TÜRKÇE - MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ( MUHAMMED ESED KURAN TEFSİRİ ) |
12 - Yusuf |
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1)
1 - Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha'nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de "bağışlama", "merhamet", "şefkat" anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım'a aittir (Menâr I, 48'den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah'ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O'nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O'nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder. |
|
1. | Elif-Lâm-Râ. (1) BUNLAR, doğruyu/gerçeği apaçık gösteren, kendisi de açık olan kitabın mesajlarıdır: (2)
1 - Bkz. Ek II. 2 - Mubîn sıfat fiili, nitelediği ismin bir vasfına işaret edebileceği gibi ("açık", "aşikar", "belli" vb.) onun işlevini de ifade edebilir ("açıklayan" ya da "ortaya koyan" vb.); çeviride sözcük her iki anlamıyla birden aktarılmıştır. Üzerinde ittifak edilen hakim görüşe göre yukarıda sözcüğün her iki anlamı da kasdedilmiştir; ve netice olarak, terimin anlamını olduğu gibi vermek için yukarıdaki birleşik ifade zorunlu gibidir. |
2. | Biz onu Arapça bir metin olarak indirdik ki, aklınızı kullanarak belki onu kavrayıp özümlersiniz. (3) 3 - Zemahşerî'ye göre leallekum takilûn ifadesinin yukarıdaki anlam örgüsü içinde anlamı budur. Bu iki ayet ilk ağızda her ne kadar Hz. Peygamber'in Arap çağdaşlarına hitab ediyor olsa bile, aslında çağı ve anadili ne olursa olsun Arap dilini bilen, anlayan herkese hitab etmektedir. Bu ayetler, Kur'an okuyan ya da dinleyen herkese, onun çağrısının öncelikle insanın aklına yöneldiğini, ve "duygu"nun ya da "duygusal yaklaşım"ın tek başına, hiçbir zaman inanç için yeterli bir temel sağlayamayacağını anlatmak istiyor. (Bkz. 13:37 ve 14:4 ve ayrıca ilgili notlar.) |
3. | Biz bu Kur'an'ı sana vahyettikçe, (4) [ey Peygamber,] bundan önce senin de [vahyin ne olduğundan] habersiz kimselerden olduğunu bilerek (5) onu sana mümkün olan en iyi, en güzel üslupla (6) açıklıyoruz.
4 - Yahut: "Bu Kur'an'ı sana vahyederken/vahyetmekle". 5 - Bu noktada Râzî, tefsirinde okuyucunun dikkatini 42:52'ye çekiyor: "Sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin": Bu ifade, işaret etmek istediği husus bakımından, yukarıdaki ayetin son cümlesiyle benzeşmektedir; bizim parantez içindeki "vahyin ne olduğundan" şeklindeki ilavemiz bu mülahazaya dayanıyor. 6 - Lafzen, "açıklamaların en iyisi ile (ahsenu'l-iktisâs)". İbarenin bu şekilde çevirilmesi, Zemahşerî'nin yaptığı açıklamaya en yakın olanıdır: "Biz bu Kur'an'ı sana, mümkün olan en iyi/en güzel bir yolla vahyediyoruz/dile getiriyoruz". Râzî'ye göre, "en iyi" sıfatı burada, dile getirilen/nakledilen şeyin muhtevasını -yani, bu surede anlatılan belirli kıssayı- değil, fakat daha çok Kur'an'ın (ya da surede anlatılan belirli kıssanın) dile getiriliş, naklediliş biçimini ya da üslubunu nitelendirmektedir. Bu noktada Râzî'nin Zemahşerî'yle birleştiği görülüyor. Bu arada, hatırlanmalıdır ki, kassa (masdarları kasas ve iktisâs) fiili öncelikle "adım adım ya da derece derece/safha safha takip etti" anlamına; ikinci dereceden de "[bir konuyu, bir haberi ya da bir hikayeyi] iz sürer gibi adım adım, belli bir sıra gözeterek anlattı, nakletti" anlamına gelmektedir; özetle: "yavaş yavaş/adım adım açıkladı" ya da "şerh etti" (karş. Lane VII, 2526, yukarıdaki ayete ilişkin özel atıfla Kâmûs ve Tâcu'l-Arûs'u zikrederek). Beri yandan, eğer kasas masdarı bu bağlam içerisinde kıssa ("hikaye" ya da "anlatım") sözcüğüyle eş anlamlı olarak ele alınacak olursa, yukarıdaki cümle: "hikayelerin/anlatımların en iyisini (yani, aşağıdaki Hz. Yusuf kıssasını) anlatıyoruz sana" ifadesiyle aktarılabilir. Bununla birlikte, Kur'an'ın kendi kendini açıklayan bir metin olduğunu ifade eden surenin ilk iki ayetiyle de anlam itibariyle tamamen çakıştığına göre, bizce en doğru aktarım: "Biz onu (Kur'an'ı) en güzel bir üslupla açıklıyoruz" şeklinde olanıdır. |
4. | BİR VAKİT Yusuf babasına şöyle demişti: "Babacığım! Ben [rüyamda] onbir yıldız, güneş ve ayı gördüm: benim önümde saygıyla yere kapanmışlardı!"(7)
7 - İz takısı çoğunlukla zamana atıf ifade eder ve çoğu hallerde "iken" şeklinde aktarılır. Bununla birlikte, seyrek de olsa bazan bir pekiştirme edatı olarak okuyucunun/dinleyicinin dikkatini ansızın vuku bulan bir şeye çekmek (Muğnî, Kâmûs, Tâcu'l-Arûs) ya da -Kur'an'da sıkça başvurulduğu gibi- söylemdeki değişmeye uygun bir geçiş sağlayıp sadede dönüldüğünü hatırlatmak için kullanılır: bu gibi durumlarda sözkonusu takının "bir vakit" ya da "imdi" sözcükleriyle aktarılması yerinde olur. |
5. | [Yakub:] "Ey oğulcuğum!" (8) dedi, (bu) rüyanı kardeşlerine anlatayım deme, yoksa [hasetlerinden] sana karşı bir tuzak hazırlarlar; doğrusu Şeytan insan için apaçık bir düşmandır! (9) 8 - Bkz. 11. sure, 65. not. 9 - Elde bulunan Tevrat metnindeki Hz. Yusuf kıssasında olduğu gibi, Kur'an da, Hz. Yakub'un, kardeşlerini onbir yıldızla, babasını-annesini de güneş ve ayla simgeleyen oğlunun rüyasını, o'nun hesabına aydınlık bir gelecek ifade eden anlamıyla yorumlamaktan geri kalmadığını göstermektedir. Ne var ki, Tevrat, sözkonusu rüyanın yakışık almaz bir düşüncenin mahsulü olduğunu açıkça işaret eden babanın oğulu "azarladığı"ndan söz ederken (Tekvîn xxxvii, 10); Kur'an, kendisi de bir peygamber olan Hz. Yakub'un rüyanın peygamberî keyfiyetini ve derin işaretlerini hemen fark ettiğini ortaya koymaktadır. |
6. | Çünkü, [rüyanda sana gösterilene bakılacak olursa] demek ki Rabbin seni de seçecek; sana olayların (10) iç yüzünü görüp yorumlamayı öğretecek; ve tıpkı ataların İbrahim ve İshâk'a olan nimetini her bakımdan tam ve yeterli kıldığı gibi sana ve Yakub'un soyuna verdiği nimeti de her bakımdan tam ve yeterli kılacak. Doğrusu, senin Rabbin doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir.
10 - Lafzen, "sözlerin" ya da "haberlerin". Müfessirlerin ekseriyeti, yukarıdaki ifadenin özellikle Hz. Yusuf'a gelecekte verilecek olan rüya yorumlama yeteneğini işaret ettiği görüşündedirler; fakat Râzî, hadîs (çoğulu ehâdîs) teriminin bu anlam örgüsü içinde hâdis ("yeni vuku bulan bir şey", yani "bir olay", "hâdise") sözcüğüyle eş anlamlı olduğunu belirtmiştir. Bu görüş, bizce, meseleyi yalnızca rüya yorumuna indirgeyen görüşten daha inandırıcıdır; kaldı ki, Kur'an'da te'vîl terimi sıkça (örn. 3:7, 10:39 yahut 18:78'de) bir şeyin, bir olayın ya da bir sözün dış görünüşünün, cereyan tarzının ya da lafzının altındaki "nihaî anlam", "ana fikir" ya da "gerçek anlam" manasına kullanılmaktadır. Te'vîl teriminden önce min ("den") edatının kullanılması, bir şeyin ya da olayın ifade ettiği tam ve mutlak bilginin ancak Allah'a ait olduğuna (karş. 3:7 -"onun nihaî anlamını Allah'tan başka kimse bilmez") ve Allah'ın seçtiği kimseler olarak peygamberlerin bile -ki onlar normal insana bahşedilenden daha geniş bir görüşe/görme yeteneğine (vision) sahiptirler- Allah'ın yarattığı âlemin sırları konusunda ancak ve ancak kısmî bir bilgi ve vukufla donatılmış olduklarına işaret etmektedir. |
7. | Gerçek şu ki, Yusuf ve kardeşlerin[in kıssasında]da [hakikati] arayanlar için (11) (çıkarılacak nice) dersler vardır.
11 - Lafzen, "soranlar/soruşturanlar için". |
8. | BİR VAKİT [Yusuf'un kardeşleri kendi aralarında şöyle] konuşuyorlardı: "Sayımız bu kadar çok olduğu (12) halde bile, Yusuf ve kardeşi [Bünyamin] babamızın gözünde daha değerli/daha sevgili; gerçek şu ki, babamız açık bir yanılgı içerisinde!" (13)
12 - Lafzen, "bir topluluk" ya da "bir grup olduğumuz". Bünyamin Hz. Yusuf'un anne-baba bir yani, öz kardeşi; ötekiler (baba bir, anne ayrı) üvey kardeşleriydiler. 13 - Lafzen, "apaçık hata içinde". |
9. | [İçlerinden biri:] "Yusuf'u öldürün" dedi, "yahut o'nu [uzak] bir yere götürüp bırakın ki böylece babanız sevgi ve alakasıyla yalnızca size kalsın ve siz de bundan sonra [artık tevbe edip] iyi insanlar ol[arak yaşamak için serbest ol]asınız!" (14)
14 - Bizim burada parantez içindeki -Hz. Yusuf'un kardeşlerinin davranışında yatan ve kendilerince farkında olunmayan istihzayı ifade eden- ilavemiz, klasik müfessirlerden çoğunun üzerinde ittifak ettiği görüşe dayanmaktadır. |
10. | Bir diğeri: "Hayır, Yusuf'u öldürmeyin!" diye söze karıştı, "Eğer mutlaka bir şey yapmanız gerekiyorsa, o'nu bir kuyunun dibine atın; (nasıl olsa) o'nu [orada] bir kervan bulup yanına alır." (15)
15 - Zımnen, "ve o'nu uzak diyarlara götürür" (karş. önceki ayet). "Kuyu" sözcüğüyle aktardığımız cübb terimi, özellikle çölde basit bir biçimde toprakta ya da kayalarda açılan ve taşla örülmeyen kuyular için kullanılır: sözü geçen kuyunun bu tür bir kuyu olması onun, Hz. Yusuf'u gözden saklayacak ya da tırmanıp çıkmasına engel olabilecek kadar derin ama onu boğmaya yetmeyecek kadar suyu az bir kuyu olduğunu düşündürmektedir. |
11. | [Bu görüşte birleştiler ve bunun üzerine babalarına:] "Ey babamız!" dediler, "Biz Yusuf'un iyiliğini isteyen kimseler olduğumuz halde, neden o'nun hakkında bize güvenmiyorsun? |
12. | Bırak o'nu yarın bizimle gelsin, gezip oynasın; o'na göz kulak olacağımızdan en küçük bir şüphen olmasın!" |
13. | "Doğrusu, o'nu götürmeniz beni kaygılandırıyor" diye karşılık verdi [Yakub], "gözden uzak tuttuğunuz bir anda o'nu kurdun kapmasından korkuyorum!" |
14. | "Bu kadar insanın arasında, yine de o'nu kurt kapacaksa, o zaman, biz ölmüşüz demektir!" dediler. |
15. | Ve böylece, o'nu kuyunun dibine atmaya karar verip yanlarında götürürlerken, kendisine "Gün gelecek [senin kim olduğunu] kavrayamayacakları bir anda bu yaptıklarını kendilerine hatırlatacaksın!" diye vahyettik. (16)
16 - Bkz. bu surenin 89-90. ayetleri. |
16. | Ve akşam olunca babalarının karşısına ağlayarak çıkıp geldiler, |
17. | "Ey babamız!" dediler, "Yarış yapmak için bulunduğumuz yerden (biraz) uzaklaşmış ve Yusuf'u azıklarımızın yanında bırakmıştık... Meğer kurt kapmış o'nu! Ama [biliyoruz ki,] biz böylece doğruyu söylüyor olsak da sen bize inanmayacaksın!" |
18. | (Böyle diyerek) üzerinde yalancı bir kan lekesi bulunan (Yusuf'un) gömleğini çıkarıp gösterdiler.
[Yakub:] "Yoo" dedi, "sizi kendi hayal gücünüz bu kötü oyuna sürükledi! (17) Artık [bana düşen] güzelce sabretmektir. Ve bu anlattığınız bahtsızlığa karşı bana dayanma gücü bahşetmesi için kendisine yönelebileceğim (yegane) hâmî Allah'tır." (18)
17 - Görünüşe bakılırsa Hz. Yakub, bu kurt hikayesine inanmıyor ama, öteki oğullarının Hz. Yusuf'u çekemediklerinin farkında olduğu için, onların kendilerinin Hz. Yusuf'a ciddî bir kötülük yaptıklarını derhal seziyor. Bununla birlikte, Hz. Yakub'un surenin 83. ayetindeki umutlu ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Hz. Yusuf'un gerçekten öldüğüne de tam olarak inanmış değildir. 18 - Lafzen, "sizin bu anlattıklarınıza karşı yardım için kendisine yönelinecek (hâmî) Allah'tır". |
19. | VE BİR KERVAN çıkageldi; (19) (kervancılar) sucularını (su kuyusuna) gönderdiler; onlardan biri kovasını kuyuya salıyordu ki [orada Yusuf'u gördü] ve: "Ne kısmet!" (20) diye bağırdı, "Bir oğlan çocuğu bu!" Ve böylece kervancılar o'nu, satmak niyetiyle yanlarına aldılar. Oysa, Allah yaptıklarını (adım adım izliyor ve) biliyordu.
19 - Kitâb-ı Mukaddes'e göre (Tekvîn xxxvii, 25) sözü geçen kervancılar İsmailoğullarındandı -yani, "Gilead'dan gelip baharat, pelesenk ve mür yüklü develeriyle Mısır'a giden" Araplar. (Gilead, Ürdün'ün doğu bölgesi için Kitâb-ı Mukaddes'te kullanılan isimdir.) 20 - Lafzen, "Ne güzel haber!" |
20. | Ve sonunda önemsiz bir paha -sadece birkaç gümüş dirhem- karşılığında o'nu sattılar; o kadar az değer biçmişlerdi o'na. |
21. | Ve o'nu satın alan Mısırlı adam, (21) karısına: "Ona iyi bak;" dedi, "belki bize yararı olur; kaldı ki, evlatlık da edinebiliriz o'nu". Böylece, Yusuf'a o ülkede iyi bir yer sağladık; [bunu yaptık]ki, o'na olayların iç yüzüne, gerçek anlamına dair bir kavrayış öğretelim. (22) İşte, Allah edip-eylediği işlerde böyle galiptir; ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.
21 - Kur'an bu kişinin adından ve konumundan söz etmiyor; ama surenin devamında (30. ayette) kendisinden azîz ("büyük [ya da "saygın/güçlü] kimse") olarak söz edilmesi ilgili kişinin yüksek dereceden bir görevli ya da bir soylu olduğunu göstermektedir. 22 - Bkz. yukarıda 10. not. |
22. | Derken, ergenlik çağını aştığı zaman [eğriyi doğruyu ayırmaya yetecek] keskin bir muhakeme gücü ve [derin] bir kavrayış yeteneği bahşettik o'na: iyilik yapanları Biz işte böyle ödüllendiririz. |
23. | Ve [olacak bu ya,] barındığı evin kadını [kendini o'na karşı duyduğu arzuya kaptırıp] o'nun gönlünü çelmek istiyordu; ve (bu niyetle bir gün) kapıları sımsıkı kapatıp o'na: "Haydi, gelsene!" dedi. [Ama Yusuf:] "(Böyle bir şey yapmaktan) Allah'a sığınırım!" diye karşılık verdi, "Hem, efendim [bu evde] bana iyi baktı! Doğrusu, zalimler asla güvenliğe, esenliğe erişemezler!" |
24. | Gerçek şu ki, kadın o'na karşı arzu doluydu; o da kadını arzuluyordu; öyle ki, [bu ayartma karşısında] eğer Rabbinin burhanı o'nun içine doğmamış olsaydı [bu arzuya yeniliverecekti]; (23) İşte bu, her türlü kötülüğü, çirkin ve taşkın halleri o'ndan uzak tutmak istediğimiz için böyle oldu, çünkü o gerçekten bizim (seçilmiş) kullarımızdan biriydi. (24)
23 - Parantez içinde verilen ilave, Zemahşerî'ye göre ayette kapalı olarak ifade edilmiştir. Ayrıca, bu ayetle ilgili yorumunda Zemahşerî, iffetli, erdemli olmanın gerçek anlamının, insanın içinde kötü arzuların hiç uyanmaması değil, fakat bu arzulara karşı yenik düşmemesinden ibaret olduğunu belirtmektedir. Karş. Buhârî ve Müslim'in Ebû Hureyre'ye dayanarak kaydettikleri ünlü Hadis: "Yüceler yücesi Allah şöyle buyurur: Bir kulum iyi bir iş yapmayı [sadece] arzu etse, Ben bu [arzuyu] iyi bir amel olarak değerlendiririm; eğer bu arzusunu yerine getirirse, onu on katıyla değerlendiririm; eğer kötü bir iş yapmayı arzu eder ama bunu yapmazsa, bundan Benim rızam için [yani, ahlakî kaygılar sonucu -ki, yukarıdaki ayette bu "Rabbinin burhanı" ifadesiyle dile getirilmiştir] kaçındığını görerek, bunu da iyi bir iş olarak değerlendiririm". 24 - Lafzen, "Bizim içtenlik sahibi seçkin kullarımızdan biriydi". |
25. | (Derken,) bunların her ikisi kapıya koştular; kadın arkadan [asılıp] o'nun gömleğini yırttı; ve [o an] kapıda kadının efendisini karşılarında buldular! Kadın: "Karın için kötülük düşünen birinin cezası, hapisten ya da en ağır ceza (neyse, on)dan başka ne olabilir?" diye üste çıktı. |
26. | [Yusuf:] "Benim gönlümü çelmek isteyen asıl o!" diye (kendini savundu). O an kadının yakınlarından duruma tanık olan biri: "Eğer gömleği önden yırtılmışsa," diyerek görüşünü bildirdi, "kadın doğru, beriki yalan söylüyor demektir; |
27. | yok, eğer gömleği sırtından yırtılmışsa, o zaman kadın yalan, beriki doğru söylüyor demektir". (25)
25 - Lafzen, "onun ev halkından orada hazır olan biri (şâhid) tanıklık yaptı" -yani, ayette belirtildiği biçimde bir araştırma önerdi. Kıssanın bu kısmında da Kur'an, Tevrat'taki anlatımdan ayrılmaktadır; çünkü Tevrat'a bakılırsa (Tekvîn xxxix, 19-20) kadının kocası asılsız suçlamaya hemen inanır ve Hz. Yusuf'u hapse atar; bu surenin 26-34. ayetlerinde anlatılanlar Tevrat'taki hikayede gözükmemektedir. |
28. | Böylece [kadının kocası Yusuf'un] gömleğinin sırtından yırtılmış olduğunu görünce: "Belli ki, bu (yine) sizin oyunlarınızdan biri, ey kadınlar taifesi! Doğrusu, sizin oyunlarınız/tuzaklarınız korkunçtur! |
29. | Yusuf! Sen bu olayın üstünde durma! (26) Ve (kadın!) sen de işlediğin günahtan ötürü bağışlanma dile, çünkü sen gerçekten hatası (büyük) olan birisin!"
26 - Lafzen, "Bu (olayın) üstünde durma/bu olaya sırt çevir". Hemen bütün müfessirlere göre bu ifade: "bu olaydan kimseye bahsetme!" anlamına gelmektedir; bu da kocanın duruma göz yumup unutmaya hazır olduğunu gösteriyor. |
30. | VE ŞEHİRDE kadınlar [birbirleriyle]: "Falan kişizadenin karısı genç kölesinin gönlünü çelmeye kalkmış!" diye dedikodu etmeye başladılar, "Tutkudan yüreği paralanmış kadının; doğrusu, açıkça yoldan çıkmış biri olarak görüyoruz onu!" (27)
27 - Lafzen, "doğrusu biz onu apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz". 29 - Lafzen, "o'nu [güzellikte] çok büyük/çok üstün buldular". |
31. | Kadınların bu kötü konuşmaları kulağına değince, kişizadenin karısı, onları davet edip kendileri için mükellef bir ziyafet hazırladı, (28) ve her birinin eline bir bıçak tutuşturdu. Sonra [Yusuf'a]: "Çık [şimdi] onların karşısına!" dedi. Kadınlar o'nu görünce güzelliği karşısında şaşırıp kaldılar (29) ve şaşkınlıklarından ellerini kestiler: "Aman Allahım!" dediler, "Bu ölümlü biri olamaz; olsa olsa gözde bir melek bu!"
28 - Müttekâ ifadesi -lafzen, "[yerken] yan gelip yaslanılan yer", "yastıklı peyke" -"mükellef bir ziyafet" anlamına mecaz olarak kullanılıyor. |
32. | [Kişizadenin karısı:] "İşte hakkında beni kınayıp yerdiğiniz kimse bu!" dedi, "Evet, gerçekten de o'nun gönlünü çelmek istedim, ama o kendini (bundan) sakındı. Ne var ki eğer bundan sonra da istediğim şeyi yapmazsa mutlaka hapsedilecek ve kendini aşağılanmış kimselerin arasında bulacak!" (30)
30 - Lafzen, "aşağılanmış/hor görülmüş kimselerden olacak". |
33. | [Yusuf:] "Ey Rabbim!" dedi, "Benim için hapis, bu kadınların isteklerine boyun eğmekten daha iyidir. Çünkü, Sen onların oyunlarını-tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben o zaman onların ayartmalarına kapılır (31) ve [doğru nedir, eğri nedir] seçemeyen şaşkın kimselerden olurum".
31 - Lafzen, "onlara meyleder"; unutulmamalıdır ki, sabâ fiili hem meyil, hem arzu ve özlem, hem de tensel düşkünlük anlamlarının üçünü birden ifade etmektedir (karş. Lane IV, 1649). Yukarıdaki çeviride sözcüğün bu anlam çeşitliliği ya da genişliği gözönünde bulundurulmuştur. |
34. | Ve Rabbi o'nun bu duasını olumlayıp o'nu o kadınların tuzaklarına karşı korudu: (32) çünkü O gerçekten her şeyi işiten, her şeyi olduğu gibi bilendir.
32 - Lafzen, "onların tuzaklarını/düzenlerini ondan uzaklaştırdı". |
35. | Sonra, o kişizade ve ev halkı bütün delilleri[n Yusuf'un lehinde olduğunu] gördükten sonra bile (33) o'nu bir süre için hapsetmeyi uygun gördüler. (34)
33 - Lafzen, "onlara öyle geldi ki". 34 - Kur'an'a göre Hz. Yusuf, efendisi kendisini suçlu bulduğu için değil, fakat "yularını kadının eline bir binek devesi misali teslim etmiş" olduğundan (Zemahşerî) karısına karşı uysal ve zayıf davranan efendisinin kişilik zaafının kurbanı olarak hapse atılmıştır. |
36. | ONUNLA beraber iki genç daha girmişti hapse. (35) İşte bu iki gençten biri (bir gün): "Rüyamda kendimi şaraplık üzüm sıkarken gördüm" dedi. Öteki: "Ben de kendimi başımın üzerinde ekmek taşıyor gördüm, öyle ki kuşlar ondan (koparıp koparıp) yiyorlardı". [Bu iki genç:] [Yusuf'tan] "Bu (rüyaların) gerçek anlamını haber ver bize!" diye rica ettiler, "Çünkü, görüyoruz ki, sen, [rüyaların nasıl yorumlanacağını] iyi [bilen] kimselerdensin". (36)
35 - Lafzen, "o'nunla hapse giren". Tevrat'taki anlatıma göre (ki bu noktada Kur'an'la bir uyuşmazlık sözkonusu değildir) bu mahpuslardan biri Kral'ın sâkîsi, biri de fırıncısıydı; her ikisi de kesinleşmemiş suçlardan ötürü hapisteydiler. 36 - Muhsinîn ifadesine yukarıdaki anlam örgüsü içinde Beğavî, Zemahşerî ve Beydâvî tarafından verilen anlam budur. İsmi geçen müfessirlere göre ahsene fiili "iyi oldu" ya da "iyilikte bulundu" şeklindeki birincil anlamına ilaveten, "[bir şeyi] bildi" ya da "[bir şeyi] iyi bildi" anlamında mecaz olarak da kullanılır. Bu itibarla, Kur'an bu ayetle sanki Hz. Yusuf'un hikmet sahibi güvenilir bir rüya yorumcusu olarak saldığı ünün kendisinden önce hapishaneye vardığını îma eder gibidir. |
37. | [Yusuf:] "Daha yiyeceğiniz günlük azığınız önünüze konmadan rüyalarınızın gerçek anlamını (37) size haber vereceğim, [ki başınıza gelecek olanı] vuku bulmadan önce [bilesiniz]; çünkü bu bana Rabbimin öğrettiği şeylerdendir. (Önce) bilin ki, ben, Allah'a inanmayan, (38) ve ahiret gerçeğini tanımaktan ısrarla kaçınan bir toplumun izlediği yolu terk ettim;
37 - Lafzen, "onların altında yatan anlamı". 38 - Hz. Yusuf, kendisine gösterilen yakınlığı, mahpus arkadaşlarına doğru yolu, gerçek dini açıklamak, tebliğ etmek için bir fırsat olarak değerlendirmek ister. Onlara rüyalarını yorumlayacağı konusunda olumlu bir tavır gösterirken, önce, tevhid inancına dair bilinmesi, farkında olunması gereken gerçeklere kulak vermelerini ister onlardan. |
38. | ve atalarım İbrahim, İshâk ve Yakub'un yolunu tuttum. (Çünkü) tanrısal nitelikleri Allah'tan başka herhangi bir varlığa yakıştırmak bizlere yakışmaz: Allah'ın bize ve bütün insanlığa bahşettiği lütfun bir [sonucudur] bu, (39) ama insanların çoğu bu (lütfun) değerini bilmez.
39 - Allah mutlak kudret sahibi, mutlak olarak kendine yeterli bir varlık olduğuna göre, insanın, O'ndan başka kimseyi tanrı olarak görmemesi yolunda uyarılması elbette ki Allah'ın kendi ihtiyacı, kendi çıkarı için değildir; böyle bir günahın mutlak olarak mahkum edilmiş olması, sadece ve sadece yine insanın kendi yararı, kendi selameti içindir. Çünkü böyle bir günahtan kaçınması, insanı bâtıl inançlara karşı özgür ve uyanık tutacak ve böylece akıl ve bilinç sahibi bir varlık olarak onurunu korumasına, onurunu yüksekte tutmasına yarayacaktır. |
39. | Ey mahpus arkadaşlarım! Hangisi daha iyidir: (40) birbirinden ayrı pek çok rab[bın varlığına inanmak] mı, yoksa bütün varlıklara egemen bir tek Allah[a inanmak] mı? (41)
40 - Lafzen, "daha iyi". Yani, "aklın, sağduyunun gösterdiği yola daha uygun" anlamında. 41 - Müteferrikûn terimi hem çokluk, hem de farklılık bildirir; bu anlam örgüsü içinde nitelik, işlev ve seviye farklılığı anlamınadır. |
40. | Allah'ı bırakıp tapındığınız her şey gerçekte sizin ve atalarınızın kendi muhayyilenizden çıkardığınız [anlamsız] isimlerden öteye geçmemektedir; çünkü bunlar hakkında hiçbir kanıt indirmemiştir Allah. (42) [Neyin doğru, neyin eğri olduğu konusunda] hüküm yalnızca Allah'a aittir. Ve O da kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor. İşte dosdoğru olan [tek] din budur; ama insanların çoğu bunu bilmez. (43)
42 - Lafzen, "sizin isimlendirdiğiniz isimler" -yani, "sizin kendi muhayyilenizin mahsulu birtakım isimler". 43 - Karş. 30:30'un son cümlesi. |
41. | [İmdi,] ey mahpus arkadaşlarım, [rüyalarınızın yorumuna gelince,] biriniz efendisine [Kral'a] içki sofrasında sâkîlik yapacak; ve biriniz, biriniz de asılacak; ve et yiyici kuşlar onun başını didikleyecek. [Ama geleceğiniz ne olursa olsun,] benden yorumlamamı istediğiniz şey [Allah tarafından] karara bağlanmış bulunuyor". |
42. | Ve [bunun üzerine Yusuf,] iki mahpustan kurtulacağını düşündüğü kimseye: "[Buradan çıkacağın zaman] efendine benden söz et!" dedi. Ne var ki Şeytan berikine efendisinin yanında [Yusuf'tan] söz etmeyi unutturdu. Ve Yusuf bu yüzden hapiste birkaç yıl [daha] kaldı. |
43. | VE [bir gün] Kral: (44) "Rüyamda" dedi, "yedi çelimsiz ineğin yediği yedi semiz inek, yedi yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak gördüm. Ey soylular! Eğer rüya yorumlamasını biliyorsanız bu rüyamı bana yorumlayın bakalım!"
44 - Burada sözü geçen Kral, öyle görünüyor ki, Sina Yarımadası yoluyla doğudan gelip Mısır'ı istila ettikten sonra ülkede M.Ö. 1700'den 1580'e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri. Yabancı bir kavimden olduğunda şüphe bulunmayan bu hanedanın ismi eski Mısır dilinde hik şasu ya da heku şoswet sözünden türemiştir ki bunun anlamı: "göçebe ülkelerin hükümdarları" yahut geç dönem Mısır tarihçilerinden Manetho'ya göre "çoban krallar" demektir ki bütün bunlar da onların, Mısır'ın istilasından önce Suriye'de yerleşik hayat tarzını benimsemeye başlamış olmakla birlikte göçebe hayat tarzından çok şeyler taşıyan Araplar olduklarını göstermektedir. Bu, kıssada sözü geçen kralın İbranî kavminden olan Hz. Yusuf'a duyduğu güven ve yakınlığı ve ayrıca sonrakinin ailesinin bilahare Mısır'a yerleşmesini (ve böylece zaman içinde İsrail ulusunun teşekkülünü) kısmen açıklamaktadır. Çünkü hatırlanmalıdır ki İbranîler de birkaç yüzyıl önce Arabistan Yarımadası'ndan Mezopotamya'ya, sonra Suriye'ye göç eden bedevî kabilelerden birinin soyundan gelmektedirler (karş. 7. sure, 48. not); ayrıca Hiksos dili, kendisi de nihayet eski Arap lehçelerinden biri olan İbraniceye çok yakın bir dil olsa gerektir. |
44. | "Anlaşılması zor, karmaşık rüyalardan biri bu" (45) dediler, "hem, rüyaların işaret ettiği gerçek anlama dair derin ve sağlam bir bilgiden de biz yoksunuz".
45 - Lafzen, "rüyalar karmaşası (edğâs)" . |
45. | İşte ancak o zaman, aradan geçen bunca vakitten (46) sonra, hapisten kurtulan o iki kişiden biri [Yusuf'u] hatırladı ve: "Bu (rüyanın) işaret ettiği gerçek anlamı ben öğrenip ulaştırabilirim size" dedi, "ama bunun için gitmeme izin verin". (47)
46 - Hemen bütün müfessirlere göre buradaki ümmet sözcüğü "bir süre" ya da "uzunca bir zaman aralığı" anlamına gelmektedir. 47 - Açıktır ki burada sâkî, tek başına Kral'a değil, onunla beraber olan bir topluluğa hitab ediyor; çoğul "siz" ifadesi bunun içindir. |
46. | [Ve böylece Yusuf'u hapishanede görmeye gitti ve o'na:] "Ey Yusuf, ey özü-sözü doğru adam!" dedi, "[Rüyada görülen] yedi çelimsiz ineğin yediği yedi semiz inek ve yedi yeşil başakla (yedi) kurumuş başak ne anlama gelir, bunu bana yorumla ki [senin açıklamanla saraydaki] insanların yanına döneyim ve onlar da [böylece senin nasıl biri olduğunu] öğrensinler!" |
47. | [Yusuf şöyle] cevapladı: "Yedi yıl boyunca her zamanki gibi ekip biçin ama hasad ettiğiniz ekini, yemek için ayıracağınız az bir miktar dışında, öylece başağında bırakın; |
48. | çünkü, [yedi yıl sürecek olan] bu [bolluk zamanı]ndan sonra yedi yıllık bir kıtlık dönemi gelecek ve sizin bu dönem için hazırladığınız her şeyi, sakladığınız az bir miktarın dışında, silip süpürecek. |
49. | Ve bundan sonra, halkın bütün bu kıtlıktan, darlıktan kurtulacağı bir yıl olacak, (48) ve o yıl insanlar [eskiden olduğu gibi bol bol zeytin ve üzüm] sıkacaklar".
48 - Yahut: "yağmurun bolca yağacağı". Çeviride tercih edilecek anlam, yuğâs fiil formunun ğays ("yağmak/yağmur") masdarıyla mı, yoksa ğavs ("darlıktan kurtulma") masdarıyla mı irtibatlandırılacağına bağlıdır. Mısır'da mahsulün durumu bütünüyle Nil'in yıllık taşmalarına bağlı ise de, nehirdeki su seviyesi yine de nehrin yukarı havzasına düşen yağmur miktarına bağlıdır. |
50. | Ve [Yusuf'un yorumu kendisine ulaşır ulaşmaz] Kral: "Onu bana getirin!" dedi. Ama elçiler kendisine geldiğinde [Yusuf:] "Efendinize gidin ve ondan [önce] ellerini kesen kadınlar hakkındaki gerçeği [ortaya çıkarmasını] isteyin; çünkü, Rabbim onların oyunlarını/tuzaklarını bütün gerçeğiyle bilmektedir!" |
51. | [Bunun üzerine Kral o kadınları çağırtıp kendilerine:] "Yusuf'un gönlünü çelmek isterken ne sağlayacağınızı umuyordunuz?" (49) diye sordu. Kadınlar: "Allah korusun, biz o'ndan en küçük bir kötülük görmedik!" dediler. [Ve] Yusuf'un ilk efendisinin hanımı: (50) "Artık gerçek ortaya çıktı!" diye atıldı, "Onun gönlünü çelmek isteyen bendim; o ise hep özü-sözü doğru olan kimselerdendi!"
49 - Belli ki, Kral bu sözlerle, olayda Hz. Yusuf'un kışkırtıcı ya da cesaret verici bir davranışının görülüp görülmediğini, yani gerçekten suçsuz olup olmadığını ortaya çıkarmak istiyor. Hatb ismi "varmak istenilen/peşine düşülen ya da elde edilmeye çalışılan şey" demektir. Bu itibarla, mâ hatbukunne ifadesini (lafzen, "[gerçek] amacınız neydi?") yukarıdaki gibi aktarmayı uygun bulduk. 50 - Lafzen, "azîzin (kişizadenin) hanımı". |
52. | [Yusuf olup biteni öğrendiğinde: (51) "Amacım [eski efendimin,] arkasında (52) kendisine ihanet etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hazırladığı tuzakları asla başarıya ulaştırmadığını bilmesini
sağlamaktı" dedi,
51 - Bazı müfessirler (örn. İbni Kesîr ve modernlerden Reşid Rıza -Menâr XII, 323 vd.) bu ve bundan sonraki ayetin kişizadenin hanımına ait itirafların bir devamı olduğu görüşündedirler; fakat, Taberî, Beğavî ve Zemahşerî de dahil klasik müfessirlerin büyük çoğunluğu buradan sonraki konuşmayı tereddüt etmeden -ki bizce de doğrusu budur- Hz. Yusuf'a izafe etmektedirler: ayetin başındaki ilavemiz de bu hususu belirtmeye matuftur. 52 - Lafzen, "onun yokluğunda" ya da "ondan gizli" (bi'l-ğayb). |
53. | "yine de ben kendimi bütünüyle temize çıkarmaya çalışmıyorum; çünkü Rabbimin acıyıp esirgediği (53) kimseler hariç, insanın kendi benliği [de onu] kötülüğe sürükle(yebili)r; (54) gerçekten de benim Rabbim çok acıyıp-esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!"
53 - Lafzen, "Rabbimin acıdığı/merhamet ettiği ...". Müfessirlerin çoğuna göre buradaki mâ zamiri kişilere, insanlara ("ki o" ya da "ki onlar") râcidir. 54 - Lafzen, "kötü olanı emretmeye alışıktır/yatkındır". -yani, çoğu zaman akıl ve sağduyunun ahlaken iyi ve olumlu bulmadığı yöne sürükleyen güdülerle doludur. Bu ifade, 24. ayetteki "kadın ona karşı arzu doluydu, o da kadını arzuluyordu; öyle ki, [bu ayartma karşısında] eğer Rabbinin burhanı içine doğmasaydı [bu arzuya yeniliverecekti]" ifadesine ve ayrıca 33. ayette geçen "Sen onların tuzaklarını benden uzak tutmasan, ben onların ayartmalarına kapılırdım" şeklindeki Hz. Yusuf'un duasına açık bir atıf taşımaktadır. (Bkz. ayrıca yukarıda 23. not.) Hz. Yusuf'un insan yapısındaki bu zayıflığı dile getiren sözleri, bizzat bu zayıflığı yenmesini bilmiş birinin tevazuunu yansıtan yüce gönüllüce sözlerdir; çünkü ayetin devamı göstermektedir ki, Hz. Yusuf ahlakî zaferini kendisine değil, sadece Allah'ın lütuf ve merhametine bağlamaktadır. |
54. | Ve Kral: "Onu bana getirin," dedi, "ki, kendime dost edineyim". Ve o'nunla konuşunca, [Kral:] "Bundan böyle yanımızda kendisine güven duyulan biri olarak" dedi, "yüksek bir yerin olacaktır!" |
55. | [Yusuf:] "Beni ülkenin hazineleri üzerinde görevlendir(in)" dedi, "güvenilir, bilgili bir gözcü, bir koruyucu olacağımdan emin olabilirsin(iz)". (55)
55 - Bu talebiyle Hz. Yusuf'un, yedi yıl sonra baş göstereceğini bildiği kıtlık dönemi için yapmayı düşündüğü erzak stokunu kasdettiği anlaşılıyor. Sonraki ayetler bu talebinin kabul edildiğini ve o'nun da üstlendiği görevi liyakatle yerine getirdiğini gösterecektir. |
56. | İşte böyle emin bir yer sağladık Yusuf'a (o) ülkede; öyle ki, dilediği yerde konaklayabilir/dilediği şeyi yapabilirdi. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz, ama iyilik yapanların hak ettiği karşılığı vermekten de geri durmayız. (56) 56 - Yani, bazan bu dünyada, ama ayetin devamından anlaşıldığı gibi, öte dünyada mutlak surette. |
57. | Ama imana erişenlerin ve Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyanların gözünde ahiret mükafatı [bu dünyada elde edilebilecek karşılıklardan] daha değerli/daha yararlıdır. (57)
57 - Lafzen, "imana erişenler için ..." |
58. | [YILLAR SONRA] Yusuf'un kardeşleri [Mısır'a] geldiler (58) ve o'nun huzuruna çıktılar; o hemen tanıdı onları; ama berikiler o'nu tanımadılar.
58 - Yani, Hz. Yusuf'un yedi yıllık bolluk döneminde doldurduğu zahire ambarından zahire satın almak için geldiler; çünkü o'nun önceden haber verdiği kıtlıktan-kuraklıktan Mısır'a komşu ülkeler de etkilenmişlerdi; ama bunun için yalnız Mısır'ın ihtiyat stokları vardı ve bunların dağıtımına da bizzat Hz. Yusuf nezaret ediyordu (karş. Tekvîn xli, 54-57). |
59. | Ve onların yüklerini yüklettikten sonra, kendilerine: "[Bir dahaki gelişinizde] o baba-bir kardeşinizi de (59) getirin bana. Görmüyor musunuz, tartıyı tam tuttum ve (size karşı) son derece iyi bir konukseverlik gösterdim.
59 - Lafzen, "babanız tarafından bir kardeşinizi" -yani, Hz. Yusuf'un öz kardeşi Bünyamin'i (ki bu ikisinin annesi Hz. Yakub'un en sevdiği karısı Raşel idi; öteki on kardeş Hz. Yusuf'un baba-bir, anne-ayrı kardeşleridir). Hz. Yakub'un en küçük oğlu Bünyamin Mısır'a yapılan bu ilk sefere katılmamıştı; fakat öyle anlaşılıyor ki, Hz. Yusuf'la görüşmelerinde kardeşleri ondan bahsetmişlerdi. |
60. | Ama eğer kardeşinizi bana getirmezseniz o zaman benden ne bir ölçek olsun [zahire] bekleyin, ne de yanıma yaklaşın!" |
61. | "Onu getirmek için babasını razı etmeye çalışacağız," diye karşılık verdiler, "ve herhalde, bunu ne yapıp yapıp başaracağız!" |
62. | [Bu arada Yusuf] hizmetçilerine: "Onların bedel olarak getirdiklerini (60) de denklerine yerleştirin ki, evlerine vardıklarında bunu fark eder de belki daha istekli olarak dönerler" (61) dedi.
60 - Yani, tahılla takas etmek üzere getirdikleri şeyler (İbni Kesîr): o dönemlerde mübadele ya da takasın genel bir alış veriş tarzı olduğu düşünülürse bu açıklama son derece yerindedir. 61 - Lafzen, "belki ailelerinin yanına vardıklarında onları fark ederler de dönerler". |
63. | Ve böylece babalarının yanına döndüklerinde, [Yusuf'un kardeşleri,] "Ey babamız!" dediler, "[Bünyamin'i yanımızda götürmedikçe] artık bize bir ölçek bile zahire (62) verilmeyecek; bunun için kardeşimizi bizimle gönder ki (bize yetecek) tartıda [zahire] alabilelim; bu arada onu elbette koruyup gözeteceğiz!" 62 - Lafzen, "[zahire] ölçüsü/tartısı"; bu ifade Hz. Yusuf'un 60. ayette geçen sözlerine telmîhen kullanılıyor. |
64. | [Yakub:] "Daha önce kardeşinizi nasıl size emanet ettiysem onu da aynı şekilde (63) size emanet edeyim, öyle mi? Oysa, Allah koruyup gözetici olarak [sizden] elbette daha iyi/daha üstündür; çünkü O acıyıp-esirgeyenlerin en üstünü, en yücesidir!"
63 - Lafzen, "onu da ancak öyle/o şekilde ..." |
65. | Ve neden sonra, denkleri çözdüklerinde, (takas için götürdükleri) malların kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler; "Ey babamız!" dediler, "Başka ne isteyebiliriz? İşte kendi mallarımız, olduğu gibi bize bırakılmış! [Eğer Bünyamin'in bizimle gelmesine izin verirsen] bu mallarla ailemize [yeniden] erzak getirebilir, kardeşimizi de [iyi] koruyup gözetir ve (böylece) birer deve yükü zahire fazladan elde etmiş oluruz. (64) Zaten bu [ilk seferde getirdiğimiz] tartıca pek az sayılır".
64 - Öyle görünüyor ki Hz. Yusuf, dışarıdan zahire almaya gelenlere kişi başına bir deve yükü zahire veriyor. |
66. | [Yakub,] "Hepiniz [ölümle] kuşatılıp-kıstırılmadıkça" dedi, "onu bana geri getireceğinize dair bana Allah huzurunda yeminle söz verinceye kadar onu sizinle göndermeyeceğim!" Ve yeminle söz verdiklerinde de, "(Bu) konuştuklarımıza Allah şahittir!" dedi. |
67. | Ve "Oğullarım!" diye ekledi, "[Şehre] hepiniz tek bir kapıdan girmeyin; her biriniz ayrı ayrı kapılardan girin. (65) Bununla beraber [eğer başınıza yine de bir hal gelirse, bilin ki] Allah'a karşı sizin için elimden bir şey gelmez: çünkü hüküm yalnızca Allah'a aittir. Ben O'na güven duyuyorum. Ve [O'nun varlığına] inananlar da yalnız O'na güvensinler!"
65 - Muhtemelen, yabancı bir ülkede gereksiz yere dikkatleri üzerlerine çekmemek ve böylece beklenmedik entrikalara kurban olmamak için. Bu konuda bkz. aşağıda 68. not. |
68. | Ama onlar [Yusuf'un bulunduğu şehre] her ne kadar babalarının talimatına uygun olarak girdilerse de, (66) bunun Allah'ın takdirine karşı onlara bir yararı olmadı; (67) yalnızca, Yakub'un, [oğullarını korumak yönünde] duyduğu arzunun bir ifadesiydi bu. (68) Çünkü, o kendisine öğrettiklerimiz sayesinde, [her zaman Allah'ın hükmünün geçerli olduğuna dair] yeterli bir bilgiye sahipti; (69) ama insanların çoğu (bunu böyle) bilmezler.
66 - Lafzen, "...diği zaman"/"iken". 67 - Sonraki ayetlerin de göstereceği gibi, hem onların hem de babalarının, bu serüvenleri mutlu bir sona ulaşıncaya kadar bir hayli kaygı ve sıkıntı çekmeleri gerekecek. 68 - Lafzen, "bu [talimat] aslında, Hz. Yakub'un gönlünden (nefs) geçirip de dile getirmek zorunda hissettiği bir dilekten, bir temenniden başka bir şey değildi". Bir başka deyişle, Hz. Yakub oğullarına bu öğüdü verirken yalnızca insan yapısından gelen tabii bir eğilime uyarak davranıyor; yoksa, haricî bir tedbirin başlarına gelmesi mukadder bir vakayı önleyebileceğini düşündüğü için değil; çünkü, kendisinin de ifade ettiği gibi: "[olacak olan hakkında] hüküm yalnızca Allah'a aittir". İslam'ın temel ilkelerinden ya da öğretilerinden biri olan, insanın Allah'a olan bağımlılığı fikrindeki bu ısrar, Hz. Yakub'un (belki tek başına ele alındığı zaman, kıssanın temel tezine aykırı gibi görünen) sözü geçen öğüdünün Kur'ânî anlatımda niçin yer aldığını da açıklamaktadır. 69 - Bu parantez içi ilave, Zemahşerî'nin Hz. Yakub'un "yeterli bir bilgiye sahip olması"na ilişkin tefsirine dayanıyor. |
69. | VE YUSUF'un yanına vardıklarında, [Yusuf] kardeşi [Bünyamin]i bağrına bastı ve ona [gizlice]: "Ben senin kardeşinim, artık onların geçmişte yaptıklarına üzülme!" (70) dedi.
70 - Böylece, Tevrat'taki anlatımın tersine, Kur'an'da Hz. Yusuf'un kendini öteki kardeşlerine tanıtmadan çok önce Bünyamin'e kim olduğunu açmış olduğu ifade ediliyor. "Onların geçmişte yaptıkları" ifadesi, büyük kardeşlerin bir vakitler Hz. Yusuf'a yaptıkları kötülükleri îma etmektedir; Hz. Yusuf'un bunlardan Bünyamin'e bahsettiği anlaşılıyor. |
70. | Ve [sonra] onların yüklerini yükletirken [Kral'ın] su kabını (küçük) kardeşinin denkleri arasına koydurttu. Ve [böylece onlar, bundan habersiz, şehirden ayrılırken] bir çığırtkan: (71) "Ey kervancılar!" diye bağırdı, "Meğer ne hırsızlarmışsınız siz!" (72)
71 - Lafzen, "duyurucu" (müezzin) -ezzene ("duyurdu", "bağırdı" ya da "ilan etti") fiilinden türemiş bir isim. 72 - Râzî, bu ayeti tefsir ederken şöyle diyor: "Kur'an'da hiçbir yerde Mısırlı görevlilerin ya da hizmetçilerin böyle bir suçlamayı Hz. Yusuf'un emrine dayanarak yaptıkları ifade edilmemektedir; onların bu suçlamayı kendiliklerinden yapmış olması olayların zahirî gidişine daha uygundur (el-akreb ilâ zâhiri'l-hâl); çünkü, su kabını kaybettikleri zaman, [Hz. Yusuf'un bu hizmetçileri hatırlamış olmalılar ki] o sıralar [Hz. Yakub'un oğullarından başka] kimse yoktu yanlarında; böyle olunca bu işi yapabilecek kimseler olarak ilk akıllarına gelen onlar oldu". Taberî ve Zemahşerî de, aşağıda 76. ayetin son kısmına dair tefsirlerinde benzer görüşler ortaya koymuşlardır. Bize son derece makul gözüken bu görüş, bu asılsız suçlamanın Hz. Yusuf'un açıklanması zor "planının" bir parçası olduğunu söyleyen Tevrat'taki anlatımla (Tekvîn xliv) belirgin bir biçimde çelişmektedir. Olayın Tevrat'taki biçimini gözardı edecek olursak -ki öyle yapmamız da gerekiyor- Kral'ın, kendisine sahip olduğu her şey üzerinde tam bir tasarruf yetkisi verdiği Hz. Yusuf'un (bkz. yukarıda 56. ayet) Kral'ın su kabını bir armağan olarak gözde kardeşinin yükleri arasına koyduğunu, ve bunu -küçük kardeşinden yana gösterdiği özel yakınlığı başka kimsenin, en azından diğer kardeşlerin öğrenmesini istemediği için- hizmetçilerden de gizli yaptığını düşünmek son derece akla uygundur. Bu olay ve bunun Hz. Yusuf kıssası içindeki ahlakî sonuçlarına ilişkin bir açıklama için bkz. aşağıda 77. not. |
71. | Çığırtkana ve onunla beraber olanlara dönerek: (73) "Nedir kaybettiğiniz?" diye sordular.
73 - Lafzen, "onlara doğru dönerek... dediler". |
72. | "Kral'ın su-kupasını kaybettik" diye karşılık verdiler, "Onu kim bulursa, [ödül olarak] kendisine bir deve yükü [zahire] verilecek!" "Buna ben kefilim!" diye ekledi [çığırtkan]. |
73. | [Kardeşleri] "Allah şahittir, siz de çok iyi biliyorsunuz ki" dediler, "bu ülkeye kötü işler yapıp bozgunculuk çıkarmak için gelmedik biz; hırsızlık yapmış da değiliz!" |
74. | [Mısırlılar:] "Peki, eğer yalan söylüyorsanız, bu [yaptığınızın] cezası nedir?" dediler. |
75. | "Bunun cezası": diye cevap verdi [Yakub'un oğulları], "[kupa] kimin denkleri arasından çıkarsa [yaptığının] ceza(sı) olarak tutsak edilir! [Bu suçu işleyen] zalimleri biz işte böyle cezalandırırız". (74)
74 - Müfessirlerin çoğu -belki de Tevrat'a (Çıkış xxii, 3) dayanarak- eskiden İbranîler arasında hırsıza verilen cezanın bu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa, Râzî, bu son cümlenin Hz. Yakub'un oğullarına ait sözlerin bir devamı değil, fakat Mısırlı çığırtkana ait olduğunu ve "[Zaten] biz [Mısırlılar da] bu suçu işleyenleri böyle cezalandırırız" anlamında teyid edici bir anlam taşıdığını söylemektedir. |
76. | Bunun üzerine [kovuşturma için Yusuf'un yanına getirildiler,] Yusuf, arama işine küçük kardeşi [Bünyamin]in yükünden önce üvey kardeşlerinin yüklerinden (75) başladı; ve sonunda kupayı (76) (küçük) kardeşinin yükünde bulup çıkardı. Yusuf[un dileğine erişmesi] için Biz olayları işte böyle düzenledik; Allah (böyle) dilemeseydi, Kral'ın yasalarına göre, [Yusuf] kardeşini [başka türlü] alıkoyamazdı. Biz dilediğimiz kimseyi (bilgice) yüksek düzeylere çıkarırız, fakat her bilgi sahibinin üstünde her şeyi bilen (Allah) var-dır. (77)
75 - Lafzen, "onların denklerinden/yüklerinden". 76 - Lafzen, "onu". 77 - Kıssanın anlamı artık açıkça ortada: kıssa, "[olacak olana dair] nihaî hüküm ancak Allah'a aittir" (yukarıda 67. ayet) temel öğretisinin yeni bir ifadesi durumundadır. Hz. Yusuf kardeşi Bünyamin'i yanında alıkoymak istemektedir; ama Mısır yasalarına göre küçük kardeşlerinin hukukî vasîsi durumunda olan öteki kardeşlerin izni olmadıkça bunu yapması mümkün değildir. Beri yandan kardeşlerin de babalarına verdikleri sözden ötürü Bünyamin'in kalmasına hiçbir şekilde razı olamayacakları ortadadır. Tek çare Hz. Yusuf'un onlara kim olduğunu açıklamasıdır; ama Hz. Yusuf buna henüz hazır olmadığı için Bünyamin'in onlarla eve dönmesine katlanmak zorunda kalır (bkz. yukarıda 72. not). Ona verdiği armağanın, Hz. Yusuf'un hiç beklemediği tarzda kazara ortaya çıkması her şeyi umulmadık biçimde değiştirir: çünkü şimdi artık Bünyamin hırsızlık yapmış gözükmekte ve ülke yasalarına göre Hz. Yusuf'un onu tutsak olarak alıkoyması, evinde tutması gerekmektedir. Kupa olayını îma eden "Hz. Yusuf[un dileğine erişmesi] için "Biz olayları işte böyle düzenledik (kidnâ)" sözü göstermektedir ki, kaydettiği bu gelişmeler itibariyle olay Hz. Yusuf tarafından planlanmadığı gibi, sonuçları itibariyle de onun tahminlerinin üstünde seyretmiştir. |
77. | [Kral'ın kupası Bünyamın'in denginden çıkar çıkmaz öteki kardeşler:] "Eğer o çaldıysa ne âlâ, çünkü bir zamanlar onun kardeşi de hırsızlık yapardı!" (78) Bu durum karşısında Yusuf, düşüncelerini onlara belli etmeksizin, kendi kendine: (79) "Sizin durumunuz çok kötü; Allah ne söylediğinizi (80) olduğu gibi biliyor" dedi.
78 - "Onun kardeşi" ifadesiyle Bünyamin'in baba-bir kardeşi Hz. Yusuf'un kasdedildiği ortada. Hz. Yusuf için böyle bir hırsızlık suçlaması daha önce hiç vaki olmadığına göre; kardeşlerinin, kim olduğunu bilmeden yüzüne karşı yaptıkları bu asılsız karalamanın, sırf, doğru yanlış demeden her çareye başvurarak şu anda hırsızlık töhmeti altında bulunan Bünyamin'den kendilerini olabildiğince ayrı tutma gayretine dayandığını söylemek yerinde olur. 79 - Lafzen, "Hz. Yusuf bunu içinde tuttu, onlara belli etmedi (ve kendi kendine) şöyle dedi: ..." Hemen bütün müfessirlere göre buradaki "bunu" kelimesi (hâ zamiri) Hz. Yusuf'un, "dedi" (kâle) ifadesiyle nakledilen "iç konuşma"sına ya da daha doğru bir ifadeyle, seslendirmediği düşüncelerine ilişkindir; bizim oldukça serbest bir çeviriyle aktardığımız husus da budur. 80 - Lafzen, "vasfettiğiniz şeyi"; yani Yusuf ve Bünyamin'e yaptıklarınızı -zımnen, "çünkü siz bizzat Yusuf'u da babasından çalmıştınız". |
78. | "Ey soylu kişi!" dediler, "onun çok yaşlı bir babası var; bu yüzden onun yerine bizden birini yanında alıkoy. Doğrusu sen, görüyoruz ki, iyilik sever birisin!" |
79. | "Yitiğimizi yanında bulduğumuz kişiden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız; çünkü o zaman, şüphesiz, zalimlerden olurduk!" diye cevap verdi. |
80. | Böylece, ondan ümitlerini kesince, (aralarında konuyu) görüşmek üzere bir kenara çekildiler. En büyükleri: "Babanızın sizden, Allah'ı şahit tutarak söz aldığını ve ayrıca bundan önce Yusuf konusunda nasıl güven kırıcı davrandığınızı hatırlamıyor musunuz?" (81) dedi, "Bunun için ben artık, babam bana izin verinceye kadar bu ülkeden ayrılmayacağım; yahut Allah lehimde bir hüküm verinceye kadar. (82) Çünkü O hükmedenlerin en iyisidir.
81 - Lafzen, "bilmiyor musunuz?" -fakat burada sözün akışı kelimenin aslî anlamındaki bilgiden çok hatırlamayı çağrıştırdığı için metnin yukarıdaki gibi tercüme edilmesi daha yerinde olacaktır. 82 - Yani, "kardeşim Bünyamin'i geri almamı sağlayıncaya kadar". |
81. | [Size gelince] siz babanıza dönüp gidin ve ona "Ey babamız!" deyin, "Oğlun hırsızlık yaptı; fakat biz bildiğimizden, gördüğümüzden başkasına şahit değiliz; (83) ve [sana söz vermiş olsak da onu] bizim göremeyeceğimiz [gizli] (tehlikelere) karşı da koruyamazdık. (84)
83 - Yani, Kral'ın kupasının Bünyamin'in yükünde bulunmasından başka... (Beğavî ve Zemahşerî). 84 - Lafzen, "görünmeyen/bilinmeyen üzerinde gözcü değildik", yani "sana Bünyamin konusunda söz verdiğimiz zaman, onun hırsızlık yapıp da kendi başına bu belayı açacağını bilmiyorduk" (Zemahşerî). |
82. | [Olay sırasında] bulunduğumuz şehir halkına, birlikte yolculuk yaptığımız kervancılara sor istersen: [göreceksin ki] biz gerçekten doğru söylüyoruz!" |
83. | [VE BABALARININ yanına dönüp, olup biteni o'na anlattıkları zaman Yakub;] "Yoo; yine kendi muhayyilenizdir olmayacak bir işi size olağan gösteren; [bana gelince] artık sabır en iyisidir; belki de Allah onların hepsini birden bana [geri] getirecektir; (85) gerçek şu ki, Allah doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen, mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir!"
85 - Yani, Bünyamin'i, (Mısır'da kalan) büyük kardeşi ve Hz. Yakub'un öldüğü yolundaki habere hiçbir zaman tam olarak inanmadığı Hz. Yusuf'u (karş. 17. not). |
84. | Ve başını onlardan öteye çevirip: "Vah bana, Yusuf için vah bana!" dedi; ve içini dolduran hüzünden gözleri bulutlandı. (86)
86 - Lafzen, "gözleri aklaştı/beyazlaştı"; yani, gözyaşlarıyla bulanarak (Râzî). Hz. Yakub, şimdi her ne kadar üç oğlundan uzak kalmış olsa da, Hz. Yusuf için duyduğu üzüntü hepsine baskın geliyordu; çünkü o'nun ölü mü, diri mi olduğunu henüz bilmiyordu. |
85. | "Allah şahittir ki" dediler, "(bu) Yusuf'un anısı seni iyice çökertmeden ya da öldürmeden peşini bırakmayacak!" |
86. | "Ben" dedi, "tasamı ve üzüntümü yalnızca Allah'a havale ediyorum; çünkü Allah katından sizin bilmediğinizi (87) biliyorum ben.
87 - Yani, "olacak olan konusunda hükmün yalnızca Allah'a ait olduğunu" ve "[O'nun varlığına] inananların yalnızca O'na güvenmeleri gerektiğini" (67. ayet): bütün bu sure boyunca işlenen iki temel ilke; Hz. Yakub bu ilkeyi şimdi oğullarına öğretip öğütlemeye çalışıyor. Buna ilaveten Hz. Yusuf'un peygamberî rüyasını (4. ayet) hatırlaması ve sevgili oğlunu Allah'ın, özel bir görev için seçeceğine (6. ayet) olan inancı Hz. Yakub'un içini Hz. Yusuf'un halen sağ olduğuna dair yeni bir ümitle doldurmuştur (Râzî ve İbni Kesîr); bu husus, o'nun ayetin devamında oğullarına verdiği talimatı da açıklamaktadır. |
87. | Ey oğullarım, (şimdi) gidin ve Yusuf ile kardeşi hakkında bir haber almaya çalışın; ve Allah'ın rahmetinden (88) ümit kesmeyin; bilin ki, hakkı inkar eden insanlardan başkası Allah'ın hayat bahşedici rahmetinden ümit kesmez".
88 - Müfessirlerin çoğuna ve bilhassa (Taberî'nin ve ötekilerin kaydettiği gibi) İbni Abbâs'a göre ravh terimi burada rahmet sözcüğüyle eş anlamlıdır. Sözcük dilbilimsel açıdan rûh ("hayat soluğu" ya da günlük dildeki "ruh") sözcüğüyle akraba olduğuna ve ayrıca dolaylı ya da mecazî olarak, keder ve üzüntüden "uzak yahut azade olmak" (râhah) anlamını taşıdığına göre (Tâcu'l-Arûs), en uygun çevirinin "hayat bahşedici rahmet" olacağı söylenebilir. |
88. | [YAKUB'un oğulları Mısır'a geri dönüp Yusuf'un] huzuruna çıktıklarında, "Ey soylu kişi!" dediler, "Biz ve ailemiz (yine) darlık ve sıkıntıya düştük ve pek değersiz bir şeyle (89) çıkıp geldik; sen yine de bizim için tartıyı tam tut ve bize karşı cömert ol; çünkü Allah cömertçe verenleri ödüllendirir!"
89 - Yani, zahireyle takas etmeyi düşündükleri mallar (bkz. yukarıda 60. not). |
89. | [Yusuf:] "Hatırlıyor musunuz" (90) diye karşılık verdi, "[doğrudan, eğriden] henüz habersiz olduğunuz zaman Yusuf'a ve o'nun kardeşine (91) neler yapmıştınız?"
90 - Lafzen, "biliyor musunuz" (bkz. 81. not). 91 - Kendi adını Bünyamin'inkiyle birlikte zikretmekle, mümkündür ki, kardeşlerinin Raşel'in iki oğluna karşı tâ başından beri duydukları kin ve kıskançlığı îma etmek istiyor (karş. bu surenin 8. ayeti ve ilgili 12. not); bir başka açıdan, burada Bünyamin'den söz edilmesi, "hırsızlık" olayında onun suçluluğunu kabul etmeye teşne gözükerek sergiledikleri vefasızlığı îma etmek için olabilir (77. ayet). |
90. | "Ne? Yoksa sen Yusuf musun?" diye haykırdılar. "Ben Yusuf'um" dedi, "ve bu da benim kardeşim. Allah bize lütfetti. Gerçek şu ki, kişi (92) Allah'a karşı duyarlı ve bilinçli olmaya çalışıyor ve güçlüklere göğüs geriyorsa, bilsin ki, Allah iyilikte bulunanların emeklerini boşa çıkarmaz!"
92 - Lafzen, "her kim ki ..." ilh. |
91. | "Allah şahittir ki" dediler, "gerçekten Allah seni kesin bir biçimde bizim üstümüze çıkardı ve biz gerçekten günahkar kimselerdik!" |
92. | [Yusuf:] "Bugün ayıbınız yüzünüze vurulmayacak. Allah günahlarınızı bağışlayabilir: çünkü O acıyıp bağışlayanların en yücesidir! |
93. | [Şimdi artık] gidin ve bu benim gömleğimi de yanınıza alın; onu babamın yüzüne sürün; (o zaman) yeniden ışığa kavuşacaktır. (93) Ve sonra hepiniz ailenizle birlikte bana gelin."
93 - Lafzen, "[tekrar] görmeye başlayacaktır" -yani, "benim için gözyaşı dökmeyi bırakacak; yaşadığımı öğrenince üzüntünün, sürekli gözyaşının görme duyusunda yol açtığı zayıflık, bulanıklık kaybolacaktır"; yukarıdaki cümle için Râzî'nin yaptığı açıklama böylece özetlenebilir. Adı geçen müfessire göre, Hz. Yakub'un üzüntüden tamamen kör olduğunu söylemek için ortada pek öyle zorlayıcı bir sebep yoktur. Ayrıca "gömleğimi babamın yüzüne sürün" ifadesi "gömleğimi babamın önüne koyun" şeklinde de aktarılabilir; çünkü vech (lafzen, "yüz") terimi klasik Arapça'da çoğu zaman mecaz olarak kişinin şahsiyeti ya da zatı anlamında kullanılır. |
94. | [YAKUB'un oğullarına ait olan] kervan yola koyulduğu sıralarda (94) babaları [yanında bulunan kimselere]: "Bunak olduğuma yormazsanız [derim ki] Yusuf'un kokusunu alıyorum!"
94 - Lafzen, "ayrıldığı zaman", yani Mısır'dan. |
95. | "Allah şahittir ki, sen yine eski şaşkınlığında devam ediyorsun!" diye karşılık verdi yanındakiler. |
96. | Fakat ne zaman ki müjdeci çıkagelip [Yusuf'un gömleğini] o'nun yüzüne sürdü ve o'nun gözleri ışığına kavuştu, "Ben size, ben Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum' dememiş miydim?" (95) diye haykırdı.
95 - Bkz. yukarıda 86. ayet. |
97. | [Oğulları:] "Ey babamız!" dediler, "Bizim için Allah'tan günahlarımızı bağışlamasını dile; çünkü biz gerçekten günahkar kimseler olmuştuk". |
98. | "Rabbimden sizi bağışlamasını dileyeceğim; çünkü çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcı O'dur!" dedi. |
99. | VE SONRA [hep birlikte Mısır'a varıp] Yusuf'un yanına çıktıklarında (Yusuf): "Allah'ın izniyle Mısır'a güvenlik ve huzur içinde girip yerleşin!" diyerek ana-babasını bağrına bastı. (96)
96 - Kur'an'dakiyle çatışmayan Tevrat'taki anlatıma göre Hz. Yusuf'un annesi Raşel, Bünyamin'i doğururken ölmüştü. Bu sebeple, ayette geçen ana-baba terimiyle işaret edilen "ana"nın Hz. Yusuf ile Bünyamin'i bakıp büyüten Hz. Yakub'un öteki hanımlarından biri olduğunu düşünebiliriz; bu, süt anneyi de "anne" olarak anmayı gerektiren eski Arap ananesine de uymaktadır. |
100. | Ve ana-babasını en yüksek onur katına (97) çıkardı; ve onlar[ın hepsi] O'nun önünde hürmet ve tazimle yere kapandılar. (98) Bunun üzerine [Yusuf:] "Ey babacığım!" dedi, "Vaktiyle gördüğüm rüyanın gerçek anlamı buydu demek; ve Rabbim onu gerçekleştirdi. (99) O beni hapisten çıkarmakla ve Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra sizi[n hepinizi] çölden çıkar[arak bana ulaştır]makla bana lütfetti. Gerçek şu ki, benim Rabbim, olmasını istediği şeyi akıl-sır yetmez (100) yollarla gerçekleştirir. Çünkü O doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir.
97 - Lafzen, "Tahtın (arş) üzerine", sözcüğün onur ve itibar ifade eden mecazî anlamıyla. 98 - Râzî'nin kaydettiği üzere Abdullah İbni Abbâs'a göre, "O'nun önünde" ibaresindeki "O" kişi zamiri Allah'a râcidir; çünkü Hz. Yusuf'un, ana-babasının kendi önünde yere kapanmalarına izin vermiş olması Peygamberî mizac açısından pek düşünülebilecek bir davranış değildir. 99 - Hz. Yusuf'un çocukluk rüyasının gerçekleşmesi, kendisine Mısır'da sağlanan yüksek onur ve itibardan ve o'nun sayesinde ana-babasının ve kardeşlerinin Kenan'dan göçerek Mısır'a yerleşmelerinden ibarettir: "çünkü sağduyu sahibi hiç kimse, sembolik anlamı dışında, bir rüyanın bütün içeriğiyle olduğu gibi gerçekleşmesini bekleyemez" (Râzî; surenin 4. ayetinde sözü edilen onbir yıldızın, güneşin ve ayın Hz. Yusuf'un önünde sembolik olarak yere kapanmalarını işaret ederek). 100 - Latîf terimi için "akıl-sır yetmez/kavranılmaz" şeklindeki aktarımımız konusunda bkz. 6. sure, 89. not. Yukarıdaki ayette sözkonusu terim, "olacak olan hakkındaki hüküm yalnızca Allah'a aittir" (67. ayet) ifadesine ilişkin yeni bir boyut taşımaktadır. |
101. | "Ey Rabbim! Bana nüfûz ve iktidar bahşettin; (101) olayların altında yatan gerçekleri kavrayıp açıklama bilgisi verdin. (102) (Ey) göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada ve ahirette benim yanımda yakınımda olan/beni koruyup destekleyen Sensin: canımı, bütün varlığıyla kendini Sana adamış biri olarak al ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat!"
101 - Lafzen, "hükümranlıktan (mülkten) bahşettin". Hz. Yusuf'a "mülk"ten (bir cüz) bahşedilmiş olduğu ifade edilirken mutlak iktidar ve hakimiyetin yalnızca Allah'a ait olduğu îma edilmiş oluyor. 102 - Bkz. bu surenin 6. ayeti hk. 10. not. |
102. | [EY PEYGAMBER!] sana böylece vahyettiklerimiz senin önceden bilmediğin haberlerdendir; çünkü yapacak oldukları işe karar verdikleri ve tuzaklarını kurdukları zaman sen Yusuf'un kardeşlerinin yanında (103) değildin.
103 - Lafzen, "onların yanında". |
103. | Yine de -bunu ne kadar yürekten istersen iste- insanların çoğu [bu vahye] inanmayacaklar. |
104. | Oysa sen onlardan herhangi bir karşılık da beklemiyorsun; bu, [Allah'ın] bütün insanlığa bir hatırlatmasıdır sadece. |
105. | Kaldı ki, göklerde ve yerde nice ayetler, işaretler var ki, onlar [üzerinde düşünmeden] sırtlarını çevirerek yanlarından geçip gidiyorlar! |
106. | Ve onların çoğu başka varlıklara da tanrısal nitelikler yakıştırmaksızın Allah'a inanmazlar. |
107. | Peki, bunlar Allah'ın cezalandırıcı azabı olarak kuşatıcı bir örtünün kendilerini sarmasından ve Son Saat'in onlar [yaklaştığının] farkında değilken ansızın gelip çatmasından büsbütün güvencede mi görüyorlar kendilerini? |
108. | De ki: "Budur benim yolum: akla uygun, bilinç ve duyarlıkla donanmış bir kavrayışa dayanarak [hepinizi] Allah'a çağırıyorum, (104) ben ve bana uyanlar (aynı çağrıyı yapıyoruz)".Ve [yine de ki:] "Allah kudret ve azametiyle her türlü eksikliğin üstündedir, ötesindedir. Ve ben O'ndan başka varlıklara tanrılık yakıştıran kimselerden değilim!"
104 - Alâ basîretin ifadesini daha özlü bir tarzda aktarmak pek mümkün gözükmüyor. Besura ya da besira fiilinden türemiş olan basîret ismi, türediği fiil gibi, "zihinsel olarak görmek/sezerek, kestirerek görmek" anlamında soyut bir çağrışım taşımakta; ve bu itibarla, "sağduyuya, bilinçli kestirişe dayanarak anlamak, kavramak yeteneği" anlamına gelmektedir; ayrıca mecaz olarak, "aklın kabul edebileceği" ya da "akılla doğrulanabilir delil, kanıt" anlamını da ifade etmektedir. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber'in telaffuz ettiği "Allah'a çağrı" ifadesi burada insan aklına uygun ve onunla doğrulanabilir bilinçli bir anlayışın, bilinçli bir kavrayışın sonucu olarak tanımlanmaktadır; din, ahlak ve maneviyat konusundaki tüm sorunlara Kur'an'ın yaklaşım tarzındaki doğruluğu, olgunluğu ve bütünlüğü hulasa eden bu ifade çoğu zaman "belki/olur ki akledersiniz" (leallekum takilûn) ya da "öyleyse artık akletmeyecek misiniz?" (e fe lâ takilûn), yahut "belki/olur ki [hakkı] anlarlar/kavrarlar" (leallehum yefkahûn), ya da "olur ki, düşünürsünüz" (leallekum tetefekkerûn) ve nihayet çok tekrarlanan bir ibareyle sözkonusu Kur'an mesajının özellikle "düşünen insanlar için" olduğunu dile getiren li-kavmin yetefekkerûn ifadelerinde yankılanmaktadır. |
109. | Ve Biz senden önce de [elçilerimiz olarak] her topluma [kendi içlerinden, onlara mesajlarımızı ulaştırmak üzere] kendilerine vahyettiğimiz [ölümlü] adamlardan başkasını göndermedik. (105) Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden önce gelip geçen [inkarcı]ların sonlarının nasıl olduğunu görmüyorlar mı? Ve [bilmiyorlar mı ki,] Allah'a karşı sorumululuk bilinci taşıyan kimseler için ahiret yurdu [bu dünyadan] daha tercihe şayandır? Öyleyse artık akıllarını kullanmayacaklar mı?
105 - Bu ayet, inanmayanlar tarafından sıkça öne sürülen, Allah'ın insana yönelttiği mesajın kendileri gibi ölümlü bir insana emanet edilmeyeceği yolundaki itiraza bir cevap mahiyetindedir. |
110. | [Önceki elçilerimizin hepsi uzun süre zulüm ve baskıya uğramışlardır;] nihayet (106) bu elçiler neredeyse bütün ümitlerini kaybettikleri ve büsbütün yalancılıkla damgalandıklarını gördükleri (107) bir sırada Bizim yardımımız kendilerine ulaşmıştır; ve böylece dilediğimizi kurtarmışızdır [hakkı inkar edenleri ise yok etmişizdir]: çünkü azabımız günaha gömülüp gitmiş insanlardan asla geri çevrilemez.
106 - Lafzen, "tâ ki" (hattâ). Bu, önceki ayetin ilk cümlesinde önceki peygamberlere ilişkin atıfla bağlantılıdır: (Zemahşerî'ye göre) Allah'ın kendilerini temize çıkarmadan önce uzun zaman darlık ve sıkıntı çektiklerine ilişkin bir îma. 107 - Lafzen, "yalanlandıklarını düşündükleri" -yani, ya peygamberlerin Allah'ın yardımına ilişkin beklentilerine sadece kuruntu gözüyle bakan kendi halkları tarafından ya da peygamberlerin Allah'ın acil yardımından yana kendi umutlarını kırar gibi gözüken katı realite tarafından (Zemahşerî). Bu ayeti tefsir ederken Abdullah İbni Abbâs, 2:214'ü zikrederdi: "Öylesine sarsıldılar ki müminlerle birlikte Elçi de "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek" diye feryad ediyordu" a.g.e. |
111. | Gerçek şu ki, bu insanların kıssalarında (108) kendilerine kavrayış yeteneği verilmiş kimseler için mutlaka çıkarılacak bir ders vardır.[Vahye gelince,] (109) o hiçbir şekilde [insan tarafından] uydurulmuş bir söz olamaz: tersine, (110) o, kendisinden önceki vahiylerden doğru ve gerçek adına ne kalmışsa doğrulayan ve inanmak isteyen insanlara her şeyi (111) açık seçik bir biçimde dile getiren, hidayet ve rahmet [bahşeden ilahî bir metin]dir.
108 - Lafzen, "onların kıssalarında" -yani, peygamberlerin hikayelerinde. 109 - Yani, bir bütün olarak Kur'an (Beğavî ve Zemahşerî). Sonraki satırlar 102-105. ayetlerle bağlantılıdır. 110 - Lafzen, "fakat" -burada Kur'an'ın Muhammed (s)'in kendisi tarafından uydurulmuş olmasının imkansızlığını ifade için kullanılıyor. 111 - Yani, insanın ruhânî ve manevî huzur ve esenliği için ihtiyaç duyabileceği her şeyi. Ayrıca bkz. 10:37 ve ilgili 60. not. |