve ilgili not 3.

2. Sen bir deli değilsin, Rabbinin nimeti sayesinde! (3)

3 - Bu, Muhammed (s)'in çağdaşlarından büyük kısmının onun tebligata başlamasına tepki olarak kullandıkları ve yıllarca onu aşağılamak için kullanmaya devam ettikleri ithama bir îmadır. Yukarıdaki pasaj, daha geniş anlamda, -Kur'an'da sıkça rastlandığı gibi- yalnızca Hz. Peygamber'e değil, aynı zamanda o'nu izleyen veya izleyecek olanların tümüne ilişkindir: Bu örnekte ise, manevî/ahlakî değerlerini Allah'a ve ölümden sonraki hayatın varlığına inanma temeline oturtan herkesi kapsamaktadır.

3. Ve senin için kesintisiz bir ödül vardır;
4. çünkü sen, üstün bir hayat tarzına (4) sahipsin;

4 - Tarafımdan "hayat tarzı" olarak çevrilen huluk terimi, en geniş anlamlarıyla kişinin "karakteri"ni, "doğuştan mizacı"nı veya "tabiatı"nı ve aynı zamanda kişinin "ikinci tabiatı" haline gelen "davranış alışkanlıkları"nı gösterir (Tâcu'l-‘Arûs). Benim huluk terimini "hayat tarzı" ile aynı görmem, Abdullah b. ‘Abbâs'ın yukarıdaki ayet hakkındaki (Taberî tarafından nakledilen) açıklamasına dayanmaktadır. Ona göre bu terim, burada dîn ile eş anlamlıdır; ve bu ikinci terimin (dîn) başta gelen anlamlarından birinin "davranış" veya "hareket şekli" [yahut "tarzı"] olduğunu unutmamalıyız (Kâmûs). Ayrıca, Muhammed (s)'in zevcesi Hz. Ayşe'nin, vefatından yıllar sonra Hz. Peygamber hakkında konuşurken, defalarca "onun hayat tarzının (huluk) Kur'an olduğu"nu vurguladığı hakkında sahih birçok rivayet bulunmaktadır (Sa‘îd b. Hişâm'dan naklen Müslim, Taberî ve Hâkim; Hasan Basrî'den naklen İbni Hanbel, Ebû Dâvûd ve Neseî; Katâde ve Cubeyr b. Nufeyl'den naklen Taberî ve başka birçok rivayet).

5. ve [bir gün] sen de göreceksin, onlar, [şimdi seni küçümseyenler] de görecekler,
6. hanginiz(in) akıldan yoksun olduğunu.
7. Gerçek şu ki, yalnız senin Rabbin, kimin kendi yolundan saptığını bilir ve yalnız O'dur, kimin doğru yolda olduğunu bilen.
8. O halde, hakikati yalanlayanlar[ın arzu ve özlemlerin]e uyma:
9. onlar senin [kendilerine] yumuşak davranmanı isterler ki kendileri de [sana] yumuşak davransınlar. (5)

5 - Yani, "senin ahlakî prensipler ve moral değerler konusunda uzlaşmacı davranmanı istiyorlardı, bu durumda aynı şekilde karşılık verecekler ve sana aktif olarak muhalefet etmekten vazgeçeceklerdi".

10. Ayrıca, (6) yemin edip duran alçağa uyma,

6 - Lafzen, "Ve". Arkasından sıralanan manevî/ahlakî zaaf türleri, tabii ki, sadece, "arzu ve özlemlerine" hiçbir şekilde aldırış edilmemesi gereken insan tipinin örnekleri olarak anılmışlardır.

11. [yahut] iğrenç dedikodular yapan iftiracıya,
12. [yahut] iyiliğe mani olana, [yahut] günahkar zorbaya,
13. [yahut] ihtiraslarına esir olmuş zalime, (7) ve bütün bunların ötesinde [hemcinslerine] hiçbir faydası dokunmayana. (8)

7 - ‘Utul terimi -‘atele fiilinden türetilmiştir: "[bir kişiye veya bir şeye] kaba ve zalimce bir şekilde davrandı"- kendisinde hem zulüm hem de ihtiras özelliklerini birleştiren kişiyi tanımlar; bu sebeple ikili bir karşılık bulmayı tercih ettim.

8 - Müfessirler, zenîm terimine birbirinden çok farklı yorumlar getirmişlerdir. Zenemeh isminden türetilmiş olan zenîm terimi, keçinin kulaklarının altında sallanan yumruları veya her iki gerdanı gösterir. Bu gerdanlar fizyolojik bir fonksiyona sahip olmadıklarından zenîm terimi, "lüzumsuz kimse" [veya "şey"] anlamında kullanılır (Tâcu'l-‘Arûs): başka bir deyimle, âtıl veya faydasız şey. Bu nedenle, yukarıdaki bağlamda bu terimin sosyal anlamda tamamen faydasız bir kimseyi tanımladığını kabul etmek, mantıkî bir varsayım olur.

14. Onun mal-mülk ve çocuk sahibi olmasından mıdır
15. ki ne zaman mesajlarımız böyle birine iletildiyse, "Bunlar eski zaman hikayeleri!" demişti? (9)

9 - Benûn terimi (lafzen, "çocuklar" yahut "oğullar") Kur'an'da çoğunlukla mecazî olarak "geniş bir destek" veya "çok sayıda taraftar" anlamında kullanılır; mâl ("dünyevî servet") terimi ile bir arada kullanıldığında, zenginliğe ve (bundan doğan) güç ve etkinliğe yarı-dinî bir önem atfeden ve bu tür somut dünyevî başarı göstergelerini kişinin "dürüst ve erdemli oluşu"nun ve dolayısıyla başka bir rehberliğe ihtiyaç duymayışının bir kanıtı olarak değerlendiren belli bir zihniyeti göstermeyi amaçlar.

16. [Bunun için] Biz onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız! (10)

10 - Lafzen, "onu burnundan (hurtûm) damgalayacağız". Bütün müfessirler, bu deyimsel ifadenin kesinlikle mecazî anlamda kullanıldığını ve "onu kaçamayacağı bir rezillikle damgalayacağız" anlamına geldiğini söylerler (karş. Lane II, 724, hem Râğıb, hem de Tâcu'l-‘Arûs'dan naklen).

17. Ve Biz o [günahkar]ları [sadece] sınayacağız, (11) tıpkı ağaçtaki meyveleri ertesi gün kesinlikle toplayacağına yemin eden bazı bahçe sahiplerini sınadığımız gibi;

11 - Yani, onlara manevî/ahlakî liyakatleri (-çoraklıkları) ile orantısız bir zenginlik vermek suretiyle.

18. ve onlar [Allah'ın iradesi ile ilgili] hiçbir istisnaî kayıt da koymamışlardı: (12)

12 - Yani, "Allah dilerse" şeklinde hiçbir ihtiyat kaydı koymadan amaçlarını gerçekleştirmeye koyuldular: Bu örnek-kıssadan çıkarılacak ilk derse ve bunun yukarıda 14-15. ayetlerdeki belâgat gereği soru ile bağlantısına bir işaret.

19. bunun üzerine, onlar uykudayken Rabbinden (gelen) bir salgın o [bahçeyi] sarmıştı,
20. ve ertesi gün (bütün bitkiler) sararıp kurumuştu.
21. Sabah erken kalktıklarında birbirlerine seslendiler:
22. "Meyve toplamak istiyorsanız erkenden tarlanıza gidin!"
23. Derken yola koyuldular, giderken fısıldaşıyorlardı:
24. "Bugün hiçbir yoksul, bahçeye girip [siz habersizken] yanınıza [sokulmayacak]!" (13)

13 - Tevrat'ın nüzulünden bu tarafa, yoksulların, kendilerinden daha iyi durumdaki kişilerin sahip olduğu tarla ve bahçelerin ürünlerinde pay sahibi oldukları kabul edilmektedir (karş. 6:141 -"[yoksullara] hasat günü haklarını verin"). "Bahçe sahipleri"nin, yoksulları bu haklarından yoksun bırakma kararlılıkları, yukarıdaki örnek-kıssanın işaret ettiği ikinci tür günahkarlıktır ve sosyal bir günah olduğu için 10-13. ayetler ile bağlantılıdır.

25. ve amaçlarına ulaşmaya kararlı bir şekilde erkenden kalkıp gittiler.
26. Ama bahçeye bakıp onu [tanınmaz halde] görünce: "Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız!" diye bağırdılar;
27. [ve sonra da] "Hayır, galiba elimizden çıkmış!" (dediler).
28. Aralarındaki en akl-ı selim sahibi olanı, "Ben size, Allah'ın sınırsız şanını yüceltmelisiniz demedim mi?" (14) diye sordu.

14 - Bu, onların, Kudret Sahibi dilemedikçe hiçbir şeyin vuku bulmayacağını (ayet 18) anlayamamalarına bir işarettir.

29. Onlar: "Rabbimizin şanı yücedir! Doğrusu biz zulüm işliyorduk!" diye cevap verdiler;
30. ve sonra dönüp birbirlerini suçlamaya başladılar.
31. [Sonunda] "Yazıklar olsun bize!" dediler, "Gerçekten biz küstahça davranmıştık!
32. [Ama] belki Rabbimiz yerine daha iyisini bize bağışlayacak: (15) Biz de ümitle O'na yöneleceğiz!"

15 - Yani, O'nun affediciliğini.

33. İŞTE [bazı insanları bu dünyada denemek için verdiğimiz] azap böyledir; (16) ama öteki dünyada [günahkarların uğrayacağı] azap daha şiddetli olacak; keşke bunu bilselerdi!

16 - Bu, yukarıdaki 17. ayetin ilk cümlesi ile bağlantılı olup 14-15. ayetlerde sözü geçen zihniyete işaret etmektedir.

34. Çünkü, [yalnız] Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanları Rableri katında mutluluk bahçeleri beklemektedir:
35. yoksa, Bize teslim olanlara (17) suçlular ile aynı şekilde mi davranalım?

17 - Müslimûn (tekili müslim) teriminin Kur'an'ın vahiy tarihinde ilk kullanıldığı yer, burasıdır. Bu çalışmada müslim ve islâm terimlerini orijinal anlamlarına uygun olarak, yani "Allah'a teslim olan [veya "olmuş"] kimse" ve "insanın Allah'a teslimiyeti" şeklinde çevirdim. Aynı şey, esleme fiilinin Kur'an'da kullanılan bütün biçimleri için de geçerlidir. Unutulmamalıdır ki, bu terimlerin "kurumsallaşmış" kullanımı -yani, özellikle Peygamber Muhammed (s)'in izleyicileri için kullanılması- kesinlikle Kur'an-sonrası bir gelişmeyi yansıtmaktadır ve bu nedenle de bir Kur'an çevirisinde yer almamalıdır.

36. Sizin neyiniz var? (18) [Haklı ile haksız arasındaki] yargınızı neye dayandırıyorsunuz?

18 - Zımnen, "Ey günahkarlar".

37. Yoksa dönüp baktığınız [özel] bir kitabınız mı var,
38. içinde istediğiniz her şeyi bulabileceğiniz (bir kitap)? (19)

19 - Lafzen, "onda [bulmayı] tercih ettiğiniz her şeyi bul[abil]eceğiniz" -yani, "lüzumlu" gördükleri her şeyin sırf bu sebeple (eo ipso) ahlakî bakımdan da meşru/doğru olduğu iddiasının gerekçesini bulabilecekleri.

39. Yoksa vereceğiniz her hükmün sizin [meşru hakkınız] olacağına dair Kıyamet Günü'ne kadar Bizi bağlayan sağlam bir vaad mi aldınız?
40. Onlara sor hangisi bunu yüklenecek!
41. Yoksa görüşlerini destekleyen bilge kişiler mi var? (20) Peki, iddialarında samimî iseler kendilerini destekleyenleri göstersinler,

20 - Lafzen, "yoksa ortakları mı var?" -yani kendi görüşlerini ve hayat tarzlarını paylaşacak akıllı/bilge (‘ukalâ') kişiler (Zemahşerî ve Râzî). Buna göre, bir sonraki cümledeki şurekâuhum ifadesi "kendilerini destekleyen(ler)" şeklinde çevrilmektedir.

42. insan bedeninin bir kemik yığınından ibaret hale getirileceği (21) Gün ve onların, [şimdi hakikati inkar edenlerin, Allah'ın huzurunda] secde etmeye çağrılacakları (22) ama onu yapmaya güçlerinin yetmeyeceği Gün:

21 - Lafzen, "baldır [-kemiğin]in soyulacağı": Yani, insanın derunî düşüncelerinin, duygularının ve motivasyonlarının açıkça teşhir edileceği zaman. Kasdedilen şudur: "lüzumlu" görülen her şeyin aynı zamanda ahlakî olarak da savunulabilir olduğu şeklindeki eski iddiaları (bkz. yukarıda 19. not) bütün çıplaklığıyla, yani saçmalığı ve ruhî yıkıcılığı ile gösterilecektir.

22 - Yani, Allah'ın huzurunda isteyerek ve sevinerek eğilecekleri.

43. (işte o Gün) gözleri zilletin ağırlığıyla ürkekleşip durgunlaşacaktır; çünkü hayatta iken [Allah'ın huzurunda] secde etmeye çağrılmaları [boşa gitmişti].
44. O halde bu haberi (23) yalanlayanları Bana bırak. Onları, ne olup bittiğini fark etmeyecekleri şekilde, (24) yavaş yavaş alçaltacağız:

23 - Yani, genel olarak ilahî vahyi, özel olarak da yeniden dirilme ve hesap verme haberini -burada kasdedilen, yalnız Allah'ın, onları cezalandırıp cezalandırmayacağına veya nasıl cezalandıracağına karar verme hakkına sahip olduğudur.

24 - Lafzen, "ne zaman [geleceğini] bilmeden". Hem yukarıdaki cümle, hem de bir sonraki cümle (ayet 45), 7:182-183 ile hemen hemen aynı ifadelere sahiptir.

45. çünkü onlara bir süre belli bir üstünlük versem de Benim ince planım son derece sağlamdır! (25)

25 - "İnce plan" (keyd) terimi, burada, insanın ancak parça parça görebildiği ve hiçbir zaman bütününü kavrayamayacağı Allah'ın erişilemez derinlikteki yaratış planını göstermektedir: içindeki her şeyin ve her olayın belli bir fonksiyona sahip olduğu ve hiçbir şeyin tesadüfî olmadığı bir plan. (Bu bağlamda bkz. 10:5, not 11 -"Allah bunların hiçbirini bir anlam ve amaçtan yoksun yaratmış değildir".) Dolaylı olarak yukarıdaki pasaj, Allah'ın neden bu kadar çok sayıda zalim kimsenin keyifli bir şekilde hayat sürmesine izin verirken birçok dürüst ve erdemli insanın sıkıntı çekmesine müdahale etmediği sorusuna da cevap vermektedir: Bu cevabın özü şudur: Bu dünyadaki hayatı esnasında insan, görünürdeki mutluluğun ve mutsuzluğun nihaî olarak nereye doğru gideceğini ve Allah'ın "ince (yaratış) planı" içinde nasıl bir rol oynadığını doğru bir şekilde kavrayamaz.

46. Yoksa, [ey Peygamber,] onlardan bir karşılık isteyeceğinden ve böylece [seni dinledikleri için] borç yükü altında kalacaklar[ından mı korkuyorlar]?
47. Yoksa, [bütün varoluşun] gizli gerçekliği[nin] kendi kavrayış alanları içinde [olduğunu], böylece [zamanla] onu yazabilecekler[ini] mi [zannediyorlar]? (26)

26 - Zımnen, "ve bundan dolayı, ilahî vahyi dinlemeye ihtiyaçları olmadığını". Ğayb teriminin -ki bu ayet, vahiy kronolojisinde ilk kullanıldığı yerdir- gerçek anlamı için bkz. sure 2, not 3. Yukarıdaki bağlamda kullanılışı, 96:6'da vurgulanmış olan düşünceyi açmak ve daha da geliştirmek içindir: "İnsan ne zaman kendini yeterli görse fütursuzca azar." Ayrıca bu pasaj, özellikle, evrenin bütün bilinmezliklerinin anahtarının "hemen şuracıkta" bulunduğu -ki "yazılabileceği"ne yapılan atıf, özetle bunu ifade etmektedir- ve insan-merkezli bilimin kendi mensuplarına nasıl "tabiatı fethedecekleri"ni ve iyi hayat olarak nitelendirdikleri hedefe nasıl ulaşacaklarını öğretme yeteneğine sahip olduğu ve bunu öğreteceği inancındaki safsataya işaret etmektedir.

48. ÖYLEYSE, Rabbinin hükmüne sabırla katlan ve öfkeye kapılıp da sonra [ızdırap içinde] haykıran büyük balık sahibi gibi olma. (27)

27 - Bu, Yunus Peygamber'e atıftır -bkz. 21:87 ve ilgili notlar 82 ve 83. Daha önce, 37:140'da belirtildiği gibi, o, Allah'ın kendisine emanet ettiği görevden "kaçak bir köle gibi uzaklaştı"; çünkü halkı, tebliğ ettiği öğretiyi hemen kabul etmedi: böylece Muhammed (s)'e, Mekke halkının büyük kısmının kendisine gösterdikleri muhalefete kızmaması ve bundan dolayı ümitsizliğe kapılmaması, tersine peygamberlik görevini devam ettirmesi tavsiye edilmektedir.

49. [Ve hatırla:] o'na Rabbinin rahmeti ulaşmamış olsaydı (28) mutlaka aşağılanmış bir şekilde (29) ıssız bir sahile atılmış olurdu:

28 - Karş. 37:143- "[Sıkıntılarının zifiri karanlığında bile] Allah'ın sınırsız şanını yücelte[bile]nlerden olmamış bulunsaydı": Yani, daima Allah'ı anan ve O'na bağışlaması için dua edenlerden.

29 - Lafzen, "suçlu damgası taşıyarak" -yani, hâlâ günahın yükü altında ve tevbe etmemiş olarak: Allah'ın rahmeti olmasaydı Yunus Peygamber'in bir günahkar olarak ölmüş olacağına îma.

50. ama [bilindiği gibi,] Rabbi o'nu alıp dürüst ve erdemliler arasına koydu.
51. Bu nedenle, hakikati inkara şartlanmış olanlar bu uyarı ve öğüdü her duyduklarında gözleriyle seni öldürecek gibi olsalar ve "[Muhammed mi?] o kesinlikle bir delidir!" deseler bile, [sabırlı ol.]
52. [Sabırlı ol:] çünkü bu, [Allah'tan] bütün insanlığa yönelik bir öğüt ve uyarıdan başka bir şey değildir.
KURAN uygulamasını telefonunuza siz de yükleyin: